tektekayettefsir
  MUKADDİME-GİRİŞ
 


 

Kur'an-ı Kerim'in yüce meallerini, selefin
tefsirlerinden aktarma­ya başlamadan önce Kur'an hakkında birkaç söz söylemek
istiyorum. «Kur'an» kelimesi, Lügat yönünden mastardır. «Kıraet» kelimesinin
manasını taşıyor. Cenabı Hak, bir âyetinde «Şüphesiz ki, Kuranı der­lemek ve
okutmak bizim vazifemizdir.» [el-Kıyame; 16]. Başka bir âyette «Biz.(vahy İle)
onu okuduğumuz zaman, O'nun Kur'anına, ya­ni okunuşuna tâbi ol!» [el-Kıyame: 19]
diyor. «Kur'an» kelimesi, bi-lahere, bu mastar manasında nakledilmiş, Ümmeti
Muhammed'in üze­rine inen ve mu'ciz olan kelama özel isim yapılmıştır. Mastarın
mef ul manasında olunması babındaiıdır. «Kur'an» kelimesi «rüçhan», «Os­man» ve
«furkan» veznindedir. Mushafa «Kur'an» denildiği gibi «fur-kan» da
denilmektedir. Çünkü Kur'an «Hak» ile «Batıl»ı ayırd edici olduğundan veya
inişte, âyetler ve sûrelerinin bazısı diğerlerinden ay­rı olduğundan «furkan»
kelimesi de Kur'an'a ıtlak olunabilir. Kur'an kelimesinin mushafa ıtlak olunması
da şu âyette görülmektedir: «Alem­leri korkutsun diye kulunun üzerine Furkan'ı
—yani Kur'an'ı— in­diren, ortaktan münezzeh ve uzaktır.» [el-Furkan: 1].
Bunlardan son­ra bilinsin ki Mushafı şerifin en meşhur isimleri «El-Kur'an» ve
«El-Furkan»dır. Hatta tefsir alimlerinin bazıları, Cenabı Hakkın bütün
sı­fatları «El Celâl» ve «El Cemal» sıfatlarına dönüştüğü gibi «Kur'ana verilen
bütün isimler de bu iki isme dönüşür» demişlerdir.

Kur'an'ın «ıstılahı» manası «Allah'ın kelâmı»
demektir. Allah'ın kelâmı, beşer kelâmının gayrisidir. Nasıl ki, «lafzı» ve
«nefsî» olmak üzere insan kelâmının iki manası varsa, Cenabı Haklan kelâmının da
«lafzî» ve «nefsî» olmak üzere iki kısmı vardır. Kur'an bazan «nefsî», bazan da
«lafzî» kelâma ıtlak folunur.

Kelâmcı alimlere göre; Kur'an sadece «nefsi» kelâma
ıtlak olu­nur. Çünkü kelâmcılar Allah'ın «nefsî» sıfatlarından bahsederler.
Baş­ka bir yönden de Kur'anm Allah'ın kelâmı olup «mahlûk» olmadığım savunurlar.
Kur'an'ı «lafzî» kelâm üzerine itlak edenler ise, usûlcüler, fakihler ve
gramercilerdir. Kelâmcılardan bazıları da bunlara katıl­mışlardır. Usul
alimleriyle fakihler sadece Kur'an'ın «kelâm-ı lafzi»ye ıtlak olunmasıyla
ilgilenmişlerdir. Çünkü onlar hükümler üzerine âyet­lerden deliller getirmek
hedefini güdüyorlar. Bu da ancak lâfızlarla olur, mana ile değil... Gramer
alimleri de Kur'an'ın icazını tesbite çalışırlar. Bunların da hedeflerinin
sadece-lafızlar olduğu ortadadır. Kelâmcılann Allah'ın indirilmiş kitablanna
iman etmenin vacib oldu­ğunu tesbite çalışmaları olduğu gibi, Kur'an'm
mucizliğini veResûl-i Ekrem'in peygamberliğini isbatla ilgili çalışmaları da
vardır. Görülüyor ki, bütün bu çalışmaların teksif olundukları nokta, Kur'an'ın
lafızla­rıdır. Onun için kelâmcılann da Kur'anm lafzî kelâm olduğunda usul,
fakih ve gramercilere katıldıkları görülmektedir.

 


 

Kelâmcılar «Kur'an Allah'ın nefsi kelâmının adıdır»
dediklerinde iki durumu kasdederler:

1- Kur'an Özel isimdir, Allah'ın kelâmı olduğu
için.

2- Kur'an Allah'ın kelâmıdır. Allah'ın kelâmı
kadimdir, hadis değildir.
Böylece onu, sonradan peydah olunmuş nesnelerden
uzak tutmak vâcibtir. Nasıl ki beşer kelâmı mastarla hasıl olup meydana gelen
ma­naya ıtlak olunursa, Cenab-ı Hakk'ın kelâmı da beşerin nıasdarî ma­naya
benzer bir mana ve masdarl a oluşup meydana gelen manaya ben­zer ikinci bir
manaya delâlet eder. Benzer dedik; çünkü Cenab-ı Hakk'm kelâm-ı ilâhisi
yaratılmış ve yaratılmışın benzerlerinden uzaktır. Bunun üzerine kelâmcılar
birinci mana ile Kur'an'ı şöyle ta­rif etmişlerdir:

«Fatiha'nın başından En-Nas sûresinin sonuna kadar
hikmetli ke­limelerle ilgili kadim bir sıfattır. Bu kelimeler ezelidir. Lafzî,
ruhî ve zihnî harflerden mücerreddirler. Arka arkaya gelmeksizin tertib
edil­mişlerdir. Tıpkı aynada arka arkaya gelmeksizin tertib olunan şekil ve
resimler gibi.»

Hikmetli kelimeler demelerindeki gaye; beşerin
kelimeleri gibi, harf ve sesler suretiyle suretlenmiş lâfızlar değildir
demektir. «Ezelî» de-diklerindeki gayeleri kadim oluşunu isbat etmek içindir.
«Lafzî, zihnî ve ruhî harflerden soyunuktur» demelerinden gayeleri, mahlûk
oluşu­nu bertaraf etmektir. «Arka arkaya gelmez» dediler. Çünkü arka ar­kaya
gelme «zaman» iledir. Zaman ise hadistir, sonradan peydah ol­muştur. «Tertib
vardır» dediler. Çünkü Kur'an hakikatte tertiblidir. Tertib ve intizamdaki
kemaliyle diğer kelâmlardan ayrıdır. Kelâmcı­lann bu birinci tarifini bildikten
sonra ikinci tarifleri de şudur:

«Kur'an; o hikmetli, ezeli, arka arkaya gelmeksizin
tertibli, lafzî, zihnî ve ruhî harflerden mücerred
kelimelerdir.»

Kur'anın üçüncü bir tarifi daha vardır ki, burada
usûl alimleri, fakihler, gramer alimleri ve kelâmcılar birleşiyorlar. O da
şöyledir: «Fatihanın evvelinden En Nas sûresinin sonuna kadar Hz. Muham-med'in
üzerine nazil olunmuş lâfızlar demektir. Bu lâfızlar o ezeli ve hikmetli
kelimelerin görünür şekilleridir.» Dördüncü bir ıtlakla Kur'­an «Mushaf'ın iki
kapağı arasında yazılmış ve nakşedilmiş kelimeler ve harflere ıtlak olunur.
Çünkü o nakışlar Allah'ın «kadim» sıfatına ve «gaybî» kelimelerine ve nazil olan
lâfza delâlet ederler.» İşte bu tarif şer'i ve genel bir tariftir.

 


 

Bu alimler Kur'anı şöyle tarif etmişlerdir:
İnsanları acz içinde bı­rakan, Hazreti Muhammed'e indirilen, mushaflarda
yazılan, tevatür yoluyla bize nakledilen ve okunmasıyla kulluk yapmaya mükellef
tu­tulduğumuz kelâmdır.»

Görüldüğü gibi bu tarif Kur'anın icazını, Hz.
Muhammed'in üze­rine indirilmesini, tevatür yoluyla nakledilmesini,    okunmasıyla ibadet yapılmasının gerekli
olduğunu söyliyen bir tariftir. Kur'an'm da­ha birçok özellikleri vardır.
Mushafm tamamına Kur'an denildiği gibi âyetlerin bir tekine de Kur'an
denilmektedir. Resûl-i Ekreme inen bü­tün lâfızları okuyan, «Kur'an'ı okudu»
denildiği gibi, bir tek âyeti okuyana da «Kur'anı okudu» denilir. Kur'an hidâyet
ve icaz kitabıdır. Yani Kur'anı Kerim hidâyeti getiren ve muarızları aciz
bırakan bir kitab-ı ilâhidir ve bu iki nokta için nazil olmuştur ve bu hususta
ko­nuşmaktadır. Binaenaleyh ister «Kur'an» lık yönünden Kur'an'la il­gisi olsun,
ister hidâyet ve muciz olması hasebiyle Kur'an'la ilgili ol­sun bu yönlerle
ilgisi olan her ilim Kur'an ilmi sayılır. Ve bu ilimler zikredildiği zaman, en
belirgin dinî ve gramer ilimleri insanın hatırı­na gelir. Kevnî ilimler, yani
hendese, fizik, kimya, matematik ve ben­zeri ilimler, sanatlar, kültürle ilgili
hareketler, icad olunmuş ve icad olunacak fenler, hey'et, iktisad, sosyal,
tabiat, biyoloji ilimleri ise, Kur'an'ın ilimlerinden sayılması mecazidir. Çünkü
Kur'an hendesenin herhangi bir görüşünü ispat etmek için gelmemiştir. Fizik
kanunla­rından birisinin tesbiti için gelmiş değildir. Hendese ilmi de Kur'an'a
tıizmet etsin, âyetleri açıklasın, sırlarını beyan etsin diye tedvin
edil­memiştir. Hernekadar Kur'an'ı Kerim müslümanlan kâinat ilimlerini
öğrenmeye, o ilimlerde mahir olmaya ve ihtiyaç zamanında onları be­şeriyetin
lehinde kullanmaya davet etmiş ise de, esasında bu ilimlerin açıklayıcısı olan
bir kitab-ı ilâhi değildir. Kur'an'ın tek hedefi; beşe­riyeti hidâyet etmek,
Allah'ın birliğine inandırmak, peygamberler sil­silesine, kadere, haşre
inandırmak ve dünyalarını güzelce, insanca, in­sanın tabiatına aykırı olmayacak
şekilde idare etmeye onları davet et-nektir.

Hulasa: Kur'an-ı Kerim'in öğrenilmesi için insanı
teşvik ettiği limler ile bilfiil delâlet ettiği, meselelerini gösterdiği, ve
hükümlerini rşad ettiği ilim arasında fark vardır. Birincisi Kur'an'ın teşvik
ettiği limlerdir. İkincisi Kur'an'ın bizzat ilmidir. Birincisi, meseleleriyle,
hü­kümleriyle, Kur'an'a hizmet eder. İkincisi, Kur'an'm münderecatı ya-ıi
içeriği olan ilimdir. Birincisi Kur'an ilimlerinden sayılmaz, ikincisi Uir'an
ilimlerinden sayılır. Bu nokta blinmelidir. Evet, Kur'an, kâi-Latın
güzelliklerine bakıp da ondan her hususta yararlanmaya insanı eşvik ediyor.    «Onlara de ki: Göklerde ve yerde neler
vardır?   Balanız» [Yunus: 101]
mealindeki âyet «Yer ve gökte ne var ise hepsini si­ze musahhar kılmıştır,
şüphesiz ki bu hususta düşünen bir kavim için nice âyetler vardır» [Lukman: 20]
mealindeki âyetler, müslümanlan bunlara teşvik ediyor. Bu âyetlerin muhatabı
olan müslümanlara kâi­natın genel yararlarından kaçmak ta bu tabii ilimlerden
uzaklaşmak da ve Cenabı Hakkın kâinata bırakmış olduğu bu büyük güzelliklerin
meyvelerinden faydalanmamak da uygun düşmez. Bunun için bizim alimlerimiz
«kâinatın ilimlerini öğrenmek, bu sanatlarda nâzik ve ma­hir olmak farz-ı
kifâyelerdendir. Ferdin ve toplumun ihtiyacım gidere­cek kadar bu sahada
alimlerin yetiştirilmesi toplumun vazifelerinden-dir» demişler. Çünkü dünya
hayatı bunsuz yürümez. Dünyada kalmak buna ihtiyacı gerektirmektedir. Fakat
Kur'an-ı Kerim'in esas cephesi olan hidayet ve icazını ispat etmeyi bırakıp bir
laboratuar kitabı imiş gibiKur'an'ı tamamen bu şeylere tahsis etmek de ve sadece
bunlardan bahsediyormuş gibi sadece bunlara insanları teşvik ediyormuş gibi
âhireti tamamen ihmal etmek de Kur'an'm şanına yakışmaz. Evet, Cenabı Hak
«gücünüz yettiği kadar kuvveti düşmanlara karşı hazırla­yınız» [El-Enfal: 60]
buyurmuştur. Resûl-i Ekrem de Müslim-i Şerif te yer alan ve Ebu-Hureyre (R.A.)
yoluyla gelen bir hadiste «Kuvvetli ve güçlü mü inin zait ve cılız müminden daha
hayırlıdır fakat her iki­sinde de hayır vardır. Sana yararlı olanı öğrenmeye
çalış! Allah tan yardım taleb et! Aciz olma! Eğer sana birşey isabet ederse deme
ki 'eğer şunu bunu yapsaydım bu olmazdı' Fakat de ki: Allah takdir et­ti. Allah
neyi dilerse o olacaktır. Çünkü «eğer» kelimesi şeytanın ame­lini insanın önüne
açara buyurmuştur.

 


 

Kur'an-ı Kerim hidâyet ve icazı halka arzetmek
yolunda yürür­ken insanları akıllarına danışmaya, gözlerini açıp kâinata
bakmaya, kâinattaki gök, yer, kara, deniz, hayvan, bitki, güzellikler, tabii
ka-f nunlar ve adetlere dikkat etmeye davet ediyor. Kur'an, bu hususta tam ;
manasıyla muvaffak olmuştur. En belirgin bir şekilde muciz olarak ortaya
çıkmıştır. Çünkü Kur'an'm o evrensel durumlardan bahsetme-.  si, onların gizliliklerine vâkıf olan bir
kimsenin   bahsetmesi, onların
inceliklerini bilenin onları açması demektir. Hâlbuki Kur'an mekteb ve medrese
görmemiş, yazı yazmayı öğrenmemiş, câhil ve okumamış bir muhitde nazil olup
dünyaya gelmiştir. Kur'an'm bahsettiği ilimle­rin isimlerini dahi o, çevrede
işitmemiş bir insanın üzerine inmiştir. Hatta o insanın devrinde bu ilimler
dünyanın çok yerlerinde dahi işi­tilmemiş ve bu ilimlerin bir kısmı o zamanda
keşif dahi edilmemiştir. Acaba mekteb ve medreselere girmeyen, ilmin mutad
yollarından geç­meyen Hz. Muhammed gibi bir insan kâinatın bütün ilimlerini
derli-yen, onlara insanları teşvik eden Kur'an'ı kendiliğinden nasıl meyda­na
getirebilir?

Kur'an bu ilmî icazını, şu âyetiyle takrir
etmektedir: «Bundan ön­ce sen kitab okumaz ve sağ elinle yazmazdın. Eğer böyle
olsaydı batıl taraf darları bundan şüpheye düşerlerdi. Hayır! Kur'an,
kendilerine ilim verilen insanların kalbi e rinde apaçık âyetlerdir.
Âyetlerimizi ancak za­limler inad ederek inkâr ederler.» (El Ânkebut:
48-49).

Kur'an-ı Kerim'den örnek olarak iki numuneyi gözler
önüne ser­mek belki de hikmetten olur. Birinci numune Nur sûresinin 43. âyeti
celîlesidir: «Görmez misin ki, Allah bulutlan takım takım sürer. Son­ra onları
birleştirir. Sonra da birbiri üstüne yığar. Aralarından yağ­mur çıktığım
görürsün. Allah gökte dağ halindeki birikintilerden dolu indirip onunla
istediğine musibet veriyor ve istediği kimseden de bu­nu bertaraf eder. Onun
şimşeğinin parıltısı nerdeyse gözleri kamaştı­rır.»

Ey insan! Rabbın hakkı için söyle, şu âyeti
celîleyi okuduğunda Kur'an'in nassı ilmin en yakın zamandaki keşfiyle nasıl
ittifak etmek­tedir deyip takdir etmez misin? İkinci misal «El-Kıyame» sûresinin
3. âyet-i celîlesidir: «İnsan onun dağılmış olan kemiklerini toplayıp bir araya
getiremiyeceğimizi mi zanneder? Evet, biz onun parmak uçları­nı da toplamaya
kadiriz.» Bu âyet-i celîle okunduğunda biraz durmak ve düşünmek gerektir.
Görülmektedir ki,: Kur'an burada parmak uç­larını hususi olarak zikretmektedir.
Sonra dünyada keşfedilen parmak izi ile ilgili olan ilme kulak vermemizi
gerektirir. Bu ilim, insanı cismi­nin binasında en ince ve en garip şeyin parmak
uçlarının düzeltilme­sidir. Yeryüzünde hiçbir kimsenin parmak izinin diğerine
hiçbir du­rumda benzediğini görmek mümkün değildir der. İşte bu sayededir ki,
parmak izini hadiselerin yüzde doksanında hüküm temeli yapmış
bulu­nuyorlar.

Biz bu konuyu «Kur'an İlimleri» adlı eserimize
havale ederek baş­ka bir mevzua geçelim.

 


 

Resûl-i Ekrem ve eshabı, Kur'an'ı ve O'nun
ilimlerini bugünkü alimlerin çok fevkinde bilmekte olduklarında şüphe yoktur.
Fakat on­ların bilgileri o zaman yazılmamış ve telif edilmiş bir kitabta
derlen-memişti. Çünkü onların telif etmeye ve yazmaya ihtiyaçları
yoktu.

Resûlullahın ihtiyacının olmaması şundandır. O,
Allah'tan vahy alıyordu. Cenabı Hak nefsine, o vahyi Resulünün kalbinde
derlemeyi ve onunla onun dilini kolayca konuşturmayı o inen âyetlerin
manala­rını ve sırlarını ona bildirmeyi gerekli kılmıştır, işte âyet: «Onu acele
ezber etmen için dilini onunla tahrik etme. Depreştirme. Onu topla­mak ve
okutmak bize aittir. Sana vahy ile kıraat eylediğimizde sen de oku! Sonra onun
beyan ve izahı da bize aittir. (El-Kıyame: 16-19).

Ve Resulü Ekrem kendisine ineni ashabına tebliğ
etti. İnsanlara yavaş yavaş okudu. Tâ ki, insanlar anlasınlar, güzelce
hıfzetsinler ve sırrını bilsinler. Sonra Resulü Ekrem sözüyle, fiiliyle ve
ahlakıyla Kur'an'ı şerhetmeye başladı. Nitekim Cenabı Hak bu durumu Nahl
sû­resinde şöyle izah ediyor: «Onları mucize ve kitablarla gönderdik. Sa­na da,
[ey Habibim] insanlara kendileri için indirilen şeyi açıklayasın diye Kur'an'ı
indirdik. Olur ki, iyice düşünürler»  (En
Nahl: 44).

Lâkin ashâb-ı kiram o zaman hâlis Arap idiler.
Arapçanın bütün özelliklerini bilirlerdi. Zekâları berraktı. Beyanın zevkini
tadarlardı. Usulü takdir ederlerdi. Bilmediklerini en ince terazilefiyle
tartarlardı. Onlar Kur'an'm ilimlerinden, icazından, selikaları ve saf
zekalarıyla bizim devrimizdeki bunca ilimlere rağmen bizim idrak edemediğimizi
idrak ederlerdi. Ashab-ı Kiram bu özellikleriyle beraber ümmi idiler. Yazı araç
ve gereçleri de pek yoktu. Yani yok gibi idi. Resulü Ekrem «Kur'an'dan başka
benden hiçbir şey yazmayınız»    diye
onları hadisi /azmaktan da nehyediyordu. Müslim «sahih» inde Ebu Said el
Hud-ri'den rivayet ettiği bir hadiste Resulü Ekrem Kur'an ilk indiğinde on­ara
şöyle dedi:

«Sakın ha! Benden birşey yazmayınız. Kur'an'dan
başka benden »irşey yazan onu silsin. Benden konuşunuz. Bunda bir zarar yoktur.
Kani benden dinlediklerinizi insanlara aktarınız. Kim ki benim hesa-wma birşey
uydurur, kasten yalan söylerse, o, ateşteki yerine
hazir­ansın.»

Resulü Ekrem, bunu Kur'an'a başka bir şey
karıştırılmasın diye yapıyordu. Vahy geldiği müddetçe bir şeyin yazılması böyle
bir tehli­keyi arzedebilirdi. İşte bu ve buna benzer birçok sebebten dolayı
Kur'-ın'ın ilimleri yazılmadı. Nitekim hadisler de yazılmamıştı o zamanda..
3irinci kuşak Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in devrinde hemen hemen amamen
gitmiştir. Fakat ashab-ı kiram îslâmı neşretmek için bütün tâinata numune teşkil
ederlerdi. Kur'an'ı, Kur'an'ın ilimlerini, sün-aeti birbirlerinden almak
suretiyle neşretmeye devam ederlerdi. An-:ak yazı yoktu.

 


 

Sonra Hz. Osman'ın (R.A.) halifeliği devrine
geçildi. İslâm dünya-ı genişlemişti. Fâtih Araplar diğer ümmetlerle ve diğer
milletlerle ka-ışmıştı. Bu müetler arapçayı bilmiyorlardı. Bu karışmaktan ötürü
ırapçanın özelliklerinin eriyip gitmesinden korkuluyordu. Hatta Kur'-ın'ın
kaybolmasından bile korkuluyordu. Eğer müslümanlar bir ana Mushaf üzerinde cem
olmazlarsa ihtilâfa düşmelerinden korkuluyordu. 3u da yeryüzünde büyük bir fitne
olurdu. Bunun için Hz. Osman (R. ^.) bir ana mushafta Kur'an'ın cemedilmesini
emretmiştir. Ve o ana nushafın üzerinden diğer nüshaların yazılıp İslâmın diğer
memleket-erine gönderilmesini emretti. Bu yazıldıktan sonra halkın elinde
bu-unan Kur'an parçalarının yakılmasına ve başka kimselere dayanak »lmamasını
emretmiştir. îşte bu iş ile Hz. Osman, «Kur'an resmi» de­liğimiz ilmin temelini
attı. Sonra Hz. Ali geldi. Acemilik durumunu lüşündü. Arapçaya büyük zarar
getirecek şeyleri işitti. Bunun için ta-ebesi Ebul-Esved ed-Dealiye  [veya Ed-Diliye] Kur'an lügatinin korunması
için bir takım kaideleri kurmasını emretmişti. Ve bu kaidele­rin genel nallarını
ona çizdi. İşte bu bakımdan biz Hz. Ali'yi (R.A.) «Nahiv» denilen ilmin vazıı
sayabiliriz. Nahv'in arkasında Kur'an irabı diye ilim geliyor. Sonra Hilafeti
Raşidenin devri bitti. Beni Umey-ye devri geldi. Sahabelerin ve tabiînin
meşhurlarının himmetleri Kur'­an ilimlerini rivayet ve telkin yoluyla neşretmeye
yönelmişti. Yazmak ve tedvin etmek onların kalbinde yoktu. Fakat onların bu
himmeti yazmaya ve tedvin etmeye temel teşkil etti diyebiliriz. Bu hususta
gayret gösterenlerin başında dört halife, İbni Abbas, İbni Mes'ud, Zeyd bin
Sabit, Ebu Mus'el Eş'ari, Abdullah bin Zübeyrve diğer sahabeler sayılabilir. Bu
rivayetlerde tabiînin başı Mücahid, Ata, İkrime, Katta-de, Hasan el Basri, Said
in Cübeyr, Zeyd in Eşlem sayılabilir. Bunlar Medine'deydiler. Zeyd bin Eslem'den
oğlu Abdurrahman, Malik bin Enes «tebeitabiînden» olarak bu ilmi almışlardı.
İşte bütün bunlaf tef­sir ilminin vazııları sayılabildikleri gibi «Esbâb-ı
Nüzul» ilminin ku­rucuları, «Naşiri», «Mensuhuun, «Garaib Kur'an» ilminin
kurucuları da, sayılırlar.

 


 

Sonra yazma, telif etme devri geldi. Kur'an'ın
çeşitli ilimleri hak­kında kitablar yazıldı. İnsanların himmetleri herşeyden
önce tefsire yönelmişti. Çünkü o, Kur'an ilminin annesi sayılırdı. Çünkü onda
bü­tün ilimlere temas edilmektedir. Tefsiri ilk yazanlardan birisi Şu'be bin El
Haccac'dır. Süfyan bin Üyeyne ve Veki' bin el Cerrah başta gelen müfessirlerdir.
Tefsirleri eshabm ve tabiînin âyetler hakkındaki riva­yetlerini derlemektedir.
Bunlar ikinci asrın âlimlerindendir. Sonra bunları İbni Cerir et Taberi (310 da
vefat etmiştir) takib etmiştir. Onun kitabı tefsirlerin en büyüğü ve en
celilidir. Çünkü o sözleri kri­tik eden ilk tefsirdir. Sözlerin bazısını
diğerine tercih eden, Kur'an'm irab ve istinbatına yönelen ilk tefsirdir. Onun
devrinden bugüne kadar tefsire ehemmiyet verilmesi devam edegelmiştir. Böylece
tefsir sahasın­da insanı hayrette bırakacak ve insana manevi bir sarhoşluk
verecek kadar büyük bir mecmua meydana geldi. Tefsirlerin kısası, uzunu,
or­tancası, mâkulü ve me'suru olmak üzere her çeşitlisi yazıldı. Kur'an'ın
bütününün tefsiri, bir sûrenin veya bir âyetin tefsiri, ahkam âyetlerinin
tefsiri şeklinde tefsirler de yazıldı. Tefsirden başka Kur'an'm diğer ilimlerini
yazanların başında Ali bin el Medini gelmektedir. Bu zat, Buhari'nin hocası ve
üstadıdır. Bu zat, «Esbab'ı nüzul» hakkında bir kitab telif etmiştir. Sonra Ebu
Ubeyd el-KasımBin selâm gelir. Bu da «Nasih» ve «Mensuh» hakkında bir kitab
telif etmiştir. Bunların ikisi de üçüncü asrın alimlerindendir. Kur'an'm garibi
hakkında kitab ya­zanların başında Ebu Bekr Es-Sıcıstanî gelir. Dördüncü asrın
alimidir. Kur'an'm irabı hakkında yazılaniann başında Beşinci asrın
alimlerin­den Ali bin Said el-Hufi gelir. Kur'an'm mübhematı hakkında ilk yazı
yazanların başında Altıncı asrın alimlerinden Ebu Kasım Abdurrah-man gelir. Bu
zat «Es Sebili» mahlasıyla bilinir. Kur'an'm mecazları hakkında İbni Abdusselâm,
kıraatlar hakkında Alemuddin Es-Sahavi gelir. Bunların ikisi de yedinci asrın
alimleridir. Böylece azimetler kuvvet buldu, himmetler gelişti, Kur'an'm
y&ni yeni ilimleri peydah olup meydana çıktı. Her çeşidin hakkında birçok
telifler başgösterdi. İster Kur'an'm bu kısımları hakkında olsun, ister darbı
meselleri hak­kında olsun, ister hüccetleri hakkında olsun, ister garibleri
hakkında, ister Kur'an'm resimleri hakkında olsun çeşitli kitablar telif edildi.
İs­lâm âleminin kütübhaneleri bu kitablarla doludur. Ve halen de, Al­lah'a
şükürler olsun, Kur'an tefsiri yapılmaktadır, devam etmektedir. Böylece İslâm
alimleri Kur'an'a hizmet edegelmektedirler. Fakat hiç kimse Kur'an'm bütün
esrarını ve Kur'an'm derlediği bütün garib ilim ve irfanlarını tam manasıyla
dile getirmeğe muktedir değildir. Ancak Kur'an'ı indiren ve onu Peygamberine
gönderen Allah buna ka­dirdir. Bir de Kur'an ilimlerine Resulü Ekrem'in hadisi
hakkında yazı­lan ilimler kitabları ve bahisler eklenilir, onlar- da bir bakıma
Kur'-an'ın ilimleridir, çünkü hadis Kur'an'm sarihidir. Yani onun mübhem
kısımlarını beyan eder. Mücmellerini tefsir eder, Am'mı tahsis yapar. Nitekim
Cenabı Hak bu hususu: «Sana zikri indirdik ki insanlara on­lar için indirileni
beyan edesin. Umulur ki onlar düşünmüş olsunlar.» (En Nahl: 44) demiştir. Evet,
hadisi şerifin ilimlerini de Kur'an ilim­lerine izafe edersek, dalgaları dünyayı
kaplayacak kadar bir deniz mey­dana gelir. Kur'ana hizmet eden ve
Kur'an'dan'alınmış olan dinî ve sair ilimleri de sayarsak o vakit dağlar kadar
telifler, dinî kültür kay­naklan önümüze serilmiş olur. O zaman Cenabı Hakkın
«Onun tevilini ancak Allah bilir» (Al-i İmran: 3) âyetinin manası
anlaşılır.

 


 

Meselâ Cenabı Hak «Onu hakk ile inzal ettik
(indirdik). O hak ile nazil oldu (indi)» (El-İsrâ: 105) âyeti kerîmesinde
«nüzul» kökünden gelen «enzele» ve «nezele» fiillerini kullanır. Hadisi şerifte
«şüphesiz ki şu Kur'an yedi harf üzerinde nazil olmuştur.» Burada da «inmek»
ma­nasına gelen «unzile» fiili kullanılmıştır. Fakat «nüzul» maddesi lûgat-ta
«herhangi bir yere konmak, orada yerleşmek», «inzal» maddesi ise «başkasım bir
yere yerleştirmek» manasında kullanılmıştır. Bu iki ma­nada da Cenabı Hakkın
Kur'an'ı «inzal etmesi» ve Kur'an'm Allah'dan nazil olmasına uygun düşemez. Zira
Kur'an'm Allah'tan nüzulü, bu iki manaya gelirse mekân ve cismiyeti iltizam
eder. Oysa Kur'an bir cisim değildir ki bir mekânda yerleşsin veya yukarıdan
aşağıya insin. İster Kur'an'dan Allah'ın «kadîm» olan gaybî ve ezelî kelimelere
bağlı bulunan sıfatı, ister o kelimelerin özü, ister Mu'ciz olan lâf iz
kasdedil-sin durum değişmez. Çünkü Allah'ın sıfatı ve onun mutaallakatları olan
gaybi kelimeler hadis değildirler. O halde nüzul ve inzal'de me­caza gitmek
mecburiyetindeyiz. Kur'an'm inzalinden maksat [yani mecazi manası] «ilan»
etmesidir. «İnzal» maddesinin burada ihtiyar edilip kullanılması Kur'an'm
yüceliğine işaret eder. Zira «inzal» mad­desi kitabın sahibi olan Hz. Allah'ın
(C.C.) yüceliğine işaret eder. Nite­kim Cenabı Hak «Zuhruf» sûresinin başında
şöyle buyurmaktadır:

«Ha, Mim. Delilleri ve beyanları haiz bulunan Kitab
hakkı için anlivasınız diye onu arapça bir Kur'an kıldık. O nezdimizdeki ana
kitab-ta çok yüce ve hikmetle dolu bir kitabtır.» (Ez Zühruf: 1-4).

 


 

Cenabı Hak (C.C.) Kur'an'ı üç inişle göndermekle
şereflendirmiş-tir. Birinci iniş: «Levh-i Mahfuz»dan olan inişidir. Bunun delili
«Hayır, o yüce bir Kur'andır, mahfuz bir levh'dedir» (El-Buruç: 21-22) âyetidir.
Levh-i Mahfuzda oluşunun yolunu ve zamanını Allah'tan başka kimse bilemez. Ancak
Allah'ın gayba muttali ettiği kullar bilir. Bu iniş def a-jg   ten olmuştur, parça parça olmamıştır. İkinci
iniş, yeryüzüne en yakın olan gökteki «beytil izzete» inişidir. Bunun delili
«Duhan» sûresinin «Şüphesiz ki biz onu mübarek bir gecede indirdik» âyetiyle
Kadir sü­resindeki «şüphesiz ki biz onu kadir gecesinde indirdik» âyeti ve
Ba­kara sûresinin «Ramazan ayı ki onda Kur'an inmiştir» âyetleridir. Bu üç âyet,
Kur'an'ın bir tek gecede indiğini gösterirler. Ve o gece de mü­barek bir gecedir
ve o gecenin adı «Kadir Gecesi» dir. Ve o gece Rama­zan gecelerindendir. Bu
âyetlerin bahsettiği iniş, defaten olmuştur. Çünkü Kur'an'ın üçüncü inişi kesin
delilerle sabit olmuştur ki, bir ge­cede değil, çeşitli zamanlar ve çeşitli
mekânlarda, uzun seneler, Hz. Muhammed Mustafa'ya (S.A.V.) hadiseler ve olaylar
nisbetinde inmiş­tir. İşte bu âyetlerdeki iniş Hz. Muhammed'e olan iniş
değildir. Bunu sahih hadisler de açıkça belirtmektedirler. Meselâ: Hakim, Said
bin Cübeyr'den, O da İbni Abbas'tan rivayet etti; «Kur'an zikirden ayrıldı.
Yeryüzüne en yakın olan gökteki izzet evine konuldu. Cebrail oradan Resulü
Ekrem'in kalbine indiriyordu.»

İkinci hadis Nesei, Hakim, Beyhaki, Davud bin Ebi
Hind'in tari­kiyle İkrime'den, O da İbni Abbas'tan rivayet etmiştir: «Kur'an
def'a-ten yeryüzüne en yakın olan göğe Kadir gecesinde indirildi. Sonra oradan
yirmi sene zarfında indi.» İbni Abbas bunları söyledikten son­ra şu âyeti
celîleyi okudu:

«Onlar senin için bir mesele getirdiklerinde biz
onu hak ve en gü­zel tefsir ile red ederiz.» (El Furkan:
33).

«Kur'an'ı insanlara dura dura, ağır ağır, tek tek,
okuyasın diye ayırıp tedricen indirdik.» «El İsra: 106).

El Hakim, El Beyhaki ve başka hadis alimleri
Mensur'dan, Said bin Cübeyr'den, İbni Abbas'tan rivayet ettiler: «Kur'an defaten
yer­yüzüne en yakın göğe indi ve yıldızlar yerinde idi. Cenabı Hak onu Reulünün
üzerine, parça parça indiriyordu.»

—  İbni
Merduyah (veya Medevih) ve Beyhaki, ibni Abbas'tan ri­vayet
ediyor:

Atiyye bin Esved, îbni Abbas'tan
sordu:

—  «Şu
ramazan ayı ki, onda Kur'an inmiştir» âyetiyle «Şüphesiz biz Kur'an'ı Kadir
gecesinde indirdik» âyeti hakkında. Acaba Kadir gecesi Şevval'de midir, Zilka'de
ayında mıdır, Zilhicce'de midir, Mu-harrem'de midir, Sefer'de midir,
Rebiulevvel'de midir diye şüphe geldi.

îbni Abbas: «Kur'an, Ramazanda, Kadir gecesinde
defaten dünya­mıza en yakın göğe indi. Sonra peyderpey diğer aylar ve günlerde
Re­sulü Ekrem'e oradan indi» dedi.

îşte şu hadisler sahih hadislerdir. îmamı Suyuti
bunları şöyle nakletmiştir. Hepsi İbni Abbas üzerinde duran hadislerdir. Ancak
«Merfu» hadisin hükmünü taşıyorlar. Sahabi bir şeyi kendi reyiyle de­ğil ancak
Peygamberden işittiği takdirde söyler. İbn-i Abbas'm İsrai-liyyattan da almamış
olduğu bilinir. Binaenaleyh bu hadislerin hük­mü «Merfu» hadis hükmündedir.
Kur'an-ı Kerim'in «izzet evi»ne in­mesi «gayb» haberlerindendir ki, bu ancak
peygamber tarafından ve­rilmiş olabilir. İbni Aboas'ın İsrailiyyattan naklettiği
sabit olmamıştır. Binaenaleyh bunlar delil olurlar. Bu iniş bir gecede defaten
olmuştur ve bu gece de Kadir gecesidir. Sonra peyderpey
gelmiştir.

Üçüncü iniş en son iniştir. Peyderpey Resulü
Ekrem'e yirmiüç se­nede gelmiş, bütün kâinatı nura garketmiş, hidayeti bütün
insanlık âlemine yetiştirmiş, vahyin emrini Cibril vasıtasıyla Hz. Muhammed'in
kalbinin üzerine koymuştur. Delili de Eş Şuara sûresinin 91-93 âyet­leridir:
«Onu Ruhul Emin» indirdi. Halkı azabtan kurtaranlardan ola­sın diye onu senin
kalbine indirdi. Açık arapça bir dille indirmiştir.»

 


 

Bu haber, gaybın haberlerindendir. İnsan burada
herhangi bir kimsenin fikrine ve reyine tam kanaat getirmez. Ancak sahih bir
de­lil, hatadan korunmuş olan Peygamber'den varid olursa, o vakit insan mutmain
olur. Oysa bu husustaki delillerin hepsi şuradan buradan alınma sözleridir.
Bunları evvelâ zikredip, sonra görüşümüzü açıklaya­lım:

1- Ettayyibî: Umulur ki Kur'an'ın melek üzerine
nüzulü, melek onu ruhi bir şekilde Cenabı Haktan almıştır veya Levhi Mahfuza
ba­karak ezberlemiştir. Sonra da Resulü Ekrem'in üzerine indirmiş ve ilkâ
etmiştir, der. Görüldüğü gibi, Et Tayyıbi «umulur ki» tâbirini kul­lanıyor. Bu
ise tam derde deva olmaz, katiyet ifade etmez. Ve gerçek şekilde inşam maksuda
erdiremez.

2- El Maverdi hikâye etti: «Hafaza melekleri
Kur'an'ı yirmi gün­de, Cebrail üzerine  
parça parça indirdiler.    Cebrail
de Hz. Muham-med'in üzerine parça parça yirmi senede
indirdi.»

Bunun manası şudur: Cebrail halazalardan Kur'an'ı
yirmi parça olarak aldı ve o şekilde indirdi. Fakat El Maverdi'nin bu sözü
kimden naklettiği ve bu sözün delilinin ne olduğu ortada
yoktur.

3- El Beyhaki «Şüphesiz ki biz Kur'an'ı Kadir
gecesinde indir­dik» âyeti celilesinin manasında şunu
söylemiştir:

«Allah daha iyi bilir, fakat Cenabı Hak (C.C.) bu
âyette şunu ilân ediyor:

«Biz meleğe, yani Cibril'e Kur'anı duyurduk, yani
anlattık ve onun dinlediğini indirdik.» Yani Cebrail Kur'an'ı duyarak Allah'tan
almıştır demek istiyor Beyhaki. Görünürde İmam Beyhaki'nin bu sözü diğer
sözlerden daha kuvvetlidir. Çünkü burada; Cebrail Kur'an'ı Al­lah'tan almıştır
yönü vardır. Bu da kuvvetli bir yöndür. Ve bunu Et Teberani'nin «En-Nevas bin
Sem'an»dan merfu olarak rivayet ettiği hadis de teyid etmektedir. Hadis şudur:
«Allah vahy ile konuştuğu za­man gökler şiddetli bir şekilde Allah'ın
korkusundan titriyordu.» Gök­lerin ehli bunu işittikleri zaman ağlayarak secdeye
kapanıyorlardı. Onlardan önce başını kaldıran Cebrail Aleyhisselâm oldu. Cenabı
Hak onunla konuşuyor, iradesini ona vahyediyordu. O da meleklere götürü­yordu.
Hangi gökten geçerse oranın ehli soruyorlardı: Rabbimiz ne bu­yurdu? Cebrail
Aleyhisselâm:

— Rabbimiz hakkı buyurdu! der ve Kur'an'ı
emrolunduğu yere kadar götürürdü.

Bu delillerin hangisi olursa olsun, konumuz ile pek
fazla bir ilgi­si yoktur. Çünkü biz kesinlikle inişin mercii Allah (C.C.)
olduğuna ulanıyoruz.

 


 

Cebrail'in Hz. Muhammed (S.A.V.) üzerine indirdiği
Kur'an'dır. Fatiha'nın başından En Nas sûresinin sonuna kadar olan hakiki,
muciz, ve gerçek lâfızlardan ibaret bulunan Kur'an'dır. İşte o lâfızlar
Al­lah'ın kelâmıdır. Ne Cibril'in ne Hz. Muhammed'in (A.S.) o lâfızlarda
herhangi bir müdahalesi yoktur. Ne inşa etmiştir ne de tertib... Tertip eden
Allah'tır. Onun için Kur'an Allah'a nisbet edilmiştir başkasına de­ğil... Her ne
kadar Hz. Cebrail ve Hz. Muhammed ve onlardan sonra milyonlarca insan Kur'an'ı
okumuş ise de ...Kur'an Allah'ın kelâmıdır. Zira onu tertib eden Allah'tır.
Nitekim bir insan kalbinde bir kelâm inşa ediyor, tertib ediyor. Sonra yazıyor.
Yazdıktan sonra milyonlarca in­san, milyonlarca gün, milyonlarca sene ta
kıyamete kadar okusa dahi yine bu kelâm o, tertip eden insana nisbet edilir,
başkasının kelâmıdır denilmez.

Bazı kimseler «Cebrail (A.S.) Muhammed (A.S.) a
Kur'an mana­larım indirmiş, Peygamber de arap lügatinden lâfızlarla o manayı
ifa­de ve tabir etmiştir» demişlerdir. Bazıları da lâfız Cebrail'indir, Allah
ona sadece manayı vahyetmiş» demişlerdir. Bu iki söz de batıldır. Ve
günahkârlıktır. Âyet, sünnet ve icma-ı ümmetin açık olan yönlerine ters düşer.
Dolayısıyla bu sözler hiçbir kıymet taşımazlar. Hatta bu sözlerin müslümanlann
kitablanna sokulması düşmanları tarafından olsa gerektir. Eğer Kur'an'ın lâfzı
Cebrail'in veya Hz. Muhammed'in olursa Kur'an nasıl muciz olabilir? Sonra nasıl
«Allah'ın kelâmıdır» denilebilir. Oysa bu iddialara göre lâfız Allah'ın değil!
Halbuki Cenabı Hak, Kur'an'da «Allah'ın kelâmını işitinceye kadar» (Et-Tevbe: 6)
bu­yurmuştur. Hakikat şudur: Cebrail'in Kur'an'daki müdahalesi sadece Resulü
Ekrem'e onu naklederek vahyetmektir. Resulüllahm Kur'an'­daki dahli onu melekten
dinlemek, işitmek, sonra insanlara tebliğ et­mek, sonra beyan ve tefsir
etmektir. Sonra onu tatbik edip infaz etmek­tir. Biz Kur'an'da Kur'an'ın
Cebrail'in veya Hz. Muhammed'in inşası olmadığını okuyoruz. Rabbimiz «El-Araf»
sûresi 203. âyetinde şunları buyuruyor: «Eğer onlara bir âyet getirmezsen niçin
kendin uydurma­dın? derler. De kî: Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana
ta­bi olurum. Bu Kur'an size Rabbiniz tarafından basiretler ve delillerdir. Ve
mümin kavim için hidayet ve rahmettir.»

Başka bir âyet-i celile:

«Muhakkak Kur'an sana hakkıyla bilen, hüküm ve
hikmet sahibi tarafından veriliyor.» (En Nemi: 6).

Bu söylediklerimiz Hz. Muhammed'in üzerine inen
Kur'an'ın hak­kındadır. Kur'an'dan başka Kutsi Hadisler de Resulü Ekrem'e vahiy
yoluyla gelmiş, fakat «vahy-i metluv» değildir. İmam Suyuti, El Cü-veyni'den
naklederek diyor:

«Allah'ın indirilmiş kelâmı iki kısımdır. Bir
kısmını Cenabı Hak, Cebrail'e yanına gönderilmekte olduğun peygambere söyle!
Cenabı Hak (C.C.) şöyle şöyle yapsın, şöyle şöyle emrediyor. Cebrail Rabbinin
dediğini anladı ve onu Peygambere indirdi. Rabbinin söylediğini pey­gambere
tebliğ etti. Fakat o, Allah'ın ibaresinin aynısı değildi. Tıpkı padişah,
güvendiği bir kimseye «git falana de ki, padişah sana hizmete devam etsin, savaş
için askerlerini toplasın» diyor gibi. Eğer elçi «padi­şah sana benim hizmetimde
gevşeklik gösterme. Askerin dağılıp gitme­sine manî ol. Onları savaşa teşvik et»
diyor dese, elçi yalan söyledi veya «elçilik vazifesinde kusur yaptı»
denilemez.

Resulullah'ın üzerine inen ikinci kısım, Cenabı
Hak, Cebrail'e «Peygamberime şu kitabı oku» demiş, Cebrail de onu Allah'tan
tağyir, tebdil etmeksizin, değiştirmeksizin indirmiş, peygambere olduğu gibi
okumuştur. Bu da tıpkı padişahın bir emirname yazıp emin bir elçiye teslim edip
«git bu emirnameyi falan adama oku» demesi gibidir. Elçi ondan ne bir kelime
eksiltir, ne bir harf değiştirir, olduğu gibi okur.

îmam Suyuti, El Cüveyni'nin bu sözünü naklettikten
sonra diyor ki: Kur'an'ı Kerim ikinci kısımdır. (Yani vahyi metluvdur). Birinci
kısım ise, sünnet-i seniyyedir. Nitekim varid olmuştur ki, «Cebrail Kur'an'ı
indirdiği gibi sünneti de indiriyordu»
[11] İşte bu noktadan ötürü sünneti bilmana rivayet etmek caiz, çünkü Cebrail
bilmana Resu­lü Ekrem'e vahyetmiştir. Fakat Kur'an'ın okunması bilmana caiz
değil­dir. Çünkü Cebrail Aleyhisselâm Kur'an'ı bilfarz Resulü Ekrem'e
vah­yetmiştir. Onu bilmana eda etmek mubah değildir. Buradaki sır şu olsa
gerektir: Maksad Kur'an'ın lâfızlanyla ibadet etmek, lâfıziyla başka­sını
hayrette bırakmaktır. Hiç kimsenin kudretinde yoktur ki, Kur'an lâfzının yerine
kaim olan bir lâfız getirsin. Bir de Kur'an'ın her harfi­nin altında çeşitli
manalar vardır ki, zapt u rapt altına alınamayacak kadar çoktur. Hiç kimse bu
manaları kapsayıcı bir bedel getiremez. Burada ümmete kolaylık kastedilmiştir.
Zira ümmete gönderilen ilahî buyruklar iki kısma ayrılmış, bir kısmı (Kur'an),
vahyedilen lafzıyla rivayet ediliyor. Bir kısmı da [Hadis] manasıyla rivayet
edilir. Eğer hepsi lâfızla rivayet edilen kısımdan olmuş olsaydı zor gelirdi.
Veya hepsi bil mana olsaydı tebdil ve tahriften insan emin olmazdı.

 


 

Kur'an'ın nüzulü Resulü Ekrem'in peygamber olduğu
günden başladı. Hayatının sona ermesinin yakınlaştığı zamana kadar devam etti.
Bu müddet ya yirmi, ya yirmiüç veya yirmibeş senedir. Zira Re­sulü Ekrem'in
peygamber olduktan sonra Mekke'de on sene mi, onüç sene mi, onbeş sene mi
kaldığında siyer alimlerinin ihtilâfı vardır. Me­dine'deki kalışı ise itifakla
on senedir. Teşrii İslâm tarihini tedkik eden bazı kimseler «Resulü Ekrem
(S.A.V.) Mekke'de oniki sene beş ay onüç gün durmuştur. Mübarek doğumunun 41.
senesinin Ramazanın 17. sinden elli dördüncü senesinin Rebiüıevvelinin başına
kadar.. Hicretten sonra Medine-i Münevvere'de ikâmeti ise, dokuz sene dokuz ay
dokuz gündür. 54. yaş senesinin Rebiülevvel ayının birinde Medine ikâmeti
başlamış, 63. senesinin Zilhicce ayının ondokuzuna kadar devam
et­miştir.

Bu tahkik, «Resulü Ekrem, Mekke'de onüç sene durdu,
Medine'de on sene durdu, Kur'an'ın vahyedildiği zamanın miktarı yirmiüç
sene­dir» diyen söze daha yakındır.

Kur'an'ın parça parça inmesinin delili şu âyeti
celîlelerdir:

«Kur'an'ı insanlara dura dura yani ağır ağır, tek
tek okuyasın di­ye ayrı, parça parça, yani tedricen sana indirdik» (El İsra:
106).


«Kâfirler niçin Kur'an ona toptan nazil olmadı,
dediler. Onu böy­le indirmişiz. Kalbini onunla sebatlandırmak içindir. Onu sana
parça parça okuyup kıraat ettik. Onlar senin için bir mesele getirdiklerinde biz
onu bir hak ile ve en güzel tefsir ile red ederiz.» (El Furkan:
32-33).

Rivayete göre Yahudi ve müşrikler Kur'an'ın parça
parça inmesi hususunda Resulü Ekrem'i ayıpsadılar. Defaten inmesini
Resulullah'a  teklif ettiler. Onlara
cevab olarak Cenabı Hak bu iki âyeti indirdi. Al­lah'ın bu red cevabı iki emre
delâlet eder:

Birincisi; Kur'an Resulü Ekrem'e parça parça
geldi.

İkincisi, semavî kitablar yani Kur'an'dan önceki
semavî kitablar defaten indiler. Nitekim bu husus alimler arasında yaygındır.
Fakat ileride «Nisa» sûresinde sadece Tevrat'ın defaten indiği hükmü
gele­cektir.

 


 

Hulâsa olarak dört hikmette derliyebiliriz. Birinci
hikmet: Cenabı Peygamberin kalbine kuvvet vermektir. Zira vahyin zaman zaman
gel­mesi, meleğin zaman zaman Allah tarafından Resulullaha indirilmesi kalbini
sevinçle dolduruyordu. Göğsü açılıyordu. Bir de zaman zaman gelmesinde Resulü
Ekrem'de ezberleme ve anlama kolaylığı meydana geliyordu. Hükümler ve
hikmetlerinin bilinmesi daha kolay oluyordu. Bunların yani bu parçaların her
gelişinde yeni bir mucize varid olu­yordu. Zira her parçanın gelişinde Kur'an'm
muarızları muarazaya davet ediliyordu. Muaraza etmedikleri için de aciz
oldukları ortaya çı­kıyor ve yeryüzü adeta kendilerine dar geliyordu, Kur'an'm
parça par­ça gelmesiyle adeta Cenabı Hak zaman zaman düşmanlarıyla şiddetli
çarpışma durumunda olan Resulünün halini sorardı. Bu da Resûlül-lah'a bir
kolaylık getirirdi. Dolayısiyle teselli bulurdu. Cenabı Pey­gamber (S.A.S.),
sevinirdi. Nitekim bu durumu Rabbimiz şöyle beyan
buyurmaktadır:

«Bir de kâfirler Kur'an ona toptan indirilseydi ya!
derler. Biz onu kalbine iyice yerleştirelim diye böyle âyet âyet indirdik ve onu
güzel bir şekilde beyan edip âyet âyet okuduk.» [El-Furkan -
32]

İkinci hikmet: Bu yeni gelişen ümmeti ilim ve amel
yönünden peyderpey (tedricen) terbiye etmektir. Eğer Kur'an medrese ve mek-teb
görmemiş, yüzde biri ancak okur yazar olan, yazma âletlerinden yoksun bulunan
ümmet üzerine defaten nazil olsaydı, bir yönden mai­şetlerinin teminiyle, bir
yönden de yeni dinlerini silâh ve kan ile mü­dafaa etmekle meşgul olan bu ümmet,
defaten nazil olan Kur'an'ı ezberlemekten aciz kalırdı. Bunun için Cenabı Hakkın
yüce hikmeti ted­ricen inmeyi ve onlara da ezberlenmesinin kolaylaştırılmasını
icab etti. Bir de onları daha önceki batıl akidelerinden boşaltmak için
peyderpey inen âyetler zemin hazırlıyordu. Kötü âdetleri terketmek, rezil
huylar­dan vazgeçirmek hedefi güdülüyordu... Onları gün be gün talim
ettiri­yordu. Gerçek akidelere sahib olmaları, sıhhatli ibadetleri edinmeleri,
faziletli ahlâkları kazanmaları için adeta peyderpey gelen Kur'an ze­min
hazırlıyordu. Bu, Cenabı Hakkın ilâhi siyasetidir. Ve yüzde yüz isa­betlidir.
Zira bütün siyasetleri yaratan Allah'ın siyaseti yanlış olamaz. «Tevhid» ve
«Haşr» akideleriyle kalblerini diriltmeye, şirk ve başıboş­luktan kurtulmalanyla
İslâmî bir neş vu nemaya yönelik olan bu ilâhi hikmet böylece devam ederek
geldi. Cemaatler ve değişik milletleri İs­lâm potasında eritmek için bu Kur'an'm
bir icazıydı. Sabır veya tüm silâhlarıyla müminlerin kalbini tesbit etmek için
Kur'an tedricen ge­liyordu. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetleri vardır.
Misal olarak Nur sûresinin şu âyetini ele alalım:

«Sizden iman eden ve amel-i salih işleyenlere Allah
kendilerinden önce geçenleri nasıl kâfirlerin yerlerine getirdiyse, onları da
yeryü­zünde müşriklerin yerine getireceğini, onlar için razı olduğu dinlerini,
tslâmı, payidar kılacağım ve korkudan sonra onları kafi bir eminliğe
çevireceğini vadetmiş ve bana ibadet edin ve bana hiçbir şeyi ortak tutmayın
diye emreyiemiştir. Bundan sonra küfredenler fâsıklardır.» (Nur:
55).

Üçüncü hikmet: Hadiseler ve olaylar ile yürümektir.
Evet, hadise ve olayların yenilenmesi, ayrı ayrı zamanlarda vuku bulması
münase­betiyle âyetleri indirmektir. Her hadise başgösterince, ona cevab ola­rak
Kur'an âyetleri inmiştir. Binaenaleyh Cenabı Hak onlara o hadi­seye uygun
hükümlerini açıklamış oluyordu. Bunun hikmeti önce Re-sûlüllaha yöneltilen
suallere cevap olsun diyedir. İster o sualler Resû-lüllah'm peygamberliğini
gerçek manada anlamak için sorulsun, is­terse onu yanıltmak için sorulsun. Bu
suallere cevab olsun diye zaman zaman parça parça, âyet âyet, ve sûre sûre
Kur'an nazil olmuştur. Mi­sal olarak şu âyetleri
gösterebiliriz:

«Senden ruh hakkında sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin
emrinden-dir. Size ilimden çok az bir şey verilmiştir.» (El İsra:
85).

«Sana Zülkarneyn hakkında sorarlar! De ki: Size ona
dair bir ha­ber anlatacağım. Onu yeryüzünde kuvvet ve kudretle iktidar sahibi
yaptık. Ve ona her şeyden bir sebeb verdik. O da sebeblerden birine tâ­bi oldu.»
(Kehi: 83-84).

Bu gibi sualler Resulü Ekrem'i susturmak için
sorulan suallerdi. Bir de gerçeği anlamak için sorulan suallere dair bir misal
verelim:

«Neyi nafaka olarak vereceklerini senden sorarlar.
De ki: Baba ve anaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere ve yolculara istediğinizi
infak ediniz. İşlediğiniz her hayrı Allah bilir.» (El Bakara:
215).

«Olur ki, dünya hususunda, âhiret işlerinde de
iyice düşünürsü­nüz. Ve senden yetimler hakkında sorarlar. De
ki:

Onların durumlarını ıslah hayırdır. Onlarla
yaşamanız ve müna­sebetlerinizde onların kardeşleriniz olduğunu düşününüz.» (El
Baka­ra: 220).

Şüphesiz ki, bu sualler Resulü Ekrem'e değişik
zamanlarda soru­lurdu. Onlar durmadan suale devam ederlerdi. Cevabın da o
vakitlerde, yani değişik zamanlarda inmesi en uygunuydu. Bir de, hadiseleri tam
zamanında beyan etmek, onlar hakkında Allah'ın hükmünü bildirmek gayesi
güdülüyordu... Hadiselerin hepsi bir zamanda olmuyordu. Çeşit­li zaman ve
değişik vakitlerde oluyordu. Öyleyse Cenabı Hak o hadise­leri değişik zamanlarda
indirdiği âyetlerle cevaplandırırdı. Bunun Kur'an'da birçok misali vardır. Fakat
numune olarak Nur sûresinden şu âyeti alalım:

«O iftira haberini getirenler içinizden bir
zümredir. Bu iftirayı si­zin için bir kötülük sanmayın. Bilâkis o hakkınızda bir
hayırdır. Onla­rın her birine kendi kazandığı kadar günah vardır. Onlardan
günahın büyüğünü yüklenen için büyük bir azab vardır.» (En Nur:
11).

Bu âyetten başlayarak 10. âyete kadar olan âyetler
kâinatın en korkunç hâdiselerinden birisi olan bir olay hakkında nazil olmuştur.
Müminlerin annesi ve Resulü Ekrem'in değerli eşi Aişe validemiz it­ham
edilmişti. Cenabı Hak bu âyetleri indirerek bu meseleyi hallu-fasl etmiştir.
Burada bir çok sosyal dersler vardır. Durmadan insanlar için okunur. Kıyamete
kadar da okunacak. Tahir ve Resûlüllah'a eş olacak kadar Cenabı Hak tarafından
yüceltilmiş validemizin beraetini ilân ve tescil edecektir!... Bu misallerden
birisi de «El Mücadele» sûresinin başındaki âyettir:

«Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a
şikâyet et­mekte olan kadının sözlerini Allah işitti. Allah sizin konuşmanızı
za­ten işitiyordu. Muhakkak ki Allah işiticidir, görücüdür.» (El Mücade­le:
1).

Bu âyet ile onu takibeden ikinci ve üçüncü âyetler
Sa'lebe kızı Havle, Resulü Ekrem'e şikâyete geldiği zaman indiler.
Havle:

—  Kocam, Es
Samit oğlu Evs, benden muzaheret etmiştir.  
Yani zihar yemini yapmıştır.

Resulü Ekrem:

—  Sen
boşanmışsın! dedi.

O da Resulü Ekrem'e:

—  Benimle
beraber küçük çocuklar vardır. Eğer onları Evs'e tes­lim edersem zayi
olacaklardır. Eğer kendimle beraber götürürsem aç­lıktan öleceklerdir, diye
mücadele etti.

Cenabı Hak, bu hadiseyi izah etmek için bu âyetleri
nazil etmiştir.

Üçüncü hikmet: Âyetlerin parça parça gelmesinin
üçüncü nedeni, müslümanlann yanlışlıklarını tashih etmek, veonlan hatadan sevaba
irşad etmektir. Bu yanlışlıklar ve hatalar hep bir zamanda değil deği­şik
zamanlarda olduğu için değişik zamanlarda âyetler nazil olurdu. İstersen Al-i
İmran sûresinin şu âyetini oku:

«Hani sen müminlere harb için yer hazırlamak üzere
erkenden ailenden ayrılmıştın. Allah Semiidir, Alim'dir. Sizden iki zümre,
velile­ri ve yardımcıları Allah olduğu halde bozgunluğa meylettiler. Mümin­ler
Allah'a tevekkül etsinler.» (Al-i İmran: 121-122 ve
devamı).

Evet, bütün bu âyetler Uhud savaşı hakkında nazil
olmuştur. Müs­lümanları bu korkunç savaşta v ebu darlıktaki yerlerinde yapmış
ol­dukları hatalarını irşad etmek dersi vardır bu âyetlerde... Ve bunun benzeri
Kur'an'da çoktur. Bir de Allah'ın düşmanı olan münafıkla­rın hallerini
keşfetmek, Resulü Ekrem ve müminlerin gözünün Önün­deki perdelerini yırtıp iç
âlemlerini onlara göstermek ve onlardan hazer etmelerini teinin etmek ve
şerlerinden emin olmayı elde etmek için âyetler zaman zaman nazil olunur.
İsterseniz bu hususta şu âyeti be­raberce inceleyelim:

«İman etmedikleri halde «biz iman etlik» diyen
insanlar vardır. «Allah'a ve âhiret gününe inandık» diyenler vardır. Allah'ı ve
iman edenleri güya aldatırlar. Halbuki onlar kendilerini aldatır ve bunun da
farkında değildirler.» (El Bakara: 8-9 ve devamı).

Bu onüç âyeti celîle münafıkları rezil etmek için
inen âyetlerdir. Nitekim Cenabı Hak, «Et Tevbe» süresindeki âyetlerde de onları
rezil etmiştir. Ve nitekim Kur'an çeşitli münasebetlerde münafıkların çir­kin
yüzlerini örten perdeleri kaldırmıştır. Ve böylece münafıklar da belirlenmiş
olmuşlardır.

Dördüncü hikmet: Kur'an'm kaynağına, yani Kur'an'm
sadece Allah'ın kelâmı olduğuna insanları irşad etmektir. Ne Hz. Muham-med'e ve
ne de herhangi bir kimseye Kur'an gibi bir kelâm getirmenin mümkün olmadığına
insanların dikkatini çekmektir. Bunun izahı şöy­ledir: Kur'an'ı başından sonuna
kadar okuyorsunuz. Görüyorsunuz ki, serdedilmesi yıkılmaz bir şekilde, tertibi
ince, ruhu metin, âyetlerin bi­tişmesi kuvvetli, bir kısmı diğerine sarılmış,
değişik âyetler ve sûreler değişik cümleler olduğu halde birbirleriyle
münasebetdardır. İcazın kanı hepsinde var. «EH£»inden «Ya»sma kadar muciz bir
şekilde ter-tib edilmiştir. Parçalan arasında kopukluk göremezsin. Terslik ve
zıt­laşma yok. Sanki eritilip kalıba dökülmüş altm bir halkadır. Sanki bi­tişik
bir gerdanlıktır. Gözleri kamaştıran bir mücevher gerdanlık... Harfler ve
kelimeleri tanzim edilmiş, cümleler ve âyetleri yeknesak, sonları
başlangıçlarına uygun olarak gelmiştir. Başlangıcı sonuna mü-nasib olarak
başlamıştır. «(Elif, Lam, Râ) bu âyetleri muhkem.. Son­ra ihtiyaca göre tefsil
olunmuş, Adil, galib ve hâkim olan Allah tara­fından gönderilmiş bir kitabtır.»
(Hud: 1).

 


 

Vahyin şer'i dilde manası şudur: Cenabı Hakkın
kullan arasından seçmiş olduğu bir kuluna bildirmek istediği hidayet ve ilmin
çeşitleri-

ni göndermektir. Fakat bu gönderme gizli bir yolla
olur. Beşerin adeti olmayan bir yolla... Bunun için vahyin çeşitleri vardır. Hz.
Musa ile konuştuğu gibi... Bazan Cenabı Hak direkt kuluyla konuşur. Bazan ilham
yoluyla oluyor. Yani Allah seçmiş olduğu kulunun kalbine za­ruri ilimden bir yön
üzere ilham atar. Kul onu asla uzaklaştıramaz ve onda şüphe de edemez. Vahyi
bazan doğru bir rüya olur. Bu rüya, ge­cenin gidip gündüzün gelmesi gibi açık ve
seçik bir şekilde meydana gelir. Bazan vahyin «Emini)) Cebrail vasıtasıyla
oluyor. Cebrail kerim bir melektir. Kuvvet sahibidir. Arş sahibinin katında
mekindir. Orada itaat olunur ve emindir. İşte bu çeşit vahyi, vahyin en meşhuru
ve en fazlasıdır. Kur'an'ın vahyi tamamen bu kabildendir. «Vahyi-celî»
de­nildiğinde, bu tür vahy kastediliyor. Cenabı Hak, «Eş-Şuara» sûresin­de
buyurmuştur:

«Onu Ruh-ul Emin indirdi. Halkı azabla
korkutanlardan olasın diye onu senin kalbine indirdi. Açık arapça bir dil ile
indirmiştir. Ger­çekte o evvellerin kitablannda da vardır.» (Eş Şuara:
193-196),

Vahy meleği de çeşitli uslûblerle iniyordu. Bazan
meleklik ve ha­kiki suretinde Resûlüllaha iniyordu. Bazan insan suretinde
Resûlül-lah'a görünüyor ve Resûlüllah'ın yanında hazır olanlar da onu görür ve
sözlerini dinlerler. Bazan gizlice Resûlüllah'ın üzerine iniyor ve
gö­rünmüyordu. Fakat Resûlüllah'taki değişiklik ve uykuda olan bir in­sandan
gelen ses gibi ses çıkarması vahyin inişini haber veriyordu. Re-sûlüllah bir
zaman, sanki bayılıyormuş gibi, bir gaybubete dalıyor. Halbuki baygınlık diye
birşey yoktu. Ondan sonra ayılyor, aldığını vahyin kâtiblerine yazdırıyordu.
Resûlüllah'ın bu dalgınlığı, ruhanî meleğin mülakatında istiğrak, beşeri ve
normal halinden uzaklaşmak-dı. Bu durum, cisim üzerinde tesir yapardı. Bunun
için Resûlüllah'tan ses çıkar ve cismi pek ağır bir hale gelirdi. Bazan en
şiddetli soğuk ol­duğu halde mübarek alnından ter dökerdi. Bazan da vahyi Resulü
Ek­rem'in üzerine çıngırağın sesi gibi inerdi. Nasıl ki çıngırak sallandığı
zaman dinleyenin kulağında bir ses oluyorsa, vahy da o şekilde geli­yordu. Bu,
vahyin çeşitlerinden en şiddetlisi idi. Bazan da Resûlüllah'ın yanınla olanlar,
Resulü Ekrem'in mübarek yüzünün yanında annın sesine benzer bir ses, bir vızıltı
duyarlardı. Fakat hiçbir konuşmayı an­lamazlar ve denilenin farkında olmazlardı.
Resûrüllah'a gelince, o dinler, ezberler ve iki kere iki dört edercesine bilir
ki bu Allah'ın vahyidir. Bunda herhangi bir iltibas ve şüphe kalmazdı. Vahy
bittikten sonra kendisine vahyedilenin kalbinde hazır olduğunu bulur ve
hafızasında nakşedilmiş olduğunu görürdü. Sanki bir kâğıda yazılmış gibi idi.
Vah­yin bu çeşitlerine dair deliller, Kur'an ve Hadis'te çoktur. Misal olarak şu
âyetle iktifa edelim:

«O nevasından söylemez. O, [konuşması] kendisine
Allah tarafın­dan vahyolunan bir vahiydir.» (En Necm:
3-4).

Buhari tarafından Aişe validemizden   rivayet edilen şu hadis te bunun
misallerinden biridir:

«Haris bin Hişam Resûlüllah'tan
sordu:

— Ey Allah'ın Resulü! Sana vahy ne şekilde
geliyor?

Resûlüllah cevaben dedi ki:

—  Bazan
çıngırak sesi gibi geliyor. Bu benim için vahyin en şid-detlisidir.   Bu ses sustuktan sonra   söylenenlerin hepsini ezberlediğimi
görüyorum. Bazan melek bana bir kişi şeklinde görünüyor. Konuşuyor. Onun
konuştuğunu hissediyorum. Aişe validemiz diyor ki:

— 
Resûlüllahı gördüm, çok soğuk bir günde vahyin üzerine indiği zaman...
Vahiy bittikten sonra bakıyordum ki,  
mübarek alnında ter buram buram akıyordu.»



 

Vahyin düşmanları, Allah'ın sistemine iman
etmiyenler ancak de­nemiş oldukları yoldan akla iman ederler. Ancak
ıstılahlarında yeni dedikleri ilme inanırlar. O ilim, kesin marifetlerden bir
parçadır. Onu yeni araştırma düsturları meydana getirmiştir. Bunlar ancak
«His­sin» yani duyular kapsamına giren bir şeyi itiraf ederler. Sadece aklî ve
ruhî olan bir şeyi kabul etmezler. Böylece nefislerini madde zinda­nında
hapsetmişler, maddenin Ötesini yani metafiziği uzun devir ve zamanlar inkâr edip
durdular. En uzak hududlara kadar şüpheye dal­dılar. İlahiyat, peygamberlik ve
vahy hakkında daima hafife alıcı söz­ler söylediler. Cahiliyyetin en zâlim
devirlerinde bile varılmayan hu­duda vardılar. Fakat ilim kayası onların    alınlarına çarpmasaydı bu inkârdan
vazgeçmezlerdi. Evet ilim aşılmaz bir kaya gibi önlerine çık­tı, alınları ilim
kayasına çarptıktan sonra uyandılar ve vahyin müm­kün olduğuna inanmaya
başladılar.

Bu ilmî ve uyarıcı delillerden birisi
Hipnotizmadır. Milâdın 18. yüzyılında Alman doktor Mısmer tarafından
keşfedilmiştir
[16] Bu doktor ve talebeleri tam bir asırlık zaman içerisinde bu ilmî delili
is­pata ve alimleri bunu itirafa mecbur etmeye çalışmışlardır. Sonunda ilmen
delil olması kabul edilmiştir. Ve bu da yüzbinlerce defa denen­dikten sonra
olmuştur. Hipnotizma vasıtasıyla şu hakikatlan ispat
et­mişlerdir:

1- İnsanın bâtın bir aklı vardır. Bu akü, adet
aklından çok üs­tündür.

2- İnsan hipnotizma edildiği halde görür, dinler,
uzak mesafe­lerden. Perde arkasını okur. Gelecekte olanlardan haber verir.   Oysa haber verdiği nesneler için iç âleminde
az bir alâmet ve emare dahi yoktur.

3- Hipnotizmanın birçok dereceleri vardır, biri
diğerinden üs­tündür. Bu dereceleri insan geçtikçe bâtın aklı da artar
durur.

4- İnsan bazan öyle bir dereceye varır ki, bu
derecede muteves-silin yani elçilik yapanın ruhu cesedinden çıkıyor.
Görülmeksizin onun yanında yer alır.  
Cesede bakıyorsun ölü gibidir.  
Eğer ruh ile cisim arasındaki gizli ilgi olmasaydı belki de
düşerdi.

5- Bunun arkasında ruhun varlığını ispat
etmişlerdir.

6- Ruh tamamen cesedden müstakildir hakikatına
varmışlardır.

7- Ruh cesedin yok olmasıyla yok olmaz hakikatina
varmışlar­dır.

8- Ruh maddeden sıyrıldığı takdirde daha önceki
ruhlarla itti­sal edebilir hakikatına varmışlardır ve daha nice şeyleri bu
vasıta ile tesbit etmişlerdir. Biz onların tesbit ettiklerini teslim ediyor ve
vardır diyoruz.   Fakat onların bütün
dediklerini tasdik etmiyoruz. Bu ilmin batı dünyasında birçok yardımcıları
vardır. Bu ilim için tesis edilmiş müesseseler, bu hususta yazılmış kitablar, bu
ilim için inşa edilmiş hastaneler vardır. Halk ruhî tedavileri oralarda görmeğe
gidiyor. Bu ilmin hakkında derin derin gitmek, tarihini belirtmek, deneylerini
or­taya sermek, faidelerinden bahsetmek bizim konumuz değildir. Fakat mücmel bir
fikir vermek istiyoruz. Bu fikir sana Cenabı Hak bu asır­da nice apaçık
âyetleri, hangi hududa kadar getirmiştir. Hem de me­tafiziği inkâr eden
tabiatçıların eliyle. Bu tabiatçılar bu sayede Al­lah'tan gelen bir nimet ile
inkârdan vazgeçmişler ve metafiziği ispata yanaşmışlardır. Bunlar Cenabı Hakkın
şu âyetinin tezahürü olsa ge­rektir:

«Biz onlara a fakta ve kendi nefislerinde
âyetlerimizi yakında gös­tereceğiz. Kur'an'm hak olduğu apaçık ortaya
çıkacaktır. Sana Bab-binin her şeye şahid olması yetmez mi?» (Fussilet: 53 ve
diğer âyet­leri).

Denemelerle sabit olmuştur ki, hipnotizmacı
hipnotizma etmiş ol­duğu adamın nefsinden istediğini silebilir, ismini
silebilir. Ona başka bir isim takabilir. Onu ikna edebilir. Hatta dinî
akidelerini bile silebilir. Fakat dinî akideleri silen bir hiptonizmacı,
hipnotizma edilmiş adam gibi, dinden çıkacağına dikkat etmelidir. Cenabı Hak
bizi hak yoldan ayırmasın. İşte bu hiptonizma ile yani bu ilmî yol ile vahyi
inkâr edenler biraz yaklaşmışlardır. Hipnotizma olayında olduğu gibi, bir mahlûk
diğer bir mahlûkun nefsinde tesir etmeye kadir olduktan son­ra Kâinatın sahibi
Meleğin vasıtasıyla Hz. Muhammed'in nefsinde te­sir edemez iddiası hangi akıl ve
hangi vicdan tarafından kabul edilir?

İkinci delil; telefon, telsiz, mikrofon ve radyo
gibi araçlardır. İn­san bu âletler, bu araçlar vasıtasıyla uzak memleketlerde,
dünyanın öbür ucunda bulunan kimselerle konuşabilir, istediğini ona
anlatabi­lir. Bu maddî acaiblikler bu işleri yaptıktan sonra acaba kudret-i
mut­laka sahibi olan Allah vahy yoluyla maksudunu anlatmaktan aciz ola­bilir
mi?

Üçüncü delil; ilim, cansız nesneleri çeşitli ses ve
nağmelerle Kur'-an, türkü, şarkı ve konuşmalarla doldurmaya kadir olmuştur.
Fonog­raf ve kasetler gibi. Acaba buna ilim muktedir olur da kadr-i mutlak,
melek vasıtasıyla veya vasıtasız bir şekilde kullarının arasında saf ve berrak
nefislere sahib olan bazı kimselerin kalbini mukaddes kelâmla doldurup onu halka
hidayet rehberi yapmaya kadir değil midir?

Dördüncü delil; dünyamızın bazı hayvanlarında
görüyoruz ki, dü­şünce neticesinde bile yapılması pek zor olan nizamlı ve
intizamlı iş­ler yapıyor. Bu da bize kesin bir kanaat veriyor ki, bu iş, o
hayvandan değil, yüksek bir iradeden geliyor. O irade ona o şekilde vahyediyor,
ilham ediyor, o da o acaiblikleri yapıyor. Arı ve karıncalar gibi hay­vanlar
misal olarak verilebilir. Madem ki hayvan âleminde bu olmuş­tur acaba insan
âleminde bunun olması daha güzel değil midir? Çün­kü insanların en yüce ufukla,
irtibat kurması bakımından daha musa-id olduğu ortadadır.

Beşinci delil «abkariyye» denilen
haldir.

Bu hali, «eflatun» şöyle tarif etmiştir: «abkariyye
ilâhî bir haldir. Beşeriyet için yüce ilhamlar doğurduğunu meydana
getirir.»

Biz bu hale süperlilik deriz. Olağan üstü bir
haldir. Allah dilediği kuluna ihsan eder. Vahyi hususunda şaşkın duranları
dosdoğru yola getiren ve gerçeğe hidayet eden bir haldir
abkariyyet.

Felsefeciler abkariyye yüce bir haldir. Aklın orada
hiçbir dahli yoktur» derler. Tabiatçılar «Abkariyye tabiattan gelen bir
halledir. Okumak ve düşünmekle elde edilmez» derler.

Altıncı delil: Yeni ilim kabul ediyor ki, bazı
insanların ruhanî bir tarzda görünmeleri müşahede edilmiştir. Bu, alimlerin
rüyalarında bi­le oluşmasını tahmin etmedikleri bir hârikadır. Halbuki bu
harikayı meydana getiren ve kendisinde bu harika görünen belki bunun farkın­da
bile değildir. Hem bu harikayı hisse dayanır herhangi bir maddi nedenle
nedenlendirmesi de mümkün değildir. Bu görünürleri denedi­ler. Yeryüzünün en
büyük sihirbazlarını bunu görmek için celbedip ge­tirdiler. Fakat sihirbazlar,
bunun «SİHİR» olmadığına, ancak ruhanî hadiseler olduğuna şahidlik edip, meharet
ve el çabukluğunun bunda hiç dahli yoktur dediler.

 


 

İlmî delilerden vahyin mümkün olduğunu anladın.
Şimdi sana aklî delili arzedelim:  
«Vahyin oluşunu sâdık ve mâşum olan Hz. Muhammed (S.A.V.) haber
vermiştir. Her ne ki sâdık ve masum zat onun oluşundan haber verirse o hak ve
sabittir. Öyleyse vahy de hak ve sa­bittir.»

Resulü Ekrem'in vahyin olacağını haber vermesinin
delili, Kur'an ve sünnettir. «Sâdık ve masumun her söylediği oluyor» cümlesinin
de­lili ise, sıdk ve ismetin muktezasıdır. Yani doğruluk ve masumluk bunu ister.
Hz. Muhammed'in sâdık ve masum olmasına delili ise, onun elindeki Kur'an ve
diğer mucizelerdir. Bu mucizeleri sanki Ce­nabı Hak (C.C.) tecelli etmiş ve
kullarına:

«Benim kulum Muhammed (S.A.V.) dinden getirip size
tebliğ etti­ği herşeyinde doğru söylüyor. Çünkü onları ben ona vahyettim!»
de­miştir, yerindedir.

 
 


 

Bu bahis tevkifidir. Yani Resulü Ekrem'den nasıl
işitilmişse, öyle­ce durdurulur ve yorum yapılmaz. Burada aklın herhangi bir
çalışma imkânı da yok. Ancak akıl mevcut deliller arasında tercih yapabilir veya
zahirdeki çelişkileri defetmeye çalışabilir. İlk ve son nazil olan âyetlerin
bilinmesinde birçok faideler vardır. Bunlardan birincisi; «na-sih» «mensuh» ten
ayırd edilmiş oluyor. İkincisi ise teşrii İslâmîn tarihi bilinmiş oluyor. Onun
tedrici seyri murakabe edilmiş oluyor. Ve bunun arkasında îslâmın hikmet ve
siyasetine akü vâsıl oluyor. Bir de Kur'an'ı Kerime verilen ehemmiyet ve
inayetin vardığı derece ve nok­tayı belirtmek faydası burada vardır. Öyle ki
Kur'an'da Mekke dev­rinde inenle Medine devrinde inen, seferde inen ile hazerde
İnen bi­lindiği gibi ilk inen âyetle son inen âyette bilinmiştir. Şüphe yoktur
ki bunların bilinmesi, insanın müslümanlığa güvenmesini daha da artı­rır.
Kur'an'ın tağyir ve tebdilden salim kaldığının delili olur. Nitekim Cenabı Hak
(C.C.) Kur'an'ında «Allah'ın kelimelerini değiştirmek yok. İşte bu değiştirmemek
en büyük zaferdir» (Yunus: 64) buyurdu.

İlk nazil olan âyet hakkında dört görüş
vardır:

Birincisi; tkra sûresinin «insana bilmediğini
bildirdi, öğretti» âye­tine kadar olan kısımdır. En doğru görüş de budur. Zira,
Buharî bu hususta Aişe validemizden şu hadisi rivayet
ediyor:

«Peygambere ilk gelen vahy, uykudaki sâlih
rüyalardır. Cenabı Peygamberin gördüğü rüya, sabahın geceden ayrılması gibi
vukubu-lurdu. Sonra Resûlüîlah'a uzlet, (yani insanlardan uzak yaşamak)
sev­dirildi. Cenabı Peygamber Hirâ mağarasına gidiyor. Aile efradına gel­meden
birkaç gece orada ibadet ediyordu. Bunun için azıklarını alıyor­du. Azığı
bittikten sonra Hz. Hatice'ye gelip yine onun benzeri, yani oradaki bekleyişin
benzeri için azık alır giderdi. Böylece vahy gelince­ye kadar devam etti.
[Resûlüllah Hira mağarasında iken vahy geldi.] Melek Resûlüllaha geldi: Bu
durumu Resûlüllah şöyle anlatır: «Melek:

— Oku! dedi.

— Ben okuyucu değilim ki! dedim. Bunun üzerine
Melek beni tu­tup, bağrına bastı. Son takatıma,   yani dayanabileceğim son noktaya geldikten
sonra beni bıraktı. Ve dedi:

— Oku!

Ben cevap verdim:

— Ben okumuş değilim!

Tekrardan melek beni ikinci kez tuttu, dayanacağım
son noktaya kadar beni sıktı. Sonra beni bıraktı ve dedi
ki:

—  Oku!
Dedim ki:

— Ben okumuş değilim!

Üçüncü kez beni tuttu ve sıktı. Sonra beni bıraktı
ve buyurdu:

— Rabbinin ismiyle oku! O rab ki yarattı. İnsanı
kan pıhtısından yarattı. Oku! Senin Rabbin en keremlidir.» (Alak,
1-2).

Bazı rivayetlerde «bilmediğini insana Öğretti»
âyetine varıncaya kadar okudu. Resûlüllah bu âyetleri alıp Hatice validemize
döndü. Kalbi titriyordu. El-Hakim «Mustedrek»incle, El-Beyhaki «Delâl»inde Aişe
validemizden rivayet ettiler:

— Kur'an'm ilk inen sûresi Âlak
süresidir.»

Et-Tebarani «Kebir» inde Ebu Rica el-Atarani'den
rivayet ederek şu hadisi getirdi:

«Ebu Musa bizi okutuyordu. Biz halka halinde
oturuyorduk. Onun sırtında iki beyaz elbise vardı, «tkra' bismi Rabbike» âyetini
okuduğu zaman «Bu, Hz. Muhammed'in üzerine inen ilk sûredir»
diyordu.

Bu hususta daha başka eserler de varid
olmuştur.'

îkinci görüşe gelince: Bu görüşe göre ilk inen sûre
«El Mudessir» süresidir. Bunlar Müslim ve Buharî'nin Ebu Seleme bin
Afadurrah-man bin Avf'ten rivayet ettiği hadisle istidlal
etmişlerdir:

Kaab bin Abdullah'tan sordum:

—  Kur'an'm
hangi sûresi ilk indi? Dedi ki:

— El Mudessir sûresi. Ben:

— Yoksa Âlak sûresi mi? diye sordum. Dedi
ki:

—  Ben size
Resûlüllah'ın bize söylediğini söylüyorum. Resûlüllah
buyurdu:

— «Hira mağarasında bulunuyordum. Zamanım bittiği
sırada in­dim.    Vadinin tam ortasına
gelmiştim.    Çağrıldım.    Önüme baktım, arkama baktım, sağıma baktım,
soluma baktım. Sonra göklere baktım. Gördüm ki, o, yani Cebrail, yer ile gök
arasında bir Kürsinin üzerinde oturmuştur. Beni bir sarsıntı tuttu. Hatice'ye
geldim. Onlara: «Beni örtmelerini» söyledim. Bunun üzerine Cenabı
Hak:

«Ey örtünen! Kalk ve korkut» (El-Muddesir: 1)
âyetini gönderdi.»

Fakat bu rivayet, bu sûrenin ilk inen sûresi
olduğunun tam delili olamaz. Çünkü mümkündür ki Resûlü-Ekrem vahyi aldıktan
sonra mağaradan inmiş, ikinci kez Cebraili görmüş ve bu hadise başından geçmiş,
evine gelip örtünmüş ve örtündükten sonra da bu âyet nazil olmuştur. Zaten
Müslim ve Buharî'nin Ebu Seleme'den onun da Ca-bir'den rivayet ettiği ikinci bir
rivayet te bunun söylediğimiz tarzda olduğunu desteklemektedir. Şöyle
ki:

«Ben yürüyordum. Ansızın gökten bir ses geldi.
Gözümü kaldırıp gök tarafına baktım. Gördüm ki bana Hira'da gelen melek... Yer
ile gök arasında bir kürsinin üzerinde oturmuş. Ben yere temas edinceye kadar
diz çöktüm. Bundan sonra aile efradıma geldim. Beni örtünüz, beni örtünüz,
dedim. Sonra Cenabı Hak:

—  «Ey
örtünen!  Kalk ve korkut. Rabbine tekbir
getir.Elbiseni temizle. Necasete gelince... Ondan da uzaklaş!» (El-Muddesir:
1-5).

Necasetten maksat «putlaradır. Yani onlardan uzak
dur. Cenabı Peygamber (S.A.S.) «yere temas edinceye kadar diz üstü çöktüm»
de­di. Yani mübarek cismi ağırlaştı, korku ve dehşetten dolayı yere çöktü.
Cabir'in «Kur'an'ın ilk nazil olan sûresi El-Mudessir» süresidir» de­diği bu
rivayetin zahirinden de anlaşılacağı üzere Resûlüllah'ın hadi­seyi anlatmasına
istinad ediyor. Resûlüllah daha önce Meleğin kendi­sine geldiğini ve vahyi
getirdiğini söyledikten sonra mağaradan inip evine gelirken ikincih adise ile
karşılaştığını anlatırken, Cabir dinle­miş, hadisenin başını ise işitmemiş,
sadece orta kısmını işitmiştir. Ve bundan dolayı da böyle
söylemiştir.

Üçüncü görüş, «Fatiha sûresi ilk inen sûredir»
diyor. Bu görüşün sahibleri de «El-Beyhaki'nin «El Delaibde EbiMeysere Ömer bin
Şe-rahbil'den rivayet ettiği hadistir. «Resûlüllah Hz. Hatice'ye: «Ben tek
başıma mağarada bulunuyordum. Bir ses işittim. Yemin ederim Al­lah'a ki, nefsim
için korktum ki bu bir enir olsun. Bir hadise olsun!» Hatice o zaman: «Allah'a
sığınıyorum. Cenabı Hak senin basma kötü bir hadise getirmez. Gerçekten sen
emaneti yerine getirensin, silayi rahm yapansın. Doğru konuşansın.» dedi. Bu
olaydan sonra Ebu Bekir Sıddîk Resûlüllah'ın evine geldiğinde Hz. Hatice
Resûlüllah'ın başın­dan geçeni Ebu Bekr'e nakletti. Ve:

«Ey Eba Bekir! Muhammed'Ie beraber Varaka'ya git.»
dedi.

Ebu Bekir Sıddîk, Resulü Ekrem'le beraber Varaka'ya
gittiler ve hadiseyi kendisine söylediler. Resûlüllah Varaka'ya şöyle
dedi:

— Tek başıma mağaraya girdiğim zaman arkamda bir
ses işittim:

— Ey Muhammedi Ey Muhammedi

diyordu. Ve sahraya düşüp koştum!» Varaka,
Resûlüllah'a:

«Sakın bunu yapma! O sana geldiği zaman sebat
göster. Onun de­diğini dinleyinceye kadar. Sonra bana gel, haber getir!»
dedi.

Resulü Ekrem mağaraya sığındığı zaman yine ses
geldi:

«Ey Muhammedi   
De ki: Bismillahirrahmanirrahiym.   
Elhamdu

Lillahi Rabbil Alemin.» [Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adiyle. Hamd

âlemlerin Rabbine mahsustur.]

Ve sûre «veleddalin»e kadar devam etti»
dedi.

Fakat bu hadis, bu sûrenin ilk inen sûre olduğuna
delil olamaz. Zira bu rivayetten anlaşılmıyor ki, bu sûre nübüvvetin fecrinde,
vah­yin ilk gelişinde ve Hira mağarasında ilk işidilen sûredir. Ancak
anla­şılıyor ki, bu hadise vahy başladıktan sonra' olmuştur.   Resulü Ekrem önce Hz. Hatice ile Varaka'ya
gitmiş, ikinci kez Hz. Ebu Bekir'le git­miş ve bu hadise ondan sonra olmuştur.
Birkaç defa arkasından ses işitmiş, Varaka bu sesleri işittiği zaman «Sebat
göster, sana ne dedi­ğini dinle» dedikten sonra olmuştur. Biz bu husustan
bahsetmiyoruz. Kur'an'ın mutlak şekilde ilk gelen sûresinden bahsediyoruz. Bir
de, Cabir'in bu hadisi, hadisi «Mursebdir. Sahabi onun senedinden sakıt
olmuştur. Vahyin başlangıcı hakkındaki Buharî'nin Hz. Aişe'den riva­yet
buyurduğu hadisle muaraza edemez. Çünkü Buharî'nin hadisi «Merfu»dur.
Binaenaleyh üçüncü görüş tamamen iptal olmuş oluyor. Dördüncü görüşe gelince;
Kur'an'ın ilk inen âyeti «Bismülahirrahrna-nirrahiym»dir. Bu görüşü savunanların
delili «El Vahidi»nin (fikrime» den, Hasan'dan rivayet ettiği hadistir.
Kur'an'ın ilk inen kısmı «Bis-millahirrahmanirrahiym» ile «El-Âlak» sûresinin
evvelidir. Bu şekilde­ki istidlal merduttur. Zira bu hadis «Mursel»dir. Hadis-i
«Merfu» ile muaraza edemez. İkincisi, besmele zaten tabii olarak her sûrenin
ba­şında iniyor. Ancak istisna edilen sûre hariçdir. Binaenaleyh besmele sûrenin
ilk inen kısmıyla beraber inmiştir. O daha önce indi denile­mez. Yani
başlıbaşına daha önce indi şeklinde bir görüş olamaz.

 


 

Kur'an'ın mutlak manada en son inen âyeti «O günün
dehşetin­den sakınınız ki o günde Allah'a dönüştürülmüş olursunuz. Sonra her
nefis kesbettiğinin karşılığım görür. Tamı tamına alır ve onlara zul­medilmez»
(El-Bakara: 281) âyetidir. En Nesei, îkrime tarikiyle İbni Abbas'tan rivayet
etmiştir. İbni Ebi Hatem de aynı şekilde şu rivayeti
yapmıştır:

«Kur'an'ın en son ineni «vetteku yevmen» âyetidir.
Resulü Ekrem bu âyetin inişinden sonra dokuz gece yaşadı. «Rebiülevvel aynıdan
iki gece geçtikten sonra vefat etti.»

İkinci görüş, Kur'an'ın en son inen âyeti,
«El-Bakara» sûresinin iki yüz yetmiş sekizinci âyetidir:

«Ey Allah'a iman edenler! Allah'ın azabından
korkunuz. Ribadan geri kalanı bırakınız. Eğer iman etmiş
iseniz.»

Bunu Buharî, İbni Abbas'tan, Beyhaki de İbni
Ömer'den rivayet etmiştir. Üçüncü görüş, Kur'an'ın en son inen âyeti «borç»
âyetidir.

«Ey iman edenler! Birbirinize belli bir zamana
kadar bir borç ver­diğinizde onu yazınız...» (El-Bakara:
282).

Hadisi, İbni Cerir, Said bin Museyyeb'den rivayet
etmiştir. «Kur'-an'ı Kerim'in en son arş'tan ayrılan âyeti riba ve borç
ayetleridir.i>

diyen Ebu Ubeyde, El Dedail'de İbni Şahab'tan
rivayet etti. Bu husus­ta ulema ihtilâfa düşmüştür. Her biri bir esere istinad
etmiştir. Bura­da Resulü Ekrem'den gelen «Merfu» bir hadis yoktur. İşte
olmadığın­dan dolayı da böyle şüpheler ileri sürülmüştür ve ihtilâf çoğalmıştır.
Fakat bütün bu görüşleri birleştirme imkânı vardır. Suyuti, El İtkan',-da şöyle
diyor:

«Bu âyetler mushafta olduğu gibi, bir defada
inmişlerdir. Çünkü' hepsi bir konu hakkındadırlar. Bu rivayetleri getiren her
bir âlim, bu konunun bir parçasını almış, «Bu en son inen âyettir» demiştir.
Riva­yetleri şahindir. Fakat hepsi bir defa, bir konuda
inmişlerdir.»

Dördüncü görüş; Kur'an'ın son inen âyeti, Al-i
îmran sûresinin: «Rableri onların isteklerini kabul etti. Kesinlikle ben sizden,
ister er­kek olsun ister kadın, herhangi bir çalışanın çalışmasını zayi etmem.»
(Ali-İmran 159.) âyetidir.

Beşinci görüş; Kur'an'ın en son inen âyeti, «kim ki
kasten bir mü­mini öldürürse onun cezası cehennemdir. Orada ebedî kalır. Allah
ona gazab eder. Allah ona lanet eder ve onun için büyük bir azab hazır­lar.»
(En-Nisa: 39)

Altıncı görüş; en son inen âyet, «senden fetva
taleb eder. De ki: Allah, «KELALE» hakkında size fetva verir.» (En Nisa
sûresinin son âyetidir.)

Yedinci görüş; 
«son inen Maide süresidir» diyor.

Sekizinci görüş, «son inen Et-Tevbe sûresinin son
âyetidir» «Size, nefislerinizden bir peygamber geldi.»

Dokuzuncu görüş; son inen Nahl sûresinin son
âyetidir. Onuncu görüş; son inen En-Nasr süresidir, diyor.

Bütün bunların delilleri, El Itkan ve El Burhan
gibi kitablarda zikredilmektedir. O kitablara müracaat edilsin.

 


 

Kur'an'ı Kerim iki kısma ayrılır. Bir kısmı,
herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın Cenabı Hakkın katından inmiş, sadece halkın
hida­yeti içindir. Bu kısım Kur'an'm çoğunu teşkil ediyor. Bu kısmın inişi
hakkında herhangi bir araştırma ve beyana ihtiyaç yoktur. İkinci bir kısım
vardır ki sebeblerden birine bağlıdır. İşte biz bundan bahsede­ceğiz. Fakat
sebeblere bağlı olan bütün âyetleri tek tek bahis konusu yapma imkânı yoktur. Bu
hususta birçok kitablar telif edilmiştir. Me­selâ Buharînin üstadı Ali bin
«El-Medini», «El Vahidi», «El Ca'beri», «İbni Hacer», «Es-Suyuti» bu hususta
kitablar yazmışlardır. Meselâ Suyuti'nin «Lübadun-Nukul fî eshab'in-Nuzul» adlı
kitabı meşhurdur.

Bir âyeti celîle veya bir kaç âyeti celîle bir
hadiseden bahsederek veya onun hükmünü beyan edere kinerlerse, o hadise nüzul
(iniş) se­bebi oluyor. Resûlülah'm devrinde bir hadise oluyor ve bir sual
pey­gambere tevcih ediliyor. Bir âyet veya birkaç âyet nazil oluyor, o ha­diseyi
aydınlatıyor, o sualin cevabını veriyor. İşte o hadise, o sual «se-beb-i nüzul»
oluyor.

 


 

Esbabı nuzul'ü bilmenin birçok faidelerİ vardır.
Meselâ: Allah'ın bu hadisedeki hikmeti tayin etmekteki hikmetini bilmek. Ayeti
bu sa­yede anlamak ve âyetteki müşkilât ve şüpheleri defetmek gibi. «El Va­hidi»
diyor ki:,

«Âyetin kıssasını yani sebebini bilmeden âyeti
tefsir etmek müm­kün değildir.»

Şeyhul-İslâm İbni Teymiyye:

«Nüzulün sebebini bilmek, âyetin anlaşılmasına
yardımcı olur. Çünkü sebebi bilmek müsebbibi bilmek demektir.»
eliyor.

Buna bir iki misal verip
geçelim:

 
Birinci
Misal :

«Doğu ve batı, her yer Cenabı Allah'ındır. Hangi
tarafa yönelirse­niz orası Allah'a ibadet yönüdür. Şüphesiz ki Allah'ın
mağfireti geniş­tir ve Allah herşeyi bilicidir.» [El-Bakara: 115]
buyurdu.

İşte bu âyet zahiri ile delâlet eder ki, insan
hangi yöne yönelip na­maz kılarsa olur. Ve insana Kabe yönüne yönelmenin vacib
olmadığını iş'ar eder. Fakat bu âyet hususî olarak seferde kılman nafile
namaz­lar hakkında veya içtihadı ile namaz kılıp sonra yanlış olduğu beyan
olunan kimse hakkında nazil olduğu bilindiğinden anlaşılıyor ki, bu âyetin
zahiri manası murad değildir. Maksad sefer nafilelerinde mi­safire veya kıble
hakkında içtihad edip de namazını kıldıktan sonra yanlış olduğunu gören bir
kimseye kolaylık getirmek içindir.

İbni Ömer'den rivayet ediliyor: «Bu âyet devenin
sırtında hangi yöne giderse gitsin nafile namaz kılan bir misafirin namazı
hakkında nazil olmuştur».

Bazı kimseler; bir kavim kıblenin hangi tarafta
olduğunda şüp­heye düştüler. Çeşitli yönlere yönelip namazlarını eda ettiler.
Sabah olduğu zaman baktılar ki, yanlış kıble tayin etmişler. Bu âyet o zaman
nazil oldu ve onları mazur gösterdi» dedi.

 
İkinci
Misal:

Sahih'te rivayet ediliyor ki, Mervan bin Hakem için
şu âyet-i ce­lîle müşkül görüldü: «O ettikleri fenalıklar asevinen ve
yapmadıkları şeyde övülmeyi seven kimseleri de sakın azabtan kurtulmuş bir yerde
sanma. Onlar için çok acıklı bir azab vardır.» (Al-i tmran: 188). Mer­van, eğer
herhangi bir kimse verilene sevinip, yapmadığı bir işten Ötü­rü de övülmesine
seviniyorsa ve bu da azab görmesine sebeb oluyorsa kesinlikle hepimiz azab
göreceğiz. Mervan'ın bu şüphesi devam etti. Ta ki, İbna Abbas, ona: «Bu âyet
ehl-ı kitab hakkında nazil oldu. Re­sulü Ekrem onlara birşey sordu. Onlar da
Resulü Ekrem'den o sorula­nı gizlediler. Başka birşeyden haber verdiler, güya
Resûlüllah'ın sua­line cevabı vermişlerdi bundan ötürü de Resûlüllah'ın
kendilerini öv­mesini istediler. İşte bu âyet o zaman nazil oldu.»   İbni Abbas bunu böyle beyan edince Mervan'ın
şüphesi bertaraf oldu ve Cenabı Haklan Kelâmından neyi kasdettiğini
anladı.

 
Üçüncü
Misal:

Zubeyr oğlu Urve'nin Safa ile Merve arasında
say'etmenin fazile­tini anlamak isteyip çözemediği şu
âyettir:

«Gerçekten Safa ile Merve Allah'ın emrettiği haccm
alâmetlerin-dendir. Bunun için hac veya umre kasdiyle kim kâbeyi ziyaret ederse
yine Safa ile Merve'yi tavaf etmesinde bir günah yoktur. Her kim de bir hayr
işlerse muhakkak Allah şakirdir, mükâfatım verir. Alimdir, her şeyi bilir.» (El
Bakara: 158).

Urve'nin şüphesi şu noktadan geliyor: Âyet, Safa
ile Merve'yi zi­yaret etmeyen bir kimseden günahı uzaklaştırıyor. Eğer farz
olsaydı nasıl günah uzaklaşırdı? Bu şüphesi, halası Hz. Aişe'den âyetin
mâ­nâsını soruncaya kadar devam etti. Hz. Aişe, Urve'ye:

«(Âyet günahı kaldırıyor. Bunun mânâsı farziyeti
kaldırmak de­ğildir. Bunun mânâsı, o gün insanların zihinlerinde yerleşen «Safa
ile Merve arasındaki say cahiliyet amellerindendir» fikrini kaldırmakta­dır.
Çünkü Safa'nm üzerinde «İsaf» isimli put, Merve'nin üzerinde de «Naile» isimli
put vardı. Bunların ikisinin arasında say'etmek müslü-nıanlara ağır geliyordu.
Müşrikler, İslâmiyet gelmezden önce, bu ara­da sayederken o putlara
dokunuyorlar, sürünüyorlardı. İslâm geldiğin­de ve putları kırdığında
müslümanlar Safa ile Merve arasında sayet-mekten sakındılar. Ve âyet-i celîle
bunun için nazil oldu.

 


 

Nüzulün sebebini ancak «nakl-i sahih» a dayanarak
biliriz. «El Vahidi», senediyle îbnl Abbas'tan rivayet
etti:

Resûlüllah buyurdu:

«Hadisten kaçınınız. Ancak bildiğinizi naklediniz.
Şüphe yoktur ki, kasten benim kesemden birşey uyduran ateşteki yerine
hazırlan­sın. Kim ki ilimsiz olarak Kur'an'm üzerine yalan söylerse ateşteki
ye­rini hazırlasın.»

İşte bundan dolayıdır ki, nüzul sebeblerinde ancak
rivayete ve si-ma'a dayanarak fikir yürütebiliriz. Binaenaleyh bir sahabiden
sebebi nüzul rivayet edilirse, makbuldür. İster onu destekleyen bir delil
ol­masa dahi.. Çünkü sahabinin sözü içtihad edilecek yerde olmadı mı hadisi
«Merfu» hükmünü alıyor. Sahabi bunu kendi nefsinden söyle­yemez. Sebeb-i nüzul
«Mursel» bir hadisle (yani sahabi senedinden sakıt olan bir hadisle) rivayet
edilirse, onun hükmü kabul edilmeme­sidir. Ancak sıhhatli oldu mu, başka bit
«Murseble desteklendi mi ka­bul edilir. Ve ravi Mucahid İkrime, Said bin Cübeyr
gibi sahabelerden tefsir ilmini alan imamlardan birisi olacaktır.

 


 

Bu, zor bir konudur. Bu hususta çok âlim
konuşmuştur. Bunların konuşmalarını hülasa olarak alacağız. Lâkin bu konu ancak
sahih bir hadisle sabit olur. Kur'an'm yedi harf üzerinde nazil olduğunu tesbit
eden o sahih hadisi sahabelerden Hz. Ömer, Hz. Osman, Ibni Mes'ud, İbni Abbas,
Ebu Hureyre, Ebu Bekr, Ebu Cehm, Ebu Said el-Hudri, İbni Talha el-Ensari, Ubey
bin Kâab, Zeyd bin Erkam, Semurre bin Cündep, Selman bin Surde, Abdurrahman bin
Avf, Amr bin Ebu Sele­me, Amr bin As, Muaz bin Cebel, Hişam bin Hakim, Enes,
Huzeyfe, Ebu Eyyub el Ensari'nin hanımı Ümmü Eyyub rivayet
etmişlerdir.

El Hafız Ebu Ya'le 'Mesned-i Kebir'inde şöyle
diyor:

Hz. Osman (R.A.), bir gün minberde Resûlüllah'tan
«Kur'an yedi harf üzerine indi, onların hepsi de şifa verici ve kifayet
edicidir.» ha­disini dinleyen her kişiye ayağa kalkması için yemin veriyorum
^edi. Bunun üzerine sahabeler sayılmayacak kadar ayağa kalktılar, şehadet
ettiler ki, Resulü Ekrem: «Kur'an yedi harf üzerine indi. Bu harflerin hepsi
şifa verici ve kifayet edicidir.» dedi.

Bunun üzerine Hz. Osman (R.A.): «Ben de sizinle
beraber bunu Resûlüllah'tan dinlediğime şahidlik ederim»
dedi.

İşte bütün bu sahabelerin hadisi bu şekilde rivayet
etmeleri, ha­disin tevatür olduğuna kanaat getirmiştir. Bu hadisi destekleyen ve
manasını açıklayan bazı hadisleri daha nakledelim;

1 -
Buharî ve Müslim, sahihlerinde îbni Abbas'tan rivayet
etti­ler:

«Resulü Ekrem, Cebrail bana bir harf üzerinde
okuttu. Ona mü­racaat edip daha fazlasını istedikçe o bana fazlasını
öğretiyordu. Ta yedi harfe varıncaya kadar, buyurdu!»

Müslim bu hadisin sonuna şunu
ekliyor:

—  İbni
Şıhab: «Benim kulağıma geldi ki, bu yedi harf, her hangi bir helâl ve haramın
hususunda   değişmeyen ve bir olan emir
huşu şundadır.» dedi.

2  - Buharî ve Müslim
rivayet ettiler: [fakat lâfız Buharî'nindir]: «Hz. Ömer (R.A.)
dedi:

Resûlüllah'm hayatında Hişam bin Hakim'den
dinledim. El Für-kan sûresini okuyordu. Okumasına kulak verdim. Birçok harf
üzerin­de okuduğunu gördüm. Fakat Resûlüllah (S.A.V.) bana o, harf leri
okut-mamıştı. Nerde ise namaz içinde onun gırtlağına yapışacaktım. Selâm
verinceye kadar bekledim. Sonra yakasından tuttum. Abasını [veya kendi abamı]
boynuna geçirip yanıma çektim:

— Sana bu sureyi kim okuttu? diye
sordum,

—  Bana
Resûlüllah (S.A.V.) okuttu. Cevabını verince. Ona:

— Yalan söylüyorsun! dedikten sonra şunları
söyledim:

— Yemin ederim, Allah'ın Resulü bana bu sûreyi
[yani senin oku­duğun bu sûreyi] okuttu. [Senin okuttuğun vecihleri bana
öğretme­di deyip] onu çeke çeke Resûlüllah'a getirdim. Dedim
ki:

—  Ey
Allah'ın Resulü! Ben şu adamdan dinledim. El Furkan sû­resini senin bana
okutmadığın harf üzerinde okuyor. Halbuki sen ba­na Furkan sûresini okuttun,
diye sorunca.

Resulü Ekrem:

— Ey Ömer! Onu bırak. Ey Hişam oku,
dedi.

Hişam benim dinlediğim okuyuşu tekrarladı. Resulü
Ekrem:

—  Böylece,
[yani Hişam'm okuduğu gibi] nazil olmuştur, dedik­ten sonra
buyurdular:

—  Şüphesiz
ki bu Kur'an yedi harf üzerinde inmiştir. Sizin kola­yınıza geldiği harfle
okuyunuz.»

3
-
Müslim, senediyle Ubey bin Kâab'dan rivayet
etti:

Ben mesciddeydim. Bir kişi girip namaz kıldı. Benim
bilmediğim bir okuyuşla okudu. Başkası geldi, o da arkadaşının okuyuşunun
gay­risi olan bir şekilde okudu. Namazı bitirdikten sonra hepimiz Resûlül­lah'm
huzuruna gittik. Sordum:

—  Ey
Allah'ın Resulü! Bu adam benim hoşuma gitmeyen bir şe­kilde okudu. Sonra bu adam
geldi. O da bunun okuyuşunun gayrisini okudu? Cenabı Peygamber bunun üzerine o
adamların ikisine emretti:

— 
Okuyun!

İkisi de okudu. Cenabı
Peygamber:

—  İkisinin
de durumu güzeldir, dedi. Benim nefsime cahiliyyette olduğum zamandan daha fazla
Resûlüllahı yalanlamak şüphesi düştü. Resulü Ekrem benim kalbime gireni görünce
göğsüme vurdu, ter al­nımdan aktı. Sanki ben Cenabı Hakka bakıyordum gibi korku
ve deh­şet içerisinde kaldım. Bana:

—  Ey Ubeyy!
Allah bana gönderdi ki, Kur'an'ı bir harf üzerinde okuyayım. Benim ümmetime
kolaylaştır,    diye ona başvurarak bunu
geri çevirdim. İkinci kez bana gönderdi «İki harf üzerine oku». Benim ümmetime
kolaylaştır, diye O'na geri çevirdim. Üçüncü kez bana emir gönderdi: «Yedi harf
üzerinde Kur'an'ı oku. O reddedişlerinin her bi­risiyle sana bir istek ruhsatı
verdim, benden iste!» dedi. Dedim ki: Al­lah'ım! Ümmetimi affet! İkinci kez,
Allahım, ümmetimi affet! dedim. Üçüncü isteğimi, İbrahim  (A.S.) de dahil halkın bana hürmet ettiği bir
güne geciktirmişimdir.»

4 - Müslim, senediyle, Ubeyy bin Kâab'dan rivayet
etti: «Resûlüllah (S.A.S.), Beni-Ğifar gölünün yanındaydı. Cebrail
(A.

S.) geldi:

—  Allah
sana emrediyor ki, ümmetine Kur'an'ı bir harf üzerinde okuyasın,
dedi.

Cenabı Peygamber:

—  Ben
Allah'tan talebde bulunuyorum ki; beni affetsin, mağfiret etsin. Ümmetim buna
güç yetiremez.

Sonra Cebrail Aleyhisselâm, ikinci kez Resûlüllah'a
(S.A.S.) geldi:

—  Allah
sana emrediyor, ümmetine    Kur'an'ı iki
harf üzerinde okuyasın.

Resûlüllah:

— Ben Allah'tan affedilmemi ve mağfiret edilmemi
taleb ediyorum. Kesinlikle ümmetim buna güç yetiremez.

Sonra Cebrail üçüncü kez Resûlüllah'a
geldi:

—  Şüphesiz
ki, Allah sana emrediyor, ümmetine Kur'an'ı üç harf üzerinde
okuyasın.

Resûlüllah:

—  Ben
Allah'tan affını ve mağfiretini taleb ediyorum. Kesinlikle ümmetim buna güç
getiremez.

Sonra Cebrail dördüncü kez geldi ve
dedi:

—  Allah
sana emrediyor ki; ümmetine Kur'an'ı yedi harf üzerinde okuyasın. Hangi harf
üzerine okurlarsa isabet etmiş olurlar.»

Benî-öifar golü, meşhur bir yerdi. Orada su
birikiyordu. Adına «Beni Ğifar Gölü» deniyordu. Çünkü Gifariler orada
konaklamışlardı.

5
-
Tirmizi, Ubey bin Kâab'dan rivayet
etti.

Resulü Ekrem, Merve taşlarının yanında Cebrail'e
rastladı. Resû­lüllah, Cebrail'e:

—  Ben ümmi
bir ümmete gönderildim. Onların içinde ihtiyarlar vardır. Yaşlı acuzeler vardır,
gençler vardır.  [Bir harf üzerinde
oku­maya güçleri yetmez] deyince.

Cebrail:

—  Onlara
emret, Kur'an'ı yedi harf üzerinde okusunlar!

Tirmizi bu hadisin «Hasen» ve sahih olduğunu
söylüyor. Bir lâfız­da da «Kim ki Kur'an'ı o yedi harftan birisiyle okursa, o,
onun okudu­ğu gibidir.» Huzeyfe'nin lâfzında «Ben ümmi bir ümmete peygamber
olarak gönderildim ki, onlarda erkek-kadın, genç kız, hiçbir kitab oku­mamış
piri-fani ihtiyarlar vardır.»

Cebrail:

—  Şüphesiz
ki Kur'an yedi harf üzerinde nazil oldu» dedi.

6
-
İmam Ahmed, senediyle, Ebi Kays'ten, o da efendisi Amr
ibn As'tan rivayet etmiştir.

Bir kişi Kur'an'dan bir âyet okudu. Amr ona: «O
âyet şöyle şöyle­dir» dedi. Ve bunu Resûlüllah'a söyledi. Cenabı
Peygamber:

«Şüphesiz ki, bu Kur'an yedi harf üzerinde nazil
olmuştur. Hangi harfle okursanız isabet etmiş olursunuz. Mücadele etmeyiniz»
buyurdu.

7- El Hakim ve İbnu-Hibban senetleriyle, İbni
Mes'ud'dan riva­yet ettiler. Resûlüllah bana «Ha mim» sûrelerinden birisini
okuttu. Ca­miye gittiğimde, bir kişiye «oku» dedim. Baktım ki o, başka harflerle
okuyor. O harfleri ben okumamıştım.   
«Bana Resûlüllah bu harfleri okuttu» deyince beraberce Resûlüllah'a
gittik ve durumu söyledik. Re-sûlüllah'ın mübarek yüzü morardı ve
buyurdu:

—  «Sizden
önceki ümmetleri helak eden ihtilâfa düşmektir.» Sonra Resulü Ekrem, Hz. Ali'ye
gizli birşey söyledi.  Hz. Ali
de:

«Resûlüllah size emrediyor ki, herbiriniz Öğrendiği
şekilde okusun» dedi. Böylece, huzurdan çıktık. Her birimiz arkadaşının
okumadığı harfleri okuyordu.

8
-
  Buhari,
Abdullah bin Mes'ud'dan rivayet etti.

«Ashabdan birisinin bir âyeti okuduğunu işittim ki
Resûlüllah onun hilâfına okuyordu. Onun elinden tuttum Resûlüllah'a götürdüm.
Buyurdu:

—  İkiniz de
iyi okuyorsunuz. Oku.

Bu hadisin ravilerinden birisi olan Şü'be: «En
büyük bilgim Resûlüllah'ın:

—  Şüphesiz
ki sizden öncekiler ihtilâfa   düştüler,
helak   oldular dediğidir»
dedi.

9
-
Et Taberi ve et Teberani, Zeyd
bin Erkam'dan rivayet ettiler: Bir kişi Resûlüllah'a
geldi:

—  İbni
Mes'ud bana bir sûre okuttu. Aynı sûreyi Sabit oğlu Zeyd de bana okuttu. Aynı
sûreyi Ubeyy bin Kâab'da okuttu. Hepsinin oku­ması değişikti. Hangisinin
okumasıyla okuyayım» diye sorunca Resulü Ekrem sükût etti. Hz. Ali onun
yanındaydı. Hz. Ali:

—  Sizden
her biriniz öğrendiği gibi okusun.   
Hepsi güzel ve iyi­dir,» buyurdu.

Tabii Hz. Ali'nin sözleri Resûlüllah'ın huzurunda
söylendiği için hadis oluyor.

—  Şüphesiz
ki, bu Kur'an yedi harf üzerinde nazil olmuştur. Binaenaleyh (o yedi harfle)
okuyunuz! Herhangi bir günah yoktur. Fa­kat rahmetin anmasını azabla
sonuçlandırmayınız, azabın da anma­sını rahmetle
sonuçlandırmayınız.»

Bu hadisi şeriflere bakan kimse, bunlardan bariz
birçok deliller çıkarabilir. O deliller, hidayetin nişanları, nur'un kaynakları
olurlar İnsanı hak ve sevaba irşad eder. Yedi harfin manasını doğru bir şe­kilde
insana öğretir. Ve bu hadislerden insan birtakım mizanlar edi­nebilir ki bu
ihtilâftan meydana gelen her şeyi bu mizanla tartar ve doğruyu bulur. Birinci
delil; Kur'an'm yedi harf üzerinde nazil olma­sının hikmeti, müslüman ümmete
kolaylık olsun diyedir. Hele bilfiil Kur'an'a muhatab olan, okuma ve yazmaktan
mahrum bulunan o günkü arab milleti daha da bu kolaylığa muhtaçtılar, çünkü
arap-lar birçok kabile idi. Onların arasında lehçe ihtilâfları, ses çıkarma
ih­tilâfları ve edâ ihtilâfları vardı. Bazı kelimeleri bazı manalarda şöh­ret
bulmuştu. Başka yerlerde aynı şöhrete sahib olmamak meseleleri vardı. Buna
rağmen hepsini Araplık ve genel dilleri biraraya getirirdi. Eğer herkes aynı
tarzda Kur'an okumaya mecbur edilseydi, bunlara gayet zor gelirdi. Bunun için
Cenabı Peygamber: «Benim için ümme­time kolaylaştır» diye Allah'a yalvarıp
talebde bulunuyordu. Bunun için Cenabı Peygamber (S.A.V.) «Ben Allah'ın affını
ve mağfiretini ta-leb ediyorum. Şüphesiz ki ümmetim buna güç yetiremez»
diyordu.

Bunun için Cenabı Peygamber, Cebrail'e rastladığı
zaman: — Ey Cebrail! Ben ümmi bjr ümmete gönderildim. Onların için­de erkek,
kadın, genç kız hiç bir kitabı  
okumamış   piri-fani ihtiyar
vardır)} dedi.

İkinci
delil:
Resûlüllah'm «Daha fazlasını istiyorum ki,
ümmetime kolay gelsin» diye istekleri altı defa tekrar etmesidir. Bu da vahyin
emini Cebrail'in Resûlüllah'a okuduğu ilk harfin gayrisiydi. Böylece tam yedi
harf oluyor. Bu durum îbni Abbas'ın hadisinden anlaşılıyor: «Cebrail (A.S.) bana
bir harf üzerine okuttu. Ben ona müracaat ettim. Ben fazlasını istedikçe, o da
fazlalaş tirdi. Ta ki yedi harfe vasıl oldu.»

Ebu Bekre'nin hadisinde Resulü Ekremin
(S.A.V.):

«Ben Mikâü'e baktım. Sükût etti. Anladım ki sayı
yedide bitmiş­tir.» buyurduğu rivayet edildi.

Üçüncü
delil
: Bu harflerden birisiyle okuyan bir kimse doğruyu
bulmuştur. Nitekim Resûlüllah'm «Hangi harf üzerinde okurlarsa, isa­bet
etmişlerdir» hadisi, kıraatta ihtilâf edenlerin her birisine: «Doğru okudun»
buyurması ve kendisine gelne iki kişiye «ikiniz de iyi oku­muşsunuz» diye takdir
etmesi ve Amr ibn As'tan gelen hadiste: «Han­gi harfle okursanız isabet
etmişsiniz» demesi buna delâlet eder.

Dördüncü
delil:
Kıraatlarm hepsi muhtelif olmalarına rağmen
Al­lah'ın kelâmıdır. Beşerin onlarda herhangi bir müdahelesi yoktur. Hepsi
Allah'ın katından nazil olmuştur. Resûlüllah'tan öğrenilmiştir. Buna geçmiş
hadisler delâlet ederler. Hadisler, sahabelerin kıraatla-nnda Resûlüllah'a
başvurduklarını da ispat eder. Hep kıraatlannı Re­sûlüllah'tan alıyorlardı. Ve
Resûlüllah ta: «işte böylece nazil olmuş­tur» buyuruyordu.

Beşinci
delil:
O yedi harften herhangi birisiyle okuyan bir
kimse­yi menetmek caiz değildir. Resûlüllah'ın «sakın o hususta mücadele
etmeyiniz, çünküb u husustaki mücadele küfürdür» hadisi buna delâ­let eder. Bir
de Resûlüllah'm Hz. Ömer'e, Ubeyy'de, İbni Mes'ud'a ve Amr ibni As'a itiraz
ettikleri kimseler hususunda uymaması da buna delâlet eder. Ve Resûlüllah'ın
Ubey'in göğsüne vurup ona ağır gelen meselede «şu ihtilâfı kabul et» demesi de
buna delâlet eder.

Altıncı
delil:
Eshab-ı Kiram, Kur'an'i müdafaa etmek hususunda
var kuvvetleriyle çalışıyorlardı. Kur'an'ı muhafaza etmekte en büyük
kahramanlıkları gösteriyorlardı. Kur'an'da herhangi bir olay başgös-terirse
uyanıktılar. İster Kur'an'ı eda etmek hususunda, ister lehçele­rin ihtilâfı
hususunda olsun, uyanıktılar. Bütün himmetleriyle Kur'-an'dan herhangi bir
şüpheyi defetmeye hazırdılar. Hz. Ömer'in, arka­daşı Hişam bin Hakim'in boynuna
kendi cübbesini veya Hişam'ın cüb-besini dolayıp Resûlüllah'a çekmesi de buna
delâlet eder. Halbuki Hi­şam doğru söylüyordu. Ve Hz. Ömer'e «Resûlüllah bana
bunu okuttu.» demek suretiyle de yakasını kurtarmaya çalıştı. Fakat Hz. Ömer
ikna olmadı ve onu Resûlüllah'a mahkemeye götürdü. Resûlüllah, Hişam'ın doğru
olduğuna hükümv erinceye kadar Ömer yakasını bırakmadı.

 


 

«harf» kelimesi, birçok manaya geliyor. Kamus
sahibi bu mana­ları şöyle izah ediyor: «harf, her şeyin kenarı, ucu ve
keskinliği, harf, dağın duruğu, Hece harflerinden herhangi biri, harf, karnı
çekilmiş veya zaif veya büyük deve, harf, suyun aktığı yatağ, Se­lim
memleketinde siyah tepeler manasına gelir. «Halkdan bazı kimse­ler vardır ki,
Allah'a bir harf üzerinde kulluk yapar.» (El-Hacc: 11). Yani tek yönlü kulluk
yapar. Genişlikte yapar. Fakat darlıkta kulluk yapmaz. Veya şüpheli kulluk
yapar. Tam inanmamıştır. O halde Kur'-an'ın yedi HARF üzerinde inmesi, Arab
lugâtlarmdan yedi lugât üze­rinde inmesi demektir. Manası «Bir harfde yedi lügat
vardır demek değildir.» Evet, tek harf, yedi, on ve daha fazla vecihler üzerinde
gel­miştir. Fakat Hadîsin manası «Bu yedi lügat Kur'an'm tamamında serpilmiştir»
demektir. Manası, «Kur'an'da bulunan her kelime yedi vecih üzerinde okunur»
demek değildir. Ancak manası, Allah, Kâri (okuyucu) ya genişlik getirmiştir.
Kur'an'a serpilmiş bu yedi lûgattan hangisiyle okursa olur. Fakat bu lûgatlar da
yediyi geçmezler.»

kıraatlar (okuyuşlar) ne kadar olursa olsun onların
tek keli­mede kaç yolu bulunursa bulunsun bu yedi vechi aşamazlar. Meselâ:
«malikiyevmiddin» kelimesi yedi veya on tarzda okunmuştur. «abedet-ta gute»
yirmi iki tarzda okunmuştur. Fakat bütün bun­lar yedi harfin hududları
dahilindedir. Acaba bu yedi HARF nedir? Bunun tefsirinde bir çok değişik
mezhebler ortaya çıkmıştır. Onlar­dan biri yukarıda Kamustan naklettiğimiz gibi
yedi lügattir der. İkinci tefsir, imam Ebul-Fâdıl Er-Razînin «El-Levâih» adlı
kitabında belirttiği ve savunduğu tefsirdir: «Kelâm, ihtilâf da yedi harfin
hudu­dunu aşamaz:

1)  Müfred
(Tekil), Tasniye (ikil), Cem' (çoğul), Tezkîr (erkek) ve Tenis (dişi)likte
isimlerin ihtilâfıdır.

2) Bunun misali El-Mü'minun sûresinin
sekizinci  âyetindeki, «emanet»
kelimesidir. Çoğul olarak okunduğu gibi,  
tekil olarak «emanet» diye de okunmuştur.

3) Fiilin mazi (geçmiş), muzarî, (gelecek) ve
emir tarzındakiihtilâfıdır. Buna örnek «Es-Sebe» sûresinin ondokuzuncu
âyetindeki, «baîd» kelimesi emir olarak okunduğu gibi «beaade» diye mazi olarak
da okunmuştur.

3) îrab vecihlerinin ihtilâfıdır. Bunun misali:
El-Bakara sûresi­nin ikiyüz seksen ikinci âyetindeki, «+kelimesi Fethe ile
okunduğu gibi «yudarru» diye zamme   
(ötre) ile de okunmuştur. Birinci kıraatta «L» nehyi harfi,    ikincisinde nefiyi    (olumsuzluk) harfidir. Bir de «El-Buruc»
sûresi onbeşinci âyetindeki «el-mecidu» kelimesi ötre ile okunmuş «zû» mn
sıfatı, «el-mecidi» diye esre ile okunmuş «El-Arşi»nin sıfatı
olmuştur.

4)Naks (ek siltme) ve Ziyade (artırma) ile olan
ihtilâfdır. Mi­sal:  «Elleyl» sûresinin
üçüncü âyetinde    «vemâ halekez-zekere
vel-ünsâ»  (Yemin olsun erkek ile dişiyi
yaratana)    okunduğu gibi (yaratan)
manasında olan «haleke» fiili düşürülüp «vez-zekeri vel-ünsa» (Yemin olsun erkek
ve dişiye) diye de okunmuştur.

5) Takdim ve tehir ile olan ihtilâfdır. Bunun
Örneği «kaf» sû­resinin ondokuzuncu âyetidir. Burada: (tve caet sekretul-mevti
bîl hakki»  (Bir de Ölüm sarhoşluğu [can
çekişme] gerçek olarak gelmiştir.) okunduğu gibi «VE cae sekretul-hakkı
bîl-mevtî» (Bir de Hak sarhoşluğu ölüm ile gelmiştir) diye de
okunmuştur.

6)  İbdal
(değiştirme) ile olan ihtilâfdır. Bunun misali: «El-Ba­kara» sûresinin ikiyüz
elli dokuzuncu   âyetindeki «nünşizühâ»
ke­limesidir. Bu kelime «nün şîrühâ» diye de okunmuştur. Yani «ze» harfi «RE»
harfi Ue değiştirilmiştir.

7) Lehçeler İhtilâfıdır. Fethe (üstün), İmale
(Med elifini, Med ya­sma meyülendirerek okumak) Tarkiyk    (inceltmek), Tefhiym (ka­lınlaştırmak),
izhar (belirtmek) ve İdğam (iki harfi birbirine geçirif şeddeli okumak) gibi
ihtilâfdır. Örneği «Taha»  sûresi âyet
dokuzda «etâ» kelimesiyle «musa» kelimesi Fethe (üstün) ile okunduğu gi bi imale
ile de okunmuştu.

Bu vecihde isim ile fiil arasında fark yoktur. Harf
da onlar gibi dir. Meselâ: Kurân'da ((belâ» kelimesi hem fethe hem de imale üt
okunmaktadır.

«Kur'an yedi harf üzerinde indi» hadisinin en güzel
tefsiri imam Razî'nin bahsi geçen tefsiridir. Bu tefsiri büyük âlimlerden bir
çok kimse ihtiyar etmiştir. İbnu-Küteybe'nin, İbnui-Cezerî'nin, Kadı
İb-nu-Tayyib'in görüşleri de buna yakındır. Hatta İbnu-Hacer; Er-Razî'-nin
tefsiri İbnu-Küteybe'nin törpilenmiş mezhebidir. Yani Razî onun mezhebini daha
net bir hale getirerek takdim etmiştir, dedi.

Îbnul-Cezerî kıraatların sahihini, şazını, zailini
ve münkerini araştırdım, gördüm ki, ihtilâf ancak yedi veçhe dönüşür durur dedi
ve şunları kaydetti:

1) Mana ve surette olmaksızın sadece harekelerde
ihtilâf,

2) Veya sadece manada değişikliktir. «El-Bakara»
sûresi âyet otuzyedide «Ademu» ve «kelîmatin» okunduğu gibi  «Ademe» ve «Kelimatun» diye de okunmuş sadece
manâ değişmiştir.

3)Suretin değil, manânın değişmesiyle harfler de
ihtilâf «tet-luve» ve «tebluve» de olduğu gibi.

4) Manâ değil, suretin değişmesiyle harflerde
ihtilâf    «basta-tenö ile «besteten»
yani «Sad» harfiyle yazılan ile «sin» harfiyle yazılan kelimelerin ihtilâfı
gibi...

5) Hem suretin hem de manânın bozulmasıyle
harfler de ihtilâf-dır. Örnek: El-Cuma' sûresinde «fesâv» ile «femdü»
kelimeleridir.

6) Veya takdim ve tahirde olur. Misal  «feyaktulüne» ve yuktalüne» (Allah yolunda
savaşıp düşmanları öldüren ve öldürü­len... Et-Tevbe: 111). Birinci Fiil'malûm
(etken) olmakla beraber Mu-zariaat harfi olan baştaki «Y» da Fethe (üstün)
ile okunmuştur. İkinci fiil Mechûl
(edilgen) olmakla beraber baştaki «YA» ötre ile
okunmuştur.

7)
Veya ziyade ve noksanlık ile olan harflerin ihtilâfıdır.
Misal olarak «El-Bakara» sûresinin yüz otuz ikinci   âyetinde   
«vassa» ile «evsa» kelimeleri verilebilir.

Bunlar, yedi lehçedir ihtilâf bunları aşamaz. Ancak
hudutları da­hilinde cereyan eder. İbnul-Cezerî'nin kelâmı burada son
buldu.

Kadı İbnu-Tayyib'in de burada tefsiri vardır. Fakat
kısa kesmek ve bu meseleyi «Kur'an ilimleri» adlı kitabımızda uzun uzun
bahsetti­ğimizden bu kadarla kifayet edelim. İbnu-Cerir et-Taberî ve ekolu; «Hz.
Osman'ın Mushaflarında an­cak bu yedi harfden birisi vardır. Bu yedi harf
Resûlüllah'ın zamanın­da Hz. Ebu-Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın da zamanının
başlangı­cında vardı. Sonra Hz. Osman'ın başkanlığında toplanan ümmet,
müs-lümanlarm birliğini sağlamak için o yediden bir tek harfle iktifa edip
diğerlerini bırakmak kararını aldı. Ümmetin üzerinde icma ettiği o harfle Hz.
Osman Mushafları yazdırdı» dediler. Fakat İbni-Cerir'in bu görüşünü
«Menahilal-îrfan» sahibi çürütmektedir

Bazıları; yedi harfden maksad, yedi kıraattir,
dedi. Başka birisi; yedi harfden murad, yedi vecihdir. Bu vecihler, tilavetteki
idğam, iz­har, tefhiym, terkiyk, imale, işba' medd, kasr, taşdid, tahfif ve
telyine raci'dir dedi.

Bazıları; yedi harfden kasdolunan, tek kelime ve
tek mânâda ca­ri olan değişik lafızlardır veya arab lüğatlarmdan yedi lügattir
dedi. Meselâ: «Helumme» «Akbil» «Taale» «Accil» «Esri'» «Kasdî» «Nahvî»
kelimeleri bir tek mânâda kullanmıştır «yönel» «gel» «yüzünü çevir». Bu görüş,
fâkihlerin cumhurunun ve hadîsçilerin çoğunun görüşüdür. Sufyan, İbnu-Vehb,
İbnu-Cerir ve Tahavî gibi zatlann görüşüdür.

Bazıları da Kur'an'ın yedi harf üzerinde inmesi
demek, Kureyş, Hüzel, Sakiyf, Havazın, Kmane, Tamiym ve El-Yemen kabilelerinin
lügatlan üzerinde inmesi demektir. Bunlardan dışarı çıkmaz. Zira Arablann en
fasih lügatleri bu yedi lügattir dedi.

Âlimlerin çoğu bu görüşü paylaştığı için bazıları
bunu en sıhhat­li görüş kabul etmiştir. «El-Bayhakî» tashih buyurmuştur
«el-Abherî» ihtiyar etmiştir. Başda geçtiği gibi Kamus-sahibi de
beğenmiştir.

Bazıları da «Yedi harfden maksad; Kur'an'da bulunan
yedi sınıf-dır» dedikten sonra bu sınıfların tayininde ihtilâfa düştüler. Kırka
ya­kın fikir beyan edildi. Onlar da haklıdır, zira Kur'an'ı Kerim sonu gel­mez
bir ilâhî denizdir.

1) Bu sınıflar: Emir, Nehyi, Helâl, Haram,
Muhkem, Müteşabih ve Misallerdir.

2) Vad, Vaid, Helâl, Haram, Vaizler, Darbu
Mesailer ve Hüccet­lerdir.

3)  Muhkem, Müteşabih, Nasih, Mensuh, Husus, Umum
ve Kıssa­lardır.

4) Umumu kasdedilen amm lafız, hususu kasdedilen
has lafız, hususu kasdedilen Amm lafız, umumu kasdedilen has lafız, indirilme­si
tevil edilmesine ihtiyaç bırakmayan lafız, âlimlerden başkası hük­münü bilmediği
lafız ve ilimde rüsûh kesbetmişlerden başkası mânâ­sım bilmediği
lafızdır.

5) Rububiyet (Rablık) in belirtilmesi,
Vahdaniyetin isbatı, Ülû-hiyetin tazimi, Allah için kulluk    yapmak,   
Allah'a şirk koşmaktan uzaklaşmak, sevaba teşvik etmek, ve ikabdan
korkutmaktır.

6) Mutlak, Mukayyed, Amm, Hass, Nass, Müevvel,
Nâsih, Men­suh, İstisna ve kısımlardır.

7) Hazıf, Sıla, Takdim, Te'hir, îstiâre, Tekrar,
Kinaye, Hakikat, Mecaz, Mücmel, Müfesser, Zahir ve
Gariptir.

Evet bunları ve daha zikretmekten kaçındığımız nice
fikirler bu sahada söylenilmiştir. Tafsilâtını istiyen kardeşlerimiz «Kür'an
İlim­leri» adlı eserimize müracaat etsin. Tevfık
Allah'dandır.

Yalnız burada İmam Celâleddin Abdurrahman
Es-Suyutî'nin bir kelâmını nakletmeden geçmiyeceğim:

«Bu vecihlerin çoğu birbirinin içindedir. Fakat
istinad ettikleri delili bilemiyorum. Kimden naklettiklerini anlamıyorum. Neden
her biri, o, yedi harfi yapmış olduğu tefsire tahsis etmiştir? Halbuki hep­sinin
söylediği Kur'an'da vardır? O halde tahsisin mânâsını çözemiyo­rum!. Bu
görüşlerde bazı şeyler ileri sürülüyor ki, mânâlarını ger­çekten bilemiyorum. Bu
görüşlerin çoğu üstelik Hz. Ömer'in, Hişarn b. Hakiymin şahindeki, hadisine
aykırıdır. Zira bahsi geçen iki büyük sahabide ne hadîsin tefsirinde ne de
hükümlerinde ihtilâf etmediler. Onlar ancak harflerin kıraatinde ihtilâf
ettiler. Avamdan bir çok kim­se, o yedi harfden murad, o meşhur yedi kıraattir
zannına kapıldı. Fa­kat bu zann çirkin bir cehalettir.»

 


 

Müslümanlar çeşitli memleketlere dağılmışlardı.
Kur'an yeniden okunmayı gerektiren bir hadise olmuştu. Müslümanlraın,
Resûlüllah'ın ve vahyin zamanından uzaklaşmaları bahis konusuydu. İslâm
memle­ketlerinin her yöresinin inşam, araîannda meşhur olan sahabinin oku­ma
tarzına uyardı. Meselâ: Şamlı'lar Ubey bin Kâab'm okuyuş stiliyle, Kûfe'Iiler
Abdullah bin Mes'ud'un kıraatıyla, başkaları da Ebu Mus'el Eş'ari'nin okuyuş
biçimiyle okuyorlardı. Bu kıraatlar arasında eda ve kıraat vecihleri yönünden
İhtilâflar vardı. Bu ihtilâf nizaa yol açmıştı. Bu ihtilâf, tıpkı Kur'an'ın yedi
harf üzerinde nazil olduğunu bilmez­den önce ashabı kiramın arasındaki ihtilâfa
benziyordu. Belki daha şiddetliydi. Çünkü bunlar peygamberlik halinden uzak
oldukları gibi Resûlüllah da aralarında yoktu ki onun hükmüyle sakinleşsinler.
Hep­si onun reyine tâbi olsunlar. Hastalık gittikçe kanserleşmeye yüz tut­tu.
Hatta müslümanlardan biri diğerlerini tekfir etmeye başladılar. Yeryüzünde fitne
ve fesadın yayılması yaklaşmıştı. Eğer bu tuğyan durdurulmazsa onun ateşi bütün
İslâm memleketlerini sarabilirdi. Hi­caz ve Medine de bu ateşten kurtulamazdı.
Küçük ve büyük hepsi ya­nıp gidecekti. İbni Ebu Davud «El Mesalih»de Ebu Kilabe
yoluyla şu hadisi rivayet ediyor:

«Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında, bir muallim,
ashabdan bi­risinin; diğer bir muallim de Daşka birisinin okuyuşunu
öğretiyor­du. Bu iki hocadan ders alan iki öğrenci bir araya geldiğinde,
ihti­lâfa düşerlerdi. Bu ihtilâf, o iki öğretmene arzediliyordu. Her birisi
haklı olduğunu savunuyordu. Böylece biri diğerini tekfir edecek dere­ceye
varmıştı cidal... Bu durum Hz. Osman'ın kulağına geldi. Hz. Os­man okuduğu
hutbede şunları söyledi:

«Siz benim yanımda ihtilâfa düşüyorsunuz. Acaba
benden uzak olan memleketler daha fazla ihtilâfa düşmez
mi?»

Osman (R.A.) doğru söylemişti. Uzak memleketlerdeki
ihtilâf da­ha da şiddetli, Medine ve Hicaz'daki ihtilâflardan daha korkunçtu. O
memleketlerin kıraatlerinde ihtilâfları dinleyenler bir araya geldikle­rinde
hayret ederlerdi. Bu hayrette İnkâra kadar giderlerdi. Bu hayret onları şüpheye
ve birbirlerinin sakalına yapışıp kavga etmeye kadar sürüklemişti. Şüphe
uyanmıştı, başlan ve kelleleri koparmaya çalışır­dı, müslümanları kitablarında
ihtilâfa düşen Yahudi ve Hristiyanların düştükleri bir derekeye düşürmeye
sürükler dururdu. Bununla bera­ber o memlekette yaşayanlar Kur'an'ın üzerinde
nazil olduğu yedi leh­çeyi bilmiyorlardı. Ve bilmeleri de mümkün değildi. İşte
bu sebeb ve hadislerden dolayı, Hz. Osman keskin reyi ve doğru görüşüyle bu
deli­ğin fazla büyümemesine çalıştı, onu yamamaya gayret etti. Bu hasta­lığı
temelinde kazıyıp yoketmeye yöneldi. Ve bu cidal maddesini ta­mamen söküp attı.
Mushafları yazıp o memleketlere göndermeye ka­rar verdi. Mushaflar yazıldıktan
sonra bütün insanlara bunların hari­cinde bulunan sahifeleri yakmaya ve bu ana
mushaftan başka hiçbir sahifeye güvenmemeye emretme karan aldılar. Ancak böylece
yara tedavi edilebilirdi. Hz. Osman'ın o mushaflan, bu ihtilâf karanlığında
hidayet nurları saçan bir özellik belirtir. Hz. Osman sahabelerle bera­ber almış
olduğu bu hikmetli karan infaza çalıştı. Hicri tarih 24 ü gös­teriyordu. 25.
senenin başlangıcıydı. Sahabelerin hayırlılarından ve güvenilir hafızlardan olan
dört kişiye bu işi havale etti. Komisyon üyeleri Zeyd bin Sabit, Abdullah bin
Zübeyr, Said bin As ve Abdur-rahman bin Haris bin Hişam'dı. Bunlann üçü
Kureyş'ten, Zeyd ise «ensar»dandı. Hz. Osman, müminlerin annesi Hz. Hafsa'ya
haber gön­dererek, «yanındaki mushaf sahibelerini kendisine göndermesini»
iste­di. Bu dörtlü komisyon başladı yazmaya... Bazı rivayetlerde komisyona on
iki kişinin seçildiğinden bahsedilir. Sahabilere danışmadan hiçbir şey
yazmazlardı. Ve böylece sahabeler, bugün Mushaflarda gördüğümü­zün,
Resûlüllah'ın okumuş olduğuna şehadet etmeden yazmazlardı. Ancak Kur'an olduğunu
bildikleri ve Resulü Ekrem'in Cebrail'in ya­nında son senedo iki defa
tekrarladığında mevcut olduğunu bildikleri âyetleri
yazarlardı.

İslâm memleketlerinin çokluğu dolayısıyla Hz. Osman
bu mus-haflardan birkaç tane yazdırdı. İsbat, Hazıf, Tebdil ve başka noktalar­da
mutafavit olarak yazıldı. Çünkü Hz. Osman yedi harf üzerinde kap­sayıcı olmasını
istiyordu. Bu mushaflar noktalar ve şekillerden hali bı­rakılmıştı. Ta ki bu
ihtimal yerine gelsin. Meselâ bazı kelimeler nok­talardan şekillerden tecerrüd
ederse, birçok vecihle okunabilir.   
«Tebeyyenu» kelimesi noktasız ve şekilsiz olursa «tesebbetu» okunabilir.
«Nunşiru» kelimesi «Nunşizu» okunabilir. Tabii Kur'an harfleriyle ya­zıldığı
takdirde böyledir). Ve böylece ana mushafta kırat olarak yedi harf rivayet
edildi. Kureyşten olan kâtiblere «siz Zeyd ile herhangi bir kelimede ihtilâf
ettiğinizde onu Kureyş'in lisaniyle yazınız, çünkü Kur'an onların lisaniyle
nazil olmuştur» emrini verdi. Onlar da böyle yaptılar. Sahifeler mushaflara
yazıldıktan sonra Hz. Osman bu sahife-leri Hz. Hafsa'ya gönderdi. Her memlekete
yazılan mushaflardan bir ta­nesi gönderildi. Bunlann haricinde kalan diğer
parçalann hepsinin ya­kılmasını emretti. Bu hususta Buhari, «İbnu Şihabatan
gelen bir se-nedle «Sahih»inde şöyle rivayet ediyor:

«Enes bin Malik bana söyledi:

Huzeyfe bin Yeman Hz. Osman'ın yanma geldi. Hz.
Huzeyfe, Er­menistan ve Azerbaycan savaşlarında hem Şam'lılarla, hem de
Irak'-lılarla arkadaşlık etmişti. Bunlann Kur'an'Ia ilgili ihtilâflannı Hz.
Os­man'a korkunç bfr şekilde anlattı. Huzeyfe, Osman'a şöyle
dedi:

— Ey müminlerin emîri! Yahudi ve hristiyanlann
ihtilâfı gibi ki-tabda ihtilâfa düşmezden önce bu ümmete
yetiş!

Böylece Osman (R.A.) Hz. Hafsa'ya haber gönderdi.
«Bana sahif ele­ri gönder ki mushaflara yazayım;   sonra sahif eleri sana iade   ederiz.»

Hafsa Validemiz Hz. Osman'a sahifeleri gönderdi.
Hz. Osman, Sabit oğ­lu Zeyd, Abdullah bin Zubeyr, Said bin As, Abdurrahman bin
Haris bin Hişam'a emretti. Bu sahif eleri mushaf lara yazdılar. Osman,
Kureyş'ten olan üç kişiye «siz ve Sabit oğlu Zeyd, Kur'an'm bir şeyinde ihtilâfa
düştüğünüzde onu Kureyş'in lisaniyle yazınız, çünkü Kur'an ancak bu lisanla
inmiştir» demiştir. Onlar da öyle yaptılar. Sahifeleri mushafla­ra geçirdikten
sonra Hz. Osman onları Hafsa'ya iade etti. Her menle-kete yazılanlardan bir
nüsha gönderdi. Bunların dışında kalan Kur'an parçalanm, isterse hepsi
mushaflarda yazılmış olsun, isterse sahife-lerde yazılı bulunsun, yakılmasını
emretti. Bunu, bir taraftan ihtilâfa düşme tehlikesinin kökünü kazımak için öbür
taraftan da Allah'ın ki­tabı konusunda bütün müslümanları bir noktada toplamak
için ve başka nüshalarda mevcud olmayan diğer özelliklerle donatılmış o
mushaflara yapışmalan için yaptı.

ıdu. Allah kaviy ve galib'tir. (El Ahzab:
25).

Allah Osman'dan razı olsun. O bu güzel ameliyle
Allah'ı razı etti. ur'anı korudu, ümmetin kelimesini birleştirdi. Fitnenin
kapısını ka-ıttı. Ve müslümanlar halâ da onun o güzel çalışmasının meyvesini
yorlar. O, Kur'an'ları ve sahifeleri yaktı diye kınanamaz. Çünkü onun Başka
sahifeler ve mushaflarda mevcud olmayan ve Hz. Osman'ın mushafında mevcud olan
Özellikler şunlardır:

1- Hz. Osman'ın mushaflarına ancak «tevatür»    yoluyle sabit alan âyetler yazılmıştır.
Rivayeti AHAD ije gelen cümleler ve tâbirler
yazılmamıştır.

2
-
Tilâveti (okuyuşu) neshedilen âyetler
yazılmamıştır.

Çünkü Cebrail'in kontrolunda   Resûlüllah'ın en son okuyuşunda bunlar yer
almamıştır.

3- Sûreler ve âyetlerin şu anda   biliner. şekilde   tertib edilmesi rardır. Ama Hz. Ebu Bekir'in
sahifelerinde bu yoktu. Âyetleri müreteptir, fakat sûreleri
değildir.

4-
Değişik kıraatıe: 
ve Kur'an'ın    üzerinde inmiş
olduğu yedi iarfi derliyen tarzda yazılmıştır.  
Çünkü noktalar, şekiller  
yazılma-nıştı. Tek- resim kaldırmadığında kıraat vecihleri mushaflar
üzerinde •evzi edilmişti.

5-
Kur'an olmayan her şeyden tecrid edilmişti. Sahabelerin
ma-talann şerhi olsun diye mushaflann başlıklarında yazdıkları bazı ya­llar
vardı. Nasih-mensuh'un beyanları vardı.  
Bunlar hafzedilmiştir. lahabeler Hz. Osman'ın emrini tuttular. Mushaflanm
yaktılar. Hepsi [z. Osman'ın mushafı üzerinde birleştiler.   Ümmetin bunlar üzerinde ;ma etmesi ve
kelimenin bir olması sağlandı.  Hatta
Abdullah bin les'ud evvelâ Hz. Osman'ın mushaflarını kabul etmedi.Mushafım
akmadı. Bilâhere cemaatin toplantısına dönüş yaptı ve bu mushafla-m
meziyetlerini gördükten sonra kendisininkini yaktı. Böylece şikak e nifakın
mikropları tamamen öldürüldü. İbni Mes'ud'un, Ubey bin &b'ın, Hz. Aişe'nin,
Hz. Ali'nin, Ebu Huzeyfe'nin    mevlâsı
Salim'in ıushaflan tamamen ortadan kalktı. Ya su ile yıkandı veya ateşte
ya-tldı.   «Cenabı Hak müminleri
aralarında savaşmak tehlikesinden ko buradaki hedefi doğru idi. O, sahabilere
danışmadan önce bunu yap­madı. Hepsinin muvafakatim aldı. Yardımlarını elde
etti. Teyidlerini, teşekkürlerini aldıktan sonra bunu
yaptı.

Ebu Bekir el Ensarî, Suhey bin Gafele'den rivayet
ediyor:

—  Hz.
Ali'den dinledim, diyordu:

—  Ey nas!
Allah'tan korkunuz.    Sakın Osman'ın
aleyhine çalış­maktan uzaklasınız. «O, mushaflan yakandır» sözündne hazer
ediniz. Allah'a yemin ederim, o, Resûlüllah'ın ashabi'ndan bir cemaatinin
re­yini almadan bunu yapmadı (danıştı öylece yaptı)».

Amr ibn Said diyor:

Hz. Ali «Eğer Osman'ın zamanında idareci ben
olsaydım mushaf­lar hakkında Osman'ın yaptığını aynen yapardım»
diyor.

Bu konuda Hz. Osman'a birçok tân tevcih edilmiştir.
Onlardan birisini ele alıp cevabını verelim:

Rafızi ifratçılanndan bazıları, «Hz. Osman, ondan
evvel Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer Kur'an'ı tahrif edip, âyet ve sûrelerinin çoğunu
is-kat ettiler» diye iddia ederler. Ve bu ifratçılar hocaları Hişam bin
Sa-lim'den, Ebu Abdullah'tan rivayet ediyor ki, Cebrail'in Hz. Muham-med'e
getirdiği Kur'an onyedi bin âyet idi. Yine Rafizilerden Muham-med bin Nasr,
«El-Beyyîne» sûresinde Kureyş'ten yetmiş kişinin ve babalarının isimleri vardı
diye iddia ediyor! Yine ifratçı Rafizilerden Muhammed bin Cehennem'el-Hilali
hocası Ebi Abdullah'tan rivayet ediyor: «Bir ümmet diğer bir ümmetten daha
ziyadedir...» (Nahl: 92). Lâfızları Allah'ın kelâmı değildir (!) Ve tahrif
edilmiştir! Kur'an'mbu tâbirinin yerinde «Diğer imamlardan daha temiz
imamlardır» tâbiri vardı. yani ümmet tâbiri yerinde eimmet [imamlar] tâbiri
vardı diyor.

Ğulat-ı Şia'dan bazıları da «Kur'an'da bir s» re
vardı, onun adı «El-Vüaye» sûresiydi ve tamamen iskat edildi diye iddia ederler.
Ve yine «El Ahzab» sûresinin çoğu iskat edilmiştir. Çünkü o, «el En'am» sûresi
kadardı. Ehl-i Beyt'in fazileti ile ilgili âyetleri oradan iskat et­tiler diye
İddia ediyorlar. Gulat-ı şiarım fikrine göre, doğu ve batıda yaşayan
müslümanlann, bugün ellerinde bulunan Kur'an, (Haşa) Tevrat ve încil'den daha
muharreftir. Telifi onlardan daha zayıf, onlardan daha fazla batılları derleyen
bir kitabtır. Allah bu ifratçı Rafızıları öl­dürsün. Ne zaman bunlar
düşüneceklerdir. Batının yetiştirdiği «müs­teşrik» adlı İslâm düşmanları da
ancak bu kadar Kur'an'a hücum edebilmişlerdir!

Bu Rafizilerin ithamları, evvelâ sened ve delilden
mücerred itham­lardır. Ne senedi vardır, ne de delili. Esasında bunları
zikretmemize ge­rek de yoktu. Eğer bazı mülhidler bu sözleri ağızlarına sakız
yapma-saydılar. Ne zikreder, ne de cevab verirdik. Bu iddialarının batıl
oldu­ğuna dair onların hiç bir delil bulamamaları yeter de artar. Fakat de­lil
olmamasına rağmen bunların hamakat ve sefahatlan böyle söyle­melerini
gerektirmiştir. «Allah kimi rezil ederse onu aziz edebilecek bir kimse bulunmaz.
Allah dilediğini yapar.» (Hacc: 18) âyeti onlara gü­zel bir
cevabtır.

 
İkinci
delil:

Şia âlimleri de bu hurafelerden, bu ahmaklıklardan
uzak dururlar. Yani bu iddialara sahib çıkmazlar. İsterseniz Şiâ imamlarından
birisi olan Et Tibrisi'nin ve Şii kaynağı kabul edilen «Mecmaul Beyanında­ki
söylediklerine kulak verelim:

«Kur'an'da ziyade yani fazlalık meselesine
gelince.. Bunun batıl bir iddia olduğunda bütün bir ümmet icma' etmiştir.
Kur'an'da nok­san yani eksiklik meselesine gelince.. Bu, bizim arkadaşlarımızdan
ba­zıları ve Haşevi'lerin bir gurubundan rivayet edilmiştir. Fakat doğru ve
sahih olanı bunun hilafıdır. Bunun böyle olmadığına «El Murteda» kail olmuş ve
bu hususta son sözü söylemiştir.»

YineEt Tibrisi «Mecma ul Beyan»da diyor
ki:

«Kur'an'daki ziyade iddiasına gelince.. O,
kesinlikle batıldır. Nok­sanlık meselesi ise, bunun muhal olması daha
şiddetlidir. Dava şöyle devam etti: Kur'an'ın nakledilmesinin sıhhatti oluşuyla
ilgili ilim, memleketler, büyük hadiseler, büyük olaylar, meşhur kitablar ve
ya­zılmış Arap şiiriyle ilgili ilim gibidir. Belki bu hususta daha fazla ina­yet
gösterilmiştir. Bu nakil ve koruma hususunda daha fazla titizlik gösterilmiştir.
Kur'an nakli öyle bir hududa varmıştır ki, başkası o hu­duda varamamıştır. Çünkü
Kur'an, peygamberliğin mefharesi, şer'i ve dinî hükümlerin mehazıdır. Müslüman
âlimleri onu hıfzetmek ve hi­maye etmekte en son dereceye kadar gitmişlerdir.
Hattâ onun iğrabın-ran, kıtaatlarından, harflerinden, âyetlerinden ihtilâf
edilen her nok­tayı bilmişlerdir. Nasıl onun değiştirilmiş veya eksik
nakledilmiş olma­sı mümkün görülebilir? Halbuki onun hakkında yüzdeyüz doğru
olan bir inayet ve yüzdeyüz isabet eden bir zapt u rapt
vardır.»

 
Üçüncü
delil:

Tevatür, ve ümmetin icmaı kaim olmuş ki, mushafın
iki kapağı arasında bulunanlar, eksiksiz ve noksansız, ziyadesiz Allah'ın
kitabı­dır ve burada tağyir ve tebdil yok. Tevatür ise ilim yollarından açık bir
yoldur. îcma hakkın yollarından kuvvetli bir yoldur. «Acaba haktan sonra
dalâletten başka ne olabilir?» (Yunus: 32).

 
Dördüncü
delil:

Hz. Ali (R.A.) bizzat Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman'ın
zamanında derlenen Kur'an hadisesini öğmüştür. Oysa bu ifratçılar Hz. Ali'ye
yar­dım ettiklerini ve bu hezeyanları ile onun tarafını tuttuklarını iddia
ediyorlardır. Umarım ki, Hz. Ali'nin şu sözünü
unutmadınız:

«Ecir yönünden mushaflar hususunda en büyük insan
Ebu Be­kir'dir. Allah'ın rahmeti Ebu Bekir'in üzerinde olsun. O kitabullah'ı ilk
derleyendir.

Hz. Osman'ın derlemesi hakkında da şunları
söyledi:

«Ey nas! Allah'tan korkunuz. Osman hakkında ifrata
kaçmaktan sakınınız. «Osman mushafları yakandır» sözünden hazer ediniz. Al­lah'a
yemin ederim, o, bizden yani Resûlüllah'ın ashabından bir ce­maatin reyini
aldıktanso nra onları yaktırmıştır.»

Ve şu sözünü de
unutmamışsmızdır:

«Eğer Osman'ın yerinde idareci ben olsaydım
Osman'ın mushaflar için yaptıklarını aynen yapardım.»

İmam Ali bu sözleriyle bahis konusu olan
müfritlerin dillerini kesmiş olmuyor mu? Onların hilelerini kendilerine
çevirmiyor mu? On­lar acaba nereye gideceklerdir?

 
Beşinci
delil:

Halifelik Hz. Ali'ye Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz.
Osman'dan sonra geçmiştir. Acaba bunlar Kur'an'da haşa fazlalık veya eksiklik
et­miş olsalardı niçin Hz. Ali bunu haykırmıyordu? Niçin seleflerinin git­tiği
yanlış yolu halk için tashih etmiyordu. Halbuki bu müfterilerin inancına göre
Hz. Ali masum (yani günah işlemeyen) bir imamdır. Böyle bir şeyi bilip de ilân
etmezse günah olmaz mı? Halbuki AH (R. A.) Kur'an hafızlarının başında gelen bir
hafızdı. Allah'ın dinine ve İslama yardım etmek hususunda Allah'ın en şeci
kullarından birisiydi. Ondan sonra oğlu Hz. Hasan'a hilâfet geçti. Altı ay
halîfe oldu. Acaba niçin bu fırsatı değerlendirmedi de kitabullah'ın hakikatini
ümmete ilân etmedi? Ey müslüman! Gulat-ı şia'mn bu iftiraları ancak deliller
tarafından söylenebilir. Bu iftiraları ancak aklından şikâyeti olanlar tasdik
edebilir. Allah imanımızı muhafaza eylesin. Ümmeti şerlerinden
korusun.

Bununla beraber ashab-ı kiram tamamen adildir.
Onların adaleti hususunda «Ehl-i sünnet ve'l cemaat» ihtilâf etmemiştir. Onların
ada­letine ancak bid'atçılar ve zındıklar tanda bulunmuştur. Ebu Zer'a Er-Razi
diyor ki:

«Bir kişinin ashab-ı kiram'ı nakzettiğini görürsen
bil ki o zındık­tır. Çünkü Resul haktır, Kur'an'm getirdiği haktır. Onu bize
getiren de sahabedir. Bu zındıklar evvelâ sahabeleri cerhetmek istiyorlar ki,
ikin­ci mertebede Kur'an ve sünneti iptal edebilsinler. Buna dikkat etmek
lâzımdır. İstersen sahabe hakkında Cenabı Hakkın şehadetini beraber­ce
okuyalım:

«Muhammed Allah'ın peygamberidir. Onun beraberinde
bulunan­lar (yani eshab-ı kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında
gayet merhametlidirler. Onları rüku ve secde eder halde Allah'tan se-vab ve nza
istediklerini görürsün. Secde eserinden nişanlan yüzlerin-dedir. İşte onların
Tevrat'taki vasıflan budur. İncil'deki vasıflan da şu:

Onlar filizini çıkarmış bir ekine benzerler. Derken
o filizi kuvvet­lenmiş de kalınlaşmış. Nihayet gövdeleri üzerinde doğrulup
kalmış, ekicilerin hoşuna gidiyor. Bu teşhis kâfirleri öfkelendirmek içindir.
On-

Iardan iman edip salih amel işleyenlere Allah
katında bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.» (El-Fetih: 29).

 


 

Kur'an âyetlerinin bilinme yolu ancak ŞARİ'in
açıklamasından geçer. Sari' nerenin üzerinde durmuş, ne söylemişse onun üzerinde
durmak lâzımdır. Bu konu kıyas ve rey ile bilinecek konu değildir. Sa­dece talim
ve irşad yeridir. Çünkü âlimler «Elif», «Lâm», «Mim», «Sad'ı» bir âyet
saymışlar, fakat «Elif», «Lam», «Mim», «Ra'»yi bir âyet saymamışlar. «Yasin»'i
bir âyet saymışlar, fakat «Ta», «Sin»'i bir âyet saymamışlar. «Ha», «Mim»,
«Ayn», «Sin», «Kaf»'ı iki âyet say­mışlar. Onun benzeri olan «Kaf», «Ya», «Ayn»,
«Sad»'ı iki âyet say­mamışlar, bir âyet saymışlardır. Eğer kıyasa bakılsaydı
benzerlerin hükmü bir olmalıydı ve ihtilaflı gelmemeliydi. Madem ki mesele
tevki­fidir bu ihtilâf sana herhangi bir şüphe getirmesin. Çünkü herkes
kendisine tebliğ edilen veya bildirilenin nezdinde durmuştur. Bir tek kelimeyi,
nasıl bir âyet saymışlardır, dememelisin. Çünkü şârii öyle saymıştır. Nitekim
«Errahman» sûresinin başındaki «Errahman» keli­mesi bir âyet, yine aynı sûredeki
«mudhametan» kelimesi bir âyet sa­yılmıştır. Buhari, Ebu Davud ve Nesei, Ebu
Said bin El Mualla'dan ri­vayet ettiler:

«Mescidde namaz kılıyordum. Resûlüllah beni
çağırdı. İcabet et­medim. Sonra kendisine gelerek:

—  Ey
Allah'ın Resulü! Ben namaz kılıyordum!» dedim.

Cenabı Peygamber:

—  Allah
dememiş mi «Ey iman edenler! Sizi çağırdıkları zaman Allah ve Resûlü'ne icabet
ediniz.»  (El-Enfal:
24).


Sonra Resûlüllah şöyle dedi:

—  Sana bir
sûre öğreteceğim ki, o, Kur'an'm en büyük süresidir. Camiden çıkmazdan evvel bu
olacaktır.

Sonra elimden tuttu. Camiden çıkmak istediğim
zaman, sordum:

—  Kur'an'm
en büyük sûresi olan bir sûreyi    sana
öğreteceğim, elemedin mi?

Cenabı Peygamber:

—  O, Fatiha
süresidir! Fatiha sûresi tekrarlanan yedi âyettir. Ve bana verilen yüce
Kur'an'dır! dedi.»

Bu hadis Fatiha sûresinin yedi âyet olduğuna,
Kur'an'daki tek­rarlanan yedi âyetten maksadın Fatiha sûresi olduğunu beyan
eder.

Tirmizi, Hakim, Ebu Hüreyre'den rivayet
ettiler:

«Her şeyin bir hörgücü vardır. Kui'an'ın hörgücü
Bakara süresi­dir. Orada bir âyeti celîle bulunuyor ki, Kur'an âyetlerinin
efendisi­dir. O âyet de «El Kürsi» âyetidir.»

Müslim, Tirmizi, Ubey bin Kâab'dan rivayet ettiler:
Cenabı Resul buyurdu:

— Ey Ebel Munzir! Senin nezdindeki (hifzinde olan)
kitabullah'ın hangi âyetinin daha büyük olduğunu biliyor
musun?

Ben: Âyet el Kürsi daha büyüktür dedim. Bunun
üzerine Cenabı Peygamber elini göğsüme vurdu ve:

— Ey Eba Münzir! Göğsün ilimle aydınlansın. Veya
ilim senin için kolaylaştınlsın, dedi. Ve beni takdir
etti.»

İmam Ahmed «Müsned»inde İbni Mes'ud'dan rivayet
etti: «Resûlüllah bana «Âl-i Hâ, Mim'den olan otuzluk sûrelerin birini okuttu.»
İmam-ı Ahmed, «Bu sûreden maksad «El Ahkaf»tır.Çünkü bir sûrenin âyetleri
otuzdan fazla ise ona «otuzluk» denilir» dedi.

Bazan ((âyet» tâbirinden âyetin bir parçası veya
ekserisi kaste­dilir. Fakat bu kasd mecaz yoluyledir.

 


 

Tıbyan sahibi şunu söyledi;

Kur'ân âyetlerinin adedine gelince: Sayanlar altı
bin ikiyüz küsur âyet olduğunu söylüyorlar. Ancak bu «küsur» de ihtilâf, vardır.
Medi­ne'nin ilk sayımına göre onyedi âyettir. Nafi' bu kanaattadir. Medi­ne'nin
son sayımında Şeybe'ye göre «ondört âyettir». Ebu Cafer'e göre on âyettir. Mekke
sayınıma göre yirmi, Kûfe'lilerin sayımında ise otuz âyettir. Bu, ayna zamanda
«Hamzatuz-Zeyyat»dan da rivayet edilmiş­tir. Basra'lılara göre beş âyettir. Ebu
Asım el Cebeli'den böyle rivayet edilmiştir. Bir rivayete göre ise, dört
âyettir. Eyyub bin Mütevekkil el Besrî böyle demiştir. Besrî'lilerden gelen
diğer bir rivayette ise ondo-kuz âyettir. Bu da Kattade'den rivayet edilmiştir.
Şam'lıların sayı­mında yirmi altı âyettir. Yahya bin el Harisi ez-Zimmari'den
böyle ri­vayet edilmiştir.

Et-Tıbyan Sahibi:

«Mekke sayımı Abdullah bin Kesir'e nisbet ediliyor
ki, yedi kur-radan birisidir. Mucahid, İbni Abbas'tan, o da Ubey bin Kâab'tan
ri­vayet ediyor.

Medine'lilerin sayısı ise iki kısımdır: İlk sayım
ve son sayım. Bi­rinci sayım belli bir kişiye nisbet edilmemekle beraber
Kûfeiiler Me-dine'lilerden «Mürsel» olarak nakletmişlerdir. Medine'lilerin
ikinci sa­yımı ise, «on kıraat âlimlerinden ikisi olan Ebi Cafer bin Yezid ve
Misbah oğlu Şeybe'ye nisbet edilmektedir. İsmail bin Cafer bin Ebi Ke­sir el
Ensari, Süleyman bin Cemmaz vasıtasıyla onlardan rivayet
et­miştir.»

Kur'an âyetleri uzun ve kısalık yönünden de
değişiktir. Kur'an'ın en uzun âyeti «El Bakara» sûresinin «borç»la ilgili
âyetidir. En kısası ise «Yasin» kelimesidir. Sûrei Yâsin'in başında gelmiştir.
Bazı kimse­ler âyetlerin sayısının bilinmesinde herhangi bir faide olmadığı
iddia­sındadırlar. Fakat bunun bilinmesinde üç faide olduğunu beyan et­mek
suretiyle sözkonusu iddiaları çürütelim:

 
Birinci
faide :

Bilinsin ki, her üç kısa âyet Resûlüllah'ın bir
mûcizesidir. Uzun­luğu ile üç kısa âyete denk olan bir uzun âyet de böyledir.
Çünkü Ce­nabı Hak düşmanlara meydan okunmasını bir sûre ile ilân etmiştir: «Eğer
kulumuza indirdiğimizden şüpheniz varsa, onun benzeri bir sû­reyi getiriniz.»
[El-Bakara 23].

Bu sûre, uzun sûrelere denildiği gibi kısa sûrelere
de denir. Kur'­an'ın en kısa sûresi «El Kevser)) süresidir. Bu da üç âyettir.
Hepsi de kısa âyetlerdir. Böylece sabit olmaktadır ki her üç kısa âyet mucizedir
ve onlara denk gelen uzun bir âyet de onlar kuvvetindedir.

 
İkinci f
aide:

Fasılalar üzerinde durmanın sünnet olduğunu savunan
bir kim­seye göre, âyet başlarında durmak güzel bir şeydir. Çünkü delil olarak
getirilen hadisin zahiri bunu gerektirir. Hadisi Ebu Davud, Ümmü Se-leme'den
rivayet ediyor:

aCenabı Peygamber Kur'an'ı okuduğu zaman âyet âyet
okurdu. Meselâ «Rigmiiiahirrahmanirrahiym» der, durur. Sonra «El hamdu lillahi
Rabbil Aleminne başlar, yine durur. Sonra «errahman», «erra-him»i okur yine
dururdu!...

 
Üçüncü
faide:

Namaz ve hutbede âyetlerin gerekli olmasıdır.
İmam-ı Suyuti şu­nu söyledi:

Âyetlerin adetlerinin ve fasılalarının bilinmesine,
bir takım fıkhı hükümler bağlıdır. O ahkâmlardan biri Fatiha sûresini bilmiyen
bir kimse hakkında âyetlerin bilinmesi itibar edilir. Çünkü bu kimseye, Fatiha
yerinde yedi âyet okumak vacibdir. Ayetler bilinmese, insan nerden bilecektir
ki, kaç âyet okumuştur. Hutbede de âyetlerin bilinme­sine itibar edilir. Çünkü
hutbede bir âyetin tam olarak okunması va-cibtir. Eğer uzun değilse âyetin bir
parçası kâfi değildir. Uzun olduğu takdirde de, cumhurun tahkikine göre, kâfi
gelmez.

 


 

Ümmet, bugün mushaflarda gördüğümüz gibi, Kur'an
âyetlerinin tertibi, Resûlüllah'tan ve dolayısıyla Allah'tan gelen bir emirle
oldu­ğunu ittifakla kabul etmiştir. Yani tevkıfî'dir. Rey ve içtihadın bura­da
hiçbir müdahelesi yoktur. Cebrail (A.S.), bir çok âyetleri Resûlül-lah'ın
kalbine indirir, her âyetin hangi sûreden olduğunu ve yerini gös­terirdi, sonra
Resûlüllah ashabına öylece okur, vahy kâtiblerine âyetin içerisinde yazılacak
sûreyi ve âyetin yerini gösterirdi. Bunu namazında. vaazlarında ve ahkâmda
onlara okur tekrarladı. Her sene Cebrail ile Kur'an'ı baştan sonuna kadar bir
defa tekrarlardı. Son senede ise iki defa tekrarlamıştır. İşte bu tekrarlama
bizim için bugün mushaflan-mızda yazılı olduğu tertib gibi idi.

 


 

Sûre lûgatta «konak» demektir. Kur'an'm belli
kısımlarına sûre denir. Çünkü o da, konaktan sonra konaktır ve bir bölümü
diğerinden ayırmaktadır, istilanda sûre'nin tarifi «Kur'an âyetlerinden müstakil
bir gurubtur, başlangıç ve sonuçlan vardır.» Şehir etrafındaki «sur» dan
alınmıştır. Çünkü sur*un taşları birbirinin yanına konulması gibi sûrenin kelime
ve âyetleri de birbirinin yanına konmuştur. Kur'an'm sûrelere taksim edilmesinin
hikmeti; insanlara kolaylık olsun, onları Kur'an okumaya teşvik etmek içindir.
Çünkü eğer hepsi bir «sûre» olup bölüm, bölüm ayrılmasaydı insanlara onu
ezberlemek ve anlamak zor gelirdi. O denizin dalgalarına dalmak onlan yorardı.
Bir de hadisin konusuna, konuşmanın mihengine delâlet etmezdi. Çünkü her sûrenin
belli bir konusu vardır, ondan bahsediyor. Meselâ Bakara sûresi İsrail
ineğinden, Yusuf sûresi Hz. Yusuf'tan, Nemi sûresi Hz. Süleyman'ın
karıncasından, Cin sûresi cinlerden bahseder.

Sûrenin mûciz olması ile uzun olmasına bağlı
değildir. Sûre ne kadar kısa olursa olsun mûcizdir kanaatini ispatlamak hikmeti
de bu­rada bahis konusudur.

 


 

Kur'an sûreleri dört kısma ayrılır: «Tuval» (yani
uzunlar) «Miin» (yani yüzden yukarı) olanlar ve «Mesani» (tekrarlananlar) ve
((Mu­fassallar». «Tuval» yedi sûredir: «El Bakara», «AH İmran», «En Ni­sa», «El
Maide», «El-En'am» ve «El A'raf» tır. Bunlar altı sûredir. Ye­dincide «Enfal»
ile «Tevbe» birlikte midir veya Yunus sûresi midir, diye ihtilâf vardır. «Miin»
sûreler ise, âyetleri yüzden fazla olanlardır. Mesani sûreler ise, âyetlerin
adedi yüzden sonra gelenlerdir. «El-Fer-ra» «âyetleri yüzden aşağı olan sûrelere
denilir. Çünkü onlar diğer sû­relerden daha fazla tekrar edilirler. Zaten
mesani'nin lügat manâsı da tekrar edilmektir» dedi. Mufassal'lar ise, Kur'an'm
son sûreleridir. Başlangıcı hangi sûredendir diye ihtilâf vardır. Bazıları
«Kaf», bazı­ları başka demişlerdir. İmam Nevevi'nin tasrihine göre; Hucurat
sûresinden başlar. Bunlara mufassal denilmiştir. Çünkü sûreler arasında sık sık
besmele ile kesinti yapılmaktadır. Bazıları Mensuh âyetler bun­larda az olduğu
için «Mufassal» dendiğini bildirmiştir. Ve bundan do­layı bu sûrelere «El
Muhkem» de denilmiştir. Nitekim Buhari Saidbin Cübeyr'den rivayet
etti:

«Sizin Mufassal dediğiniz sûreler
muhkemdir.»

Mufassal da üç kısımdır: Tual, Evsat, Kusar...
Uzun, orta, kısa... Tuvaller Hucurat'tan «El-Buruc» sûresine kadar olanlardır.
Evsat or­tanca, Mufassallar ise, «Et Tarik» tan başlar, Beyyine sûresine kadar
devam eder. Kusar ise, «Ez-Zilzal» den başlar sonuna kadar gider. Kur'an'ın en
kısa sûresi El-Kevser'dir. En uzun «El-Bakara»dır. Âyet­lerinin çoğu uzundur.
Hatta Kur'an'ın en .usu» âyeti bu sûrededir.

 


 

Tarihçiler, Mekke'deki Kureyşi'lerin yazıyı Harb
bin Ümeyye .bin Abdişems yoluyla aldıklarında hemen hemen ittifak etmişlerdir.
Fa­kat Harb'ın kimden aldığında ihtilâf vardır. Ebu-Amr ed-Dani'nin ri­vayetine
göre; Harb hattı Abdullah bin Cedean'dan öğrendi. El Kel-bi'nin rivayetine göre
Harb, yazıyı Bişr bin Abdulmelik'ten öğrendi. Sonra îslâm dini geldi. Arapların
ümmîliğine (yazı yazmamalarına ve okumamalarına) karşı savaştı, onu silmeye
çalıştı. Yazının yüce bir meziyet olduğunu ilân etti.

«Yaradan Rabbinin ismiyle oku.» [El-Alak: 1] emri
geldi.

Görüldüğü gibi burada Cenabı Hak, Resulünü ve
dolayısıyla in­sanları okumaya teşvik ediyor.

«Senin Rabbin kalemle öğreten o en Kerim'dir.
İnsana bilmediği­ni öğretmiştir.» [el-Alak: 2] fennânıyle devam
etti.

«Kalemle öğretilen» yazıdır. Yazının şerefi de
böylece bildirilmiş olmaktadır.

«Nun» sûresinde Cenabı Hak, kalemle ve kalemin
yazdıklanyla ye­min ediyor. Bu da yazının İslâmda ne derece ehemmiyetli olduğunu
bildiriyor. Resulü Ekrem, ashabına yazıyı öğrenmeyi ve güzel yazmaya teşvik
ederdi. Hatta varid olmuştur ki, Bedir savaşında müşriklerden altmış kişi esir
alındı. Resulü Ekrem: «Kim ki ashabımdan ou kişiye okuma yazma öğretirse onu
bırakırım» dedi ve böylece 60 kişinin her birisi veya bazıları on kişiyi
öğrettikten sonra tutsaklıktan kurtuldu. Bu hadiste okuma ve yazmanın hürriyete
denk tutulduğu hakikati gözler önüne serilmiştir. İşte böylece cehaletin
zulmetleri paramparça oldu. İslâmın nuru onları peyderpey izale ederek yerlerini
ilim, yazı ve okumaya bıraktırdı.

 


 

Daha önce de Resûlüllah'ın vafay kâtiblerinin
olduğu haberini sa­na vermiştik. Resûlüllah'ın döneminde Kur'an nelere
yazılmıştır? Hz. Ebu Bekir'in döneminde nelere yazıldı? Hz: Ömer'in ve Hz.
Osman'ın döneminde nasıl yazıldığını öğrendin. Resûlüllah'ın ve ashabının
Kur'an'ın yazılmasına vermiş olduğu önemi de öğrendin. Hulefai er-baa, Muaviye,
Eban bin Said, Halid bin Velid, Ubey bin Kâab, Zeyd bin Sabit, Sabit bin Kays,
Erkan bin Ubeyy, Hanzele bin Rebi ve diğer sa­habeler Resulü Ekremin vahy
kâtipleri idiler.

 


 

Bu tâbirden maksad, Kur'an kelimelerini ve
harflerini yazmakta Hz. Osman'ın seçmiş olduğu yoldur. Acaba mushafm resmi
tevkifi midir? Bazı âlimler tevkifidir ve ona muhalefet caiz değildir
demişler­dir. Bu, cumhurun mezhebidir. Onlar istidlal ederek diyorlar ki,
«Re­sulü Ekrem'in vahy kâtibleri vardı. Kur'an'ı fiilen bu resimle yazdılar.
Resûlüllah da onların yazılarını kabul etti. Resûlüllahın zamanı geçti, Kur'an
bu yazı üzerinde idi. Burada tadil ve tebdil olmadı.»

Bu delilin hulasası şudur: Hz. Osman tarafından
yazılan mushaf-lann resmi, evvelâ Resûlüllahın ikrarını, sonra oniki binden
fazla olan ashabın icmaını, ashabtan sonra tabiînin ve müctehid imamların
dev­rinde ümmetin icmaını elde etmiştir. Bu icma bu resmin hilâfına git­menin
caiz olmadığının denlidir.»

Resmi Osmaniyi iltizam etmek hakkında âlimlerin
sözleri Es-Sa-hevî, senediyle rivayet ediyor ki îmanı Malik'ten
soruldu:

«Acaba bir insan öir mushaf yazdmrsa halkın bu gün
ihdas ettiği heceleri yazınız, dese yazdırabilir mi?»

İmam Malik:

«Ben bu fikirde değilim. Ancak Hz. Osman'ın
devrindeki şekilde yazar.» cevabını verdi. Bu cevab hakikatin tâ kendisidir.
Zira burada ilk halin korunması bahis konusudur.

Ebu-Âmr Reddani; ümmet âlimlerinden İmam Malik'e
muhalefet edeni yoktur dedi.»

İmam Ahmed bin Hanbel, «Mushafi Osman'ın hattına
muhalefet­ten Kur'an yazmak haramdır,» dedi.

Fıkhi Şafii'den olan «El Menhec»in haşiyelerinde şu
hüküm yer almaktadır: Riba kelimesi «vav» ve «Elif»le yazılır. Nitekim resmi
Os-manide bu şekilde yazılmıştır. Kur'an'da «Riba» kelimesi «ya» veya elifle
yazılmaz. Çünkü onun resmine ittiba etmek peşinde yürünen
sünnettir.»

Hanefi fıkhında «El Muhit ül Burhani» adlı kitabta
şu ibare var­dır:

«Resmi Osmaninin gayrisiyle Kur'an yazmak uygun
değildir.»

Allame Nizamuddin-i Nisaburi:

«İmamlardan bir cemaat; Kurra, âlim ve hattatların
ana mushaf -ta ki, resme tâbi olmaları vacibtir. Çünkü bu Zeyd bin Sabit'in
yazdı­ğı resmdir ve Zeyd de Resûlüllah'ın emri ve vahyi kâtibiydi dediler!...»
diyor.

El Beyhaki Şuab ul İmam'da:

«Kim ki bir mushaf yazarsa Hz. Osman'ın
mushaflarmın yazmış olduğu heceyi korumalı, onlara muhalefet etmemeli, onların
yazdık­larından herhangi bir şeyi bozmamalı. Çünkü onların ilmi daha çok, kalb
ve dilleri daha doğru, emanetleri daha büyük idi. Bizim onlardan daha ileriye
geçmiş olduğumuz zihabına kapılmamız doğru değildir!»
dedi.

îkinci bir görüşe göre, mushafm resmi istilahidir,
tevkif i değildir. Bu görüşe göre; ona muhalefet etmek caizdir. Bu, İbni
Haldun'un mu-kaddimesindeki reyidir. Kadı Ebu Bekir «el-îtisar»da İbnu-Haldun'un
reyini destekliyerek demiştir: Yazıya gelince, Allah bu ümmete o hu­susta hiçbir
yazı türüne tâbi olmayı farz kılmamıştır. Zira Kur'an'ın kâtiblerine,
mushafların hattatlarına illâ şu resme tabi olacaksınız, bunun gayrisine iltifat
etmeyeceksiniz diye bir şeyi vacib kılmamıştır. Ve böyle bir vucub dinlemekle
olur. Oysa Kur'an'ın naslarında ve mef­humunda Kur'an'ın resmi ve zabtı ancak şu
özel şekilde olur diyen bir kimse olmadığı gibi herhangi bir hudud çizip bunu
aşmak caiz de­ğildir diyen bir nass da yoktur. Hadisin nassmda da bunu
gerektiren bir şey yok. Ümmetin icmamda da bu yok. Şer'i kıyaslar da buna
de­lâlet etmez. Bilâkis sünnet her kolay şekliyle Kur'an'ı yazmanın caiz
olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenabı Peygamber Kur'an yazmayı em­rediyordu.
Onlara muayyen bir vecih açıklamıyordu ve hiç kimseyi başka vecihlerle yazmaktan
da menetmedi. Bunun için de mushafla­rın yazılan değişik oldu. Bazıları kelimeyi
lafzın mahreci üzerine ya­zıyordu. Bazıları, ziyade ve eksiklik yapıyordu. Onun
bir istilan oldu­ğunu ve insanlara bu halin güç gelmiyeceğini
biliyor..»

El-Burhan ile Tıbyan sahibleri, îzz bin
Abdüsselâm'ın:

«Kur'an'ın her hangi bir hatla yazılması caizdir.
Hattâ avam, halk için bugün halk arasında meşhur olan ıstılahların üzerinde
Kur'­an yazmak vacibtir. Resmi Osmani ile onlar için yazmak caiz değildir. Çünkü
hataya düşebilirler. Ancak bununla beraber Resmi Osmaniyi korumak da vacibtir.
Tabii bu selefi salihinden miras olarak bize ka­lan nefis eserlerden birisidir.
Cahillerin cehaleti için bunlar ihmal edi­lemez. Belki ariflerin elinde kalır
ki, yeryüzü ariflerden hiçbir zaman hali değildir!» bu fikrini
benimsemişlerdir...

Acaba bu devirde Hz. Osman'ın yazdırdığı Mushaflar
nerededir?

Bizim elimizde şu anda Hz. Osman'ın Mushaflarmın
varlığına da­ir kesin bir delil yoktur. Onların yerlerini tayin etmek de
imkanımız dahilinde değildir. Ancak bizim en fazla bildiğimiz şudur ki, «îbnu
Cezerî» Şam ahalisine gönderilen mushafı görmüştür. Mısırda da mus­haf lardan
birisini daha görmüştü

Hz. Osman Mushaflarının hiçbirisinin bu zamanda
olmaması bize Hiçbir zarar vermez. Çünkü güvenilen konu burada nakildir.
Güveni­lir bir insanın bir diğer insandan nakletmesi, bir imamın diğer bii
imamdan nakledip tâ Resûlüllaha silsile yoluyla çıkarmasıdır. Kur'-an'ın bu
şekilde nakledilip gelmesi mütevâtirdir. Bir de Hz. Osman'ın yazmış olduğu
mushaflar önünde yüzbinlerce mushaflar her asır ve her şehirde yazılmıştır. Hz.
Osman'ın Mushafında yazdığı yazısı mu­hafaza edilmiştir.

Hz. Osman onları İslâm diyarlarına gönderir
göndermez her taraf­tan ümmeti Muhammed o Mushaflann üzerine hücum etti. Şark ve
garbta mushaf konusunda müminlerin kelimeleri birleşti ve yüzbin-lefce mushaf o
mukaddes mushafın aslından yazıldı. Tecvid, taskil [ci­lalanmak] ve tahsin eli
çeşitli şekillerde   mushafa uzatıldı,
maddesi, şekli, yazısı, hacmi, kâğıdı, cildi, tezhibi herşeyi güzelleşti. Bunlar
bi­zi pek fazla ilgilendirmez.   Ancak
manevi ve cevheri güzelleştirmeler vardır ki, onlar harflerin nutkuna,
kelimelerin birinin diğerinden ya­rılmasına, benzerliklerin arasındaki  ayrılıkların    tahsis edilmesinde, noktalar koymak,
şekiller yapmak   suretiyle meydana
gelmiştir. İşte bizi ilgilendiren budur. Bazıları, noktalar îslâmdan önce de
biliniyor­du. Hz. Osman'ın mushaflannda bütün vecihler okunsun diye bırakı­lıp
yazılmamıştır. Bazıları da noktalar Hz. Ali'nin talebesi Ebul-Esved Ed-Deelî
tarafından konulmuştur diyorlar.   İster
daha önce noktalar olsun, ister Ebul Esved tarafından konulsun, harflerin
noktalanması, ve harekelenmesi   ancak
Abdülmelik   bin Mervan'ın   devrinde oldu. Çünkü halîfe İslâm diyarının
genişliğini, arap olmayan milletlerin araplara karıştığını ve Acemlik lügatin
selâmetinin haleldar ettiğini gördü. Mushafları okumak hususunda    iltibasın    meydana gelmeye başladığını hattâ
bazılarının mushafın kelimelerini ve harflerini ayırd-etmek çok zor geldiğini
müşahede eden Abdülmelik, dürüst düşünce­siyle ümmeti bu tehlikeden   kurtarmaya teşebbüs etti.    Genel valisi Haccac'a bu mühim emirle
ilgilenmesini istedi.   Haccac da
müminle­rin emîrine itaat   ederek iki
kişiyi bu müşkilâtı halletmeye gönderdi. Onlar; Nasr bin Asım el Leysî ve Yahya
bin Ya'mer [veya Ya'mur] er-Ridvani'dir. İkisi de ilmi seviyeleri yüksektir.
Kendilerine tevdi edilen görevi yerine getirecek nitelikte idiler. Hem ilim, hem
amel, hem sa­lah, hem takva, hem de lügatin asıllarını, kıraatin vecihlerini
bilmek hususunda ikisi de mahirdi ve ikisi de Ebul-Esved ed Deelînin
talebe­lerinden idi. Alimler «sadri evvelde [ilk zamanlarda] mushaflann
nok­talanmasını, şekillendirilmesini mekruh görürlerdi. Kur'an'ın mücer­redine
hiçbir şeyin karışmasını iyi görmezlerdi. Tağyirden korkarak bunu dikkatle
izliyorlardı. Delilleri İbni Mes'ud'dan gelen şu eserdi:

«Kur*an'ı tecrid ediniz. Ona herhangi bir şey
karıştırmayınız.»

Fakat zaman bildiğiniz gibi bozulmuştur.
Müslümanlar Kur'an'ın noktalandırılmasına, harekelendirilmesine, harf şekilleri
konulması­na, hizibler, öşürler konulmasına mecbur oldular. Nokta ve şekillerden
tecrid edilmesi, tağyirine sirayet eder diye idi. Binaenaleyh kerahiyet de
böylece kalkmış oluyor. Çünkü hüküm illetiyle varlık ve yokluk yö­nünden deveran
ediyor, kaidesi vardır. İmam Nevevi «et Tibyan» isim­li eserinde şunu
söyledi:

«Alimler Kur'an'ı noktalandırmak ve şekillendirmek
mustahabtır. Çünkü bu Kur'an'da yanlış okumayı önler
dediler...»

Eş Şabi'nin, En-Nahai'nin noktalamayı mekruh
görmelerine ge­lince... O onların zamanındaydı. Kur'an'ın tağyirinden
korkuluyordu. Artık bugün Kur'an'ın tağyiri diye bir şey yok. Noktalamanın
Resû-lüllah'tan sonra ihdas edilmiş bir olay olması buna mani olamaz. Çünkü nice
güzel ve sonradan peydah edilmiş olaylar vardır ki men-edilemezler. İlim
tasnifi, cami, medrese ve mektebler yapmak ve mi­nareler inşa etmek
gibi.

Kurban bilahare otuz cüze, her cüz de iki hizbe,
bazıları da dört hizbe taksim edilmiştir. Ayetlerin rakkamlan, sûrelerin
başındaki isimlerin, Mekki veya Medeni olup olmadığının yazılması, öşürlerin,
rubulerin, cüzlerin alâmetlerin sahifelere konması, hepsi sonradan ih­das
edilmiştir. Bazı âlimler bunu caiz, bazıları da mekruh görmüşler­dir. Fakat gaye
Kur'an'ı kolayca okutmak olduğu için durum pek de zor değildir.

 


 

Kâinatta gördüğümüz ve dinlediğimiz hiçbir kitab
Kur'an'ın ta­şıdığı iclal ve takdise nail olamamıştır.   Cenabı Hak onun
hakkında

«O meknun bir kitabdır. Onu ancak tertemiz, yani
cenub olmayan ve abdestli olanlar elliyebilir.» Ve bu hususta Allah yemin
etmiştir:

«Yıldızların mevkilerine kasem
ediyorum.

Bu kasem, eğer bilirseniz, büyüktür. Şüphesiz ki o
kesinlikle ke­rim bir Kur'an'dır. Meknun bir kitabtadır. Onu ancak küçük ve
büyük hadesten tahir olanlar elleyebilir. Alemlerin rabbından inmiştir.»
[El-

Vakıa; 75-76].

Resûlüllah Kur'an'm düşman memleketlere
götürülmesini dahi menetmiştir. Çünkü onlann eline düşebilir. Bu hadis, Müslim
ve Bu-hari'de rivayet edilmiştir. Bazı âlimler Kur'an'ı çerçöp içerisine atanın
kâfir olduğuna dair fetva vermişlerdir. Zımmî dahi olursa kâfire, Kur'­an'ı
satanın haram işlemiş olduğuna fetva vermişlerdir. Kur'anı elle­mek ve almak
için abdestli olmayı şart koşmuşlardır. Hatta Kur'an'm üzerindeki kılıf ve
bitişik olan kapağı, içinde bulunduğu sandık da böyledir demişlerdir. Güzel
yazılmasını, yazısının gayet açık olmasını, harflerinin yerli yerinde
bulunmasını müstehab görmüşlerdir. İmam Nevevi «Kur'an içeri girdiğinde ayağa
kalkmak müstanabtır» der. Çünkü âlimler ve hayırlı insanlar için ayağa kalkmak
müstahab ol­duğuna göre mushaf daha evlâdır. Allah Kur'an'a karşı hürmetli
ol­mamızı nasib eylesin.

 


 

Kıraat, Kırae'nin cemiidir. Kırae «karae» fiilinin
maştandır ve okumak manasınadır. Istılah da imamlardan birisinin Kur'an
nut­kunda diğerine muhalefet ederek tâkib ettiği mezhebi demektir. Fakat bununla
beraber ondan gelen rivayet ve yollar ittifak halindedir. Bu muhalefetin
harflerin, veya heyetlerinin nutkunda olması hiç bir şey
değiştirmez.

İbn Cezeri «Müncid ul Mükrün» adlı eserinde
«Kıraatlar Kur'an kelimelerini eda etmek keyfiyetlerini bilen ve ihtilâflarını
nakledenle­re nisbet edilen ilimdir. Mukri şifahen rivayet eden âlimdir. Eğer
şifahen bu ilmi rivayet edenden rivayet etmezse, «Et-Teysir» gibi bir kitabı
ezberlerse dahi içindeki   kaidelere göre
okumaya yetkili değildir. Ancak şifahen silsile yoluyla okuyabilir. Çünkü
kıraatlerde ancak sima' ve şifahi olarak bilinecek birtakım şeyler vardır...»
denilmekte­dir.

 


 

Ashabı kiram kıraati Resûlüllahtan değişik
şekillerde öğrenmiş­lerdi. Bazıları bir harfle [vecihle], bazıları iki, bazıları
daha fazla harflerle öğrenmişti. Yani Resûlüllah Kur'an'm üzerinde indiği yedi
harften bazılarına bir, bazılarına iki, üç veya dört veya bazılarına ta­mamını
öğretmişti. ResûIülİah'ın vefatından sonra ashab İslâm mem­leketlerine
dağıldılar. Bunun için. Tabiîn onlardan değişik kıraatlar öğrendiler.
Tebeitabiîn de tabiînden böylece ders aldılar ve böylece silsile tâ kurra
imamlarının zamanına kadar devam edip geldi. Bu imamlar ihtisas yaptılar. Bütün
vakitlerini kıraatlara hasrettiler. On­ları zabtettiler, neşrettiler. Böylece
kıraat ilmi ve ihtilâfları ortaya çıktı. İhtilâfların Kur'an'm üzerinde inmiş
olduğu yedi harf (vecih) üzerinde cereyan ettiği bilinmelidir. Bunlar, Allah'ın
katından gelen harflerdir. Ne ResûIülİah'ın, ne de herhangi bir kimsenin
katından gelmiş değillerdir. Kıraat konusunda Mushaflar hiçbir zaman daya­nak
noktası değildirler. Onlar ancak ahkâmda dayanılacak noktadır­lar. Kıraat
şifahen Resulü Ekrem'den ashaba, ashabtan tabiîne, tabiîn­den tebeitabiîne kadar
devam etmiş gelmiştir. Bu hususta Tayyibe'nin sarihi Nuveyri şunu
söylüyor:

«Kur'an'm naklinde itinıad, hafızlar üzerindedir.
Bunun için Hz. Osman memleketlere gönderdiği her Mushaf'la beraber bir de hafız
gönderdi. Ve her memleket Mushaflarmdaki şekille okudu. Ve Resûlül-lah'tan
okumuş sahabelerden okudular. Sonra kıraat imamları geceli gündüzlü kendilerini
bu işe tahsis ettiler ve bu hususta uyulacak imamlık mertebesine vardılar. Bu
kurra imamlardan sonra kurralar İslâm diyannda çoğalıp dağıldılar. Tabakaları
bilindi. Sıfatlan değiş­miş oldu. Bazıları birrivaye ve biddiraye tilaveti çok
güzel bilirdi. Ba­zıları bunlardan birisini çok güzel tahsil etmişti. Bazıları
daha fazlası­nı çok güzel tahsil etmişti. Böylece ihtilâf çoğaldı, birleşme
noktalan azaldı. Bu durum başgösterdikten sonra, ümmetin süper zekâlı âlimleri,
imamları kalkıp var kuvetleriyle bu hususta çalıştılar, sahih ola­nı batıldan
ayırdılar. Harfler ve kıraatlan derlediler. Vecih ve rivayet­leri nisbet
ettiler. Sahih ve şaz'ın beyanını yaptılar. Asıl kaideler tesis ettiler ve
rükünler koydular.

 


 

Ashabın arasında Kurban okumak ve okutmakta en
meşhurlar: Hz. Osman, Hz. Ali, Ubey bin Kâab, Zeyd bin Sabit, İbni Mes'ud, Ebu
Derda, Ebu Mus'el Eş'ari gibi sahabelerdi.

Tabiinden îbni Müseyyeb, Urve, Salim, Ömer bin
Abdulaziz, Sü­leyman bin Yesar, kardeşi Ata, Zeyd bin Eşlem, Müslim bin Cündüp,
İbni ŞahabZühri, Abdurrahman bin Hürmüz, Muaz bin Haris, Medi­ne'de, meşhur
idiler. Mekke'de ise Ata, Mücahid, Tavus, İkrime, İbni Ebi Müleyke, Übey bin
Umeyr meşhur idiler. Basra'da Amr ibni Abdu-kays, Ebu Ali'ye, Ebu Reca, Nasr bin
Asım, Yahya bin Ya'mer, Cabir bin Zeyd, Hasan Basri, İbni Şirin, Katâde ve
başkaları. Küfe'de ise Al-kame, El Esved, Mesruk, Ubeyde, Er Rabi, İbn Hayseme,
Haris bin Kays, Ömer bin Şarahbü, Amr bin Meymun, Ebu Abdurrahman es Sü-lemi,
Zürr b. Hubeyş, Ubey bin Fadele, Ebu Zür'a bin Amr, Said bin Cübeyr, Nehai.
Eşşabi... Şam'da El Muğire bin Ebi ŞahabelMahzumi, — Bu zatı Hz. Osman
Medine'den mushafla beraber Şam'a göndermiş­ti— Huleyd bin Said, —Bu da Ebu
Derda'nın talebesiydi— meşhur idiler. Medine'de Ebu Cafer Yezid bin Kaka, sonra
Şeybe bin Nisa, son­ra Nafi bin ebi Naim. Mekke'de Abdullah bin Kesir, Hamid bin
Kays el Araç, Muhammed bin Muhaysm. Küfe'de Yahya bin Vessab, Asım bin Ebu
Nücûd, Süleyman el-A'maş, sonra Hamza, sonra Kisayr. Bas­ra'da Abdullah bin Ebi
îshak, İsa bin Amr, Ebu Amr bin Ala, Asım el-Cahderi, sonra Yakub el Hadrami...
Şam'da Abdulah bin Amr, Atiyye bin Kays el-Kilabi, İsmail bin Abdullah, İbn ul
Muhacir, sonra Yahya bin Haris ez-Zimari, sonra Şureyh bin Yezid el-Hadrami,
kırat ilmin­de meşhur oldular.

 


 

Bazıları yedi, bazıları on, bazıları ondörttür,
demiştir. Bütün bun­lar, meşhur olmuş kıraatiardır.   Yedi Kurra şunlardır:   Nafi,  
Asım, Hamza, Abdullah ibn Amr, Abdullah bin Kesir, Ebu Amr bin Ula,
Ali-yil Kisai... On kıraat ise bu yedi kıraatla beraber Ebu Cafer, Yakub ve
Halefin kıraatlarından meydana gelir. Kıraat ilmi uzun bir zaman unutulmuş
gibiydi. Sonra bu ilmin yazılma devri başladı. Hatta yedi meşhur kıraat bile
ortada yoktu. Kıraatta ilk telif yapan «Ebu-Ubey-de» Kasım bin Selâm, Ebu Hatim
es Sicistani, Ebu Cafer Taberi ve İs­mail Kadı gibi zatlardır. Bunlar kıraatlar
hakkında birçok şeyler söy­lediler. Bu yedi kıraatin üzerine eklenen birçok
rivayetler naklettiler. Sonra iki yüzüncü hicri yılda İslâm memleketlerinde
kiraat-i seb'a şöyle kondu: Halk Basra'da Ebu Amr ve Yakub'un kıraati üzerinde
oldu. Küfe'de Hamza ve Âsım'm, Şam'da İbni Amr'in, Mekke'de îbni Kesir'in,
Medine'de Nafi'nin kıraati üzerine devam ettiler. Kıraati Seb'a böylece ta
üçüncü hicri asra kadar devam etti. Bu asırda Bağdad'da İbni Mücahid Ahmed bin
Musa bin Abbas ortaya çıktı. Bu yedi ima­mın kıraatlannı derledi. Ancak Yakub'un
yerine El Kisai'nin ismini yazdı. Sadece bunlar üzerinde durdu. Bunların
üzerinde durması her­hangi bir kasta bağlı değildi. Çünkü o ancak zabtu-rabt,
eminlik sı­fatlarında ileride bulunan ve uzun zaman kıraat ilmine hizmet eden,
ve ittifakla kendisinden kıraat alınabilir denilen âlimlerin kıraatlannı
nakletmeyi kasdetmiştir. Ve bu sıfatlan ancak yedi kurrada buldu. Onun için
onların kıraatlannı nakletti. Aksi takdirde kıraat imamları yedi değil çoktur.
Bu yedi kişiden ilim bakımından daha üstünleri de vardır. Binaenaleyh ibn
Mücahid'in bu yedi kişi üzerinde durması kurralan bu yedi kişiye hasretmek demek
değildir. Belki onun aradığı üç vasıfı ancak bu yedi kişide görmştür. Ondört
kıraat ise söylediği­miz on kıraat üzerine Hasan Basri, İbni Muhaysin, Yahya el
Yezidi ve Şanbuzi'nin kıraatlan eklenirse meydana gelir. Kıraat bahsi engin ve
derin bir bahistir. Tafsilât El İtkan, Menahil il-İrfan ve El Burahn gi­bi
eserlerdedir. Oralara müracaat edilsin.

 


 

Karmaşık, ihtilaflı, cidal ve münakaşa dolu bir
konudur. Fikirle­rin çarpışmış olduğu bir konu...

1) Bazılan kıraati seb'a hakkında «tevatür lâzım
gelmez» diyen kâfir olur, çünkü Kur'an'm tevatür olduğunu inkâr etmeyi
gerektirir demişlerdir (!) Bu Endülüs müftisi Üstad Ebu Said Ferac bin Leh-be
nisbet edilen bir fetvadır. Birçok kimse onun fetvasını desteklemiş ve birçok
kimse de reddetmiştir. Fakat istinad ettiği delil pek elveriş­li bir delil
değildir. Çünkü «kıraatlar mutevatir değildir» demek Kur'-an'ın mutevatir
olmadığını gerektirmez. Kur'an ile kıraati seb'a ara­sında fark vardır. Mümkün
ki Kur'an, kıraati seb'anın gayrisi olan bir kıraatla mutevatir olsun. Veya
bütün kurranın üzerinde ittifak ettiği bir noktada mutevatir olsun. Veya isterse
kurra olsun isterse olmasın, büyük bir cemaatin ittifak ettiği noktada,
mutevatir olsun. Kıraati sebada ise gayri mutevatir olsun.

2) Bazıları birinci görüşün aksine kıraati
seb'ayı pek fazla zayıf düşürerek durumlarını pek önemsenmeyecek şekilde
beyanatta bulun­muştur. «Bunlar ile diğer kıraatlar arasında fark yoktur»
iddiasına kalkışmıştır. Ve «Hepsi "Ahadî" rivayetlerdir» hükmünü  vermişdir. «Bu kıraati seb'a için
nıutevatirdir diyen bir kimse küfre kadar gider!» iddiasında bulunulmuştur. Bu
fikir de sağlam bir delile  
dayanma­maktadır. Bir şey bazen bir kavmin yanında mutevatir olur,
başkala­rının nezdinde mutevatir olmayabilir. Bir vakitte mutevatir olur, baş­ka
bir vakitte olmayabilir. Binaenaleyh bu husustaki birbirlerini suç­layanların
zannı bu hükümleri gerektirmez.

3) «Cem'ül
Cevami»    kitabının sarihi ve muhaşileri
şunları di­yorlar:

«Kıraati seb'a tam bir tevatürle mutevatirdir. Yani
yalan üzerinde bir araya gelmeleri mümkün olmayan bir cemiyet, bir toplum
Resu-lûllahtan onları nakletmiştir. O toplumdan da öyle bir toplum, o top­lumdan
da o tarzda bir diğer toplum nakletmiş gelmiştir. Kurranın senedlerinin «Ahadi»
olması buna hiçbir zarar vermez. Zira onu bir ce­maata tahsis etmek kıraatin
başkasından gelmesine mani olmaz. Bel­ki vaki şudur ki o kıraati her memleket
ahalisinden imamlarının kı-raatıyla onlar kadar büyük bir cemaat almıştır ve
böylece gelmiştir. Sadece mezkûr imamlara ve senedlerinde zikredilen Hâvilerine
isnad edilmek ancak onların harflerini [vecihlerini] ve bu sahada yetişen büyük
hocalarını zabtu-rabt etmelerinden ileri geliyor.»

Subki'nin bu görüşü de münakaşa edilebilir. Zira
eğer bütün o kı­raatler mutevatir olsaydı kurra onların herhangi bir şeyinde
ihtilâfa düşmezdi. Fakat birçok şeyinde ihtilâf etmişlerdir. Öyleyse hepsinin
mutevatir olması kabul edilemez.

4) İbni Hacib da, kıraati seb'anın tevatürüne
kaildir. Ancak kı­raati seb'anın «Medd», «İmale» ve «Hemze»'nın tahfifi gibi eda
kabi­linden olanı mutevatir değildir diyor. Fakat İbni Hacib'in Meddi, imale ve
hemze tahfifini mütevatirden saymamasını İbn ul-Cezeri uzun uzadıya tenkid
konusu yapmıştır.

5) Ebu Şa'me kurralardan nakletmesinde bütün
yolların ittifak ettiği kıraati seb'anın mutevatir olduğunu iddia etmiştir.
Kurcalardan nakledilmesinde ihtilâf edilenler ise, mutevatir değildir demiştir.
İs­ter İbn ul Hacib'in dediği gibi ihtilâf, kelimenin edasında olsun, ister
lafzında olsun «Menahüul İrfan» sahibi Ebu Şa'menin reyi en kuv­vetli reydir
diyor ve dört nedenle destekler: Birinci nedeni; diğer rey­lere yapılan
itirazlar Ebu-Şame'ye yapılmaz. İkincisi, hem vakide hem delilde birşeye
dayanmaktadır. Üçüncüsü, kıraat ve Kur'an ilimlerin­de çok mahir olan mütehassıs
bir zattan bu rey sudur etmiştir. Dör­düncüsü, müdekkiklerin kıraati seb'a
hakkındaki fikriyle bu fikir birleşiyor.

Tetkik neticesinde sadece yedi kıraat değil on
kıraatin tamamının mutevatir olduğunu görmüş oluyoruz. Usul âlimlerinin ve
kurralann reyi de budur. İbnu Subki, İbn ul Cezeri, Nuveyri gibi zatlar bu
ka-naattadırîar. Ebu Şa'menin de reyi budur. Zira bu hususta en yetkili olan
İbnul-Cezeri «Muncidul-Mukriin» adlı eserinde şöyle diyor: «İkin­ci fasıl,
kıraati a'şranin (on Kıraatin) tavan ve taban bakımından içtima ve iftirak
halinde mutevatir (olduğuna dairdir). Bu konuyu uzun uzadıya şerh ettikten sonra
Ebu Şa'menin de bu kanaatte ol­duğunu dermeyan ediyor!.

Biz bu konuyu, kurranın kısaca hal tercemesihi
belirtmek sure­tiyle bitirelim.

1- «Ibn-Âmr» adı Abdullah el-Yahsubi'dir. Yahsub
Himyer ka­bilesinden bir boyun adıdır. Künyesi Ebu-Nuaym ve Ebu İmrandır.
Tabiindendir. Sahabelerden Vasıl bin Eska' ve Numan bin Beşir'i görmüştür.
Kıraati, Muğire bin Ebi Şahab El-Mahzumi'den, o da Hz. Os­man'dan almıştır.
Bazıları «İbnu Âmr» bizzat Hz. Osman'dan kıraati almıştır dediler. «İbnu-Amr»
118. senede Şam'da vefat etti. Onun kı­raatim rivayet etmekle Hişam ibn Zekvan
şöhret buldu.

2- «İbn Kesir» Ebu Muhammed veya Ebu Ma'bed
Abdullah bin Kesir ed-Dari'dir. Mekkei Mükerreme'de kıraat ilminde imam idi.
Yu­muşaklık ve vekar sahibiydi. Sahabelerden Abdullah bin Zubeyr, Ebu Eyyub
el-Ensari, ve Enes bin Malik'i gördü. Mücahidden, o da Ibnu Ab-bas'tan, o da
Ubey bin Kaab'dan, o da Resûlüllahtan rivayet etmiştir. Abdullah bin es-Saib
el-Mahzumi'den   kıraat ilmini
okumuştur.   Ab­dullah bin Saib de Ubey
bin Kaab, ve Ömer bin Hattab'tan kıraati öğ­renmiştir. Onlar da Resûlüllahtan...
İbni Kesir hicretin 120. senesinde Mekke'de vefat etmiştir. Ondan rivayet
etmekte   El-Bizzi ve Künbul şöhret
bulmuşlardır.

3- Âsim, Ebu Bekir bin Ebun-Necud el Esedi'dir.
Çok güzel oku­yan bir zattı. Tahrir, ıtkan, fesahat ve sesin   güzelliğinde çok ileride idi. Zirr bin
Hubeyiş'den de Abdullah bin Mesud'dan, o da Resûlüllah­tan ders aldı. Ebi
Abdurrahman Abdullah bin Habib es Suleminin de yanında okudu. Abdullah aynı
zamanda Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in de hocalığını yapmıştır. Ebu-Abdurrahman Hz.
Ali'nin yanında okumuş­tur. Hz. Ali de Resûlüllah'tan okumuştur. Âsim, hicretin
127. senesinde Küfe'de vefat etti. Râvisi, Şube ve
Hafs'tır.

4- Ebu Amr, Zebban bin ulâ bin   Ammar el Basri'dir.   Doğru, emin ve dinde güvenilir olmakla
beraber kıraat ilminde insanların en bilgini idi. Mücahid bin Cabir,   Said bin Cübeyr'den,   İbn Abbas'tan Ubey bin Kaab'tan, o da
Resûlüllah'tan rivayet etmiştir.   Ebu
Cafer, Zeyd bin Ka'ka ve Hasanı Basri gibi zatlardan meydana gelen bir
ce­maattan okudu. Hasan da Hattan ve Ebu Âliye'nin yanında, Ebu Âli­ye de Hz.
Ömer'in yanında okudu. «Ebu-Amr» hicretin 154. senesinde vefat etti. Onun meşhur
ravilerinden birisi ed Durî, diğeri ise, Es-Su-si'dir. Fakat bunlar Ebi Muhammed
Yahya bin Mübarek el Adevi va­sıtasıyla rivayet
etmişlerdir.

5- Hamzadır. Ebu Ammare Hamza bin   Habisi Ez-Zeyyat Kü-fe'lidir. îkrime bin
Rebi' et-Teymi'nin »zadlısıdır.    Ebu
Muhammed Süleyman bin Mehran el Ameşi'nin yanında okumuş. O da Yahya bin
Vessab'ın yanında, o da Zirr bin Hubeyş'in yanında, o da Hz. Osman'­ın, Hz.
Ali'nin ve İbnu Mes'ud'un yanında okumuştur. Onlar da Resû-lüllah'm yanında
okumuşlar. Ehli takva ve kitabullahı bilen, tecvitçi, feraiz ve arapça gramerini
bilen bir zattı. Aynı zamanda hadis hafızı idi. Hicretin 156. senesinde
Hilvan'da vefat etti. Onun meşhur ravileri Halef ve Hallad'dır. Fakat Ebu İsa
Süleym bin İsa el-Hanefi el Küfi'nin vasıtasıyla rivayetini
yaptılar.

6- Nafi'dir. Ebu Rüveym Nafi bin Abdurrahman bin
Ebu Naim el Medenidir. Kıraatim Ebu Cafer el Kari'den almıştır. Ve aynı zamanda
tabiinden yetmiş kişinin yanında okumuştur. Onlar da Abdullah bin Abbas, Ebu
Hüreyre'den, o da Ubey bin Kaab'tan, o da Resûlüllah'tan almıştır. Nafi,
Medine-i Münevvere'de Reis ul Kurra idi. Hicretin 169. senesinde vefat etmiştir.
Onun meşhur ravileri Kâlun ve Verş'tir.

7- El Kisaî Ebul Hasan Ali bin Hamza El Kisai en
Nahvidir. Ki-sai lakabım aldı. Çünkü ihramda iken abâ giyiyordu. Ebu Bekr el
Ensa-ri,   «Kıssaide birçok emr bir araya
gelmiştir. Şöyle ki, herkesten daha fazla nahiv ilmini biliyordu. Garibleri
bilmek hususunda zamanının tek kişisiydi. Kur'an'ı bilmek hususunda
emsalsizdi.    İnsanlar çokça onun
meclisine koşuyorlardı. İnsanlara sesini duyurmak için kürside oturur, Kur'an'ı
başından sonuna kadar okurdu.    Onlar
dinlerler ve ondaki kaidelerini zabtederlerdi. Hicretin 189. senesinde vefat
etmiş­tir. Meşhur ravileri Ebul-Haris ve Ed Duri'dir.

8- Ebu Cafer Yezid bin el Ka'ka el Kari'dir.   Ka'ka, Medine'de bir yerin adıdır. Abdullah
bin Abbas, ve   Ebu Hüreyre'den, onlar da
Ubey bin Kaab'tan, o da Resûlüllah'tan ilim almıştır. Ebu Cafer hic­retin 130.
senesinde vefat etmiştir. Tabiinden idi. Büyük bir mertebe­ye sahibti. Onun
rivayetiyle meşhur olan Ebu Musa İsa bin Verdan el-Hazza ve Ebu Rebi Süleyman
bin Müslim bin Cemmaz'dır.

9- Yakub'tur. Ebu Muhammed Yakub bin îshak   el-Hadremi'-dir. Ebu Munzir Selâm bin
Süleyman et-Tavilin yanında okumuş, Se­lâm da Asımın veEbu-Âmnn yanında
okumuştur. Yakub hicretin 205. senesinde vefat etmiştir. Rivayetini yapan Revh
bin Abdulmümin ve Rüveys lâkablı Muhammed bin Mütevekkil el-Lu'lu'i'dir.10 10- Halef dir. Ebu Muhammed Halef bin
Hişam bin Saleb bin Halef bin Salebtır. Selimin yanında okumuş, ö da Hamza'dan
Yakub bin Halife el-Aşa'dan el Mufeddel ed-Dübin'in arkadaşı Ebu Zeyd Said bin
Evs el-Ensari'den Ebban el-Attar'ın yanında okumuştur.Bütün bunlar da Asım'dan
ders almışlardır. Halef Hicretin 229. senesinde ve­fat etmiştir. Kendisinden
rivayet etmekle şöhret bulan, Ebu Yakub Is-hak bin İbrahim bin Osman bin
Abdullah el-Maruzî. [Bu zat da hic­retin 286. senesinde vefat etmiştir] ile Ebul
Hasan İdris bin Abdulke-rim el-Haddad'dır.

11- Hasan Basri'dir. Hasanı Basri, Hasan Ebul
Hasan Yesar Ebu Saidil el-Basri'dir ve meşhur bir zattır. Tabiînin başıdır.
Hicretin 110. senesinde vefat etmiştir.

12- İbnu Muhaysan Muhammed bin Abdurrahman
es-Sehmî el-Mekki'dir. Mekke ehlinin kurra başıdır İbni Kesir'le beraber.
Hicretin 123. senesinde vefat etmiştir.

13- Yahya el Yezidi'dir.   Yahya bin Mübarek   bin Muğire'dir. Basralı'dır.   «El Yezidi» lakabı ile meşhurdur. Hicretin
202. senesinde vefat etmiştir.

14- Eş Şenbuzi'dir. Muhammed bin Ahmed bin
İbrahim bin Yu­suf Bin Abbas bin Meymun Ebu Ferec en Şenbuzi'dir.Bağdat'lıdır.
Hicretin 388. senesinde vefat etmiştir. Allah'ın rahmeti, mağfireti ve affı
onların üzerinde olsun. Amin.

İşte kıraat ilmine, millet ve ümmete bu hususta
hizmet eden, ki-tab ve sünneti koruyan zatlar bunlar ve diğer*
benzerleridir...

 


 

Tefsir lûgatta izah ve açıklamak demektir.
Istılahta «Tefsir, bir ilimdir, orada Allah'ın muradına delâlet etmek bakımından
ve beşerin takati yetecek kadar Kur'an'dan
bahsedilmektedir.»

Diğer bir tarife göre «Tefsir bir ilimdir ki orada
nüzula, sened, eda, lafızlar ve o lafızlar ile hükümlere bağlı bulunan mânâlar
yönün­den bahsedilmektedir.»

 


 

Lugavi mânâlarının en meşhurunda tefsirin muradıfı
(eş manâ­lısı) dır. Tefsircilerin ıstılahında mânâları değişir. Bazıları
«Tefsir, te­vile umum ve hususta mukabil düşer. Tefsir mutlaka âm, Tevil
mut­laka hastım demişlerdir. Bazıları «Tefsir Tevile mübayindir. Tefsir
ke­sinlikle «Allah'ın muradı şudur» demektir. Tevil ise, ihtimallerden bi­risini
kesinlik olmaksızın tercih etmektir» dedi. Bu son görüş, «El-Ma-turidi»nin
görüşüdür. Veya «Tefsir, rivayet yoluyla lafzın beyanıdır. Tevil, dirayet
yoluyla lafzın beyanıdır». Veya «Tefsir ibarenin konu­mundan istifade edilen
mânâların beyanıdır. Tevil işaret yoluyla isti­fade edilen mânâların beyanıdır.»
Bu son görüş, sonradan gelen âlim­lerin yanında şöhret bulmuştur. Buna
«el-Alusi» tefsiri Ruhul-Meanî'-de işaret etmektedir.

Tefsir iki çeşittir:

1- Kuru bir tefsirdir. Lafızların hallinden,
cümlelerin irabın­dan, Kur'an'ın nazmındaki nükte, belagat ve fenni işaretlerden
bahse­der. Bu çeşit tefsir, tefsir olmaktan daha fazla arapça gramerinin
tat­bikatına yakındır.

2- Bir çeşit tefsirdir ki bu hududlan aşar. En
yüce hedef Kur'­an'ın hidayetlerini açıklamak, talimlerini bildirmek, Allah'ın
Kur'an'-da insanlar için koymuş olduğu nizamları ve hikmetini belirtmektir.
Ruhları cezbedecek, kalbleri açacak, ve nefisleri Kur'an'ın hidayetiyle
hidayetlenmeye çağıracak tarzda olan bir tefsir... İşte bu ikinci çeşidi
«Tefsir» adını almaya daha uygundur. Ve tefsirin faziletinden ve ih­tiyacından
bahsettiğimiz zaman, bu ikinci çeşidi kastetmiş oluyoruz. Tefsir Kur'an'ın
hazinelerinin ve içindeki dünyevi ve uhrevi azıkları­nın anahtarıdır.   Tefsirsiz bu hakikatlara varmak   mümkün olamaz. Tefsiri bilmeyen bir insan
milyonlarca defa Kur'an lafızlarını tekrar etse dahi hakikata varamaz. İmam
Suyuti «El-İtkan»    adlı eserinde tefsir
hakkında şunları söylüyor:

«Kur'an Araplara en fasih zamanında «Arabî lisan»
ile inmiştir. O devirdeki insanlar onun zahirini ve hükümlerini bilirlerdi. Onun
içindeki incelikler ise, ancak araştırmak ve dikkat etmek ve peygamber­den
sormaktan sonra anlaşılır.

Ashabı kiram «Emin olmak, iman edip imanlarım zulm
ile karış­tırmayanlar içindir. Hidayete erenler de onlardandır.» (El-Sn'am: 82)
âyeti nazil olduğu zaman Resûlüllah'tan sordular:

«Hangimiz var ki nefsine zulmetmemiş
olsun?»

Bu suallerine cevab olarak Cenabı Peygamber
âyetteki «zulüm» kelimesini «şîrk» ile tefsir etti. Zulmün şirk mânâsına
olduğuna da­ir Lokman sûresinin 13. âyetini okudu: «Kesinlikle şirk büyük bir
zu­lümdür.»

Ashabı Kiramın muhtaç olduğu nesneye biz de
muhtacız. Belki bizim ihtiyacımız tefsirde daha fazladır. Çünkü öğrenmeksizin
biz lû-gatuı mânâlarını ve sırlarını bilemeyiz. Böylece tefsirin faidesi;
ha­tırlatmak, ibret almak, ahlâk, muamelat, ibadet ve inançlardaki ilâhî
hidayetin bilinmesidir. Böylece fert ve toplumlar dünya ve âhiret saa­detini
elde etmiş olurlar. Tefsir ilmi dinî ve arabî ilimlerin en şerefli-sidir. Çünkü
konusu Kur'an'dır, faidesi büyüktür. «tefsir» ismini almasının nedeni orada
keşif ve açıklama vardır. Bütün ilimlerde keşf ve açıklama olduğu halde onlara
«tefsir)) denilmemiş, fakat bu ilme «tefsir» denilmiş. Çünkü bu ilmin kıymeti
çok yücedir. Ve çok faz­la hazırlıklı olmaya ihtiyacı vardır. Allah'ın
kelâmından Muradı nedir onu beyan etmek büyük bir çalışma ve titizlik
ister.

 


 

îbni Abbas'tan vârid olmuştur: Tefsir dört
kısımdır. Birincisi hiçbir kimsenin bilmemesinde mazur sayılmayacağı helâl ve
haram tefsiridir. İkincisi, Arapların dilleriyle yapmış oldukları tefsirdir.
Üçüncüsü, âlimlerin yapmış olduğu tefsirdir. Dördüncüsü, Allah'tan başka
kimsenin bilmediği bir tefsirdir. Ez-Zarkeşî «El Burhan» adlı eserinde: «Bu
taksim doğrudur» diyor. Arapların lisanlanyla bildiği tefsir kısmı, lügat ve
irab yönünden arap lisanına dönüşen kısmıdır. Tefsir âlimi lügatin mânâlarım ve
isimlerin mânâlarını bilmelidir. Fa­kat okuyucuya bu lâzım
gelmez.

Hiç kimsenin bilmemekte mazur sayılmayacak
tefsirine gelince; bu kısım ahkâm sistemlerini ve tevhid delillerini kapsayan
Kur'an naslarından bilinen ve zihinlere süratle gelen mânâların tefsiridir. Açık
bir mânâyı ifade eden ve mânâsı Allah'ın muradı olduğu bilinen her lafzın
tefsiridir. Bu kısım tefsirde teville iltibas yoktur. Meselâ: «Bil ki şüphesiz
O, ondan başka ilâh olmayandın) (Muhammed: 19) âyeti celîlesinden herkes tevhid
mânâsını idrak eder.

Allah'tan başkasının bilmediği tefsire gelince;
kıyametten, ruh­tan bahseden âyetlerin tefsirleri ile sûrelerin başında gelen
hece harf­lerinin ve Kur'an'da bulunan her müteşabi hâyetin tefsiri gibi... Bu
âyetlerde içtihad etmeye cevaz yoktur. Ancak bunların tefsiri sima yoluyla
(yani, peygamberin Allah'tan ve Cebrail'den öğrendiği bir yol­la)
bilinir.

Alimlerin bildiği tefsire gelince; bu tefsir
onların içtihadına dö­nüşür. İşte ekseriyetde buna tevil denilir. Bu tefsir
hükümlerin istin-bat edilmesi, mücmelin açıklanması ve umumun tahsis edilmesi
gibi bir tefsirdir.

Bazı âlimler başka bir itibarla tefsiri üç kısma
taksim etmişler­dir:

1) Tefsiri Bîrrîvaye (yani hadisle Kur'an'ı
tefsir etmek,, buna aynı zamanda «Tefsiri bilme'sur» yani hadis ve sahabelerden
gelen eserlerle bilinen tefsir denir.

2) Tefsiri «Bîddıraye». Buna aynı za­manda
tefsiri «Bîrrey» de denilir. Yani insan ilme dayanarak içti­had eder ve tefsir
yapar.

3) Tefsiri «Bilişare». Buna «Tefsiri işarî» de
denir.

Tefsiri birrivaye, Kur'an'da, veya sünnette veya
sahabe kelâmın­da Allah'ın kitabındaki muradı ilâhisini beyan eden tefsirdir.
Kur'an'-ın Kur'anı tefsirine misal:

«Gece ile gündüzü ayıran fecrin beyaz ipliği,
gecenin siyah ipliğin­den size seçilinceye kadar yiyin, için, sonra ... geceye
kadar orucu tam tutun.» [El Bakara: 187].

Burada gündüzün mânâsım ifade eden «mînel fecr»
kelimesi beyaz ipliğin tefsiridir.

 


 

Daha önce geçtiği gibi Cenabı Peygamber âyetteki
zulmü «şirk» ile tefsir etmiştir. Kur'an'ın ashabın sözleriyle tefsirine
gelince.. «El Hakim» «El Mustedrek»inde vahyi ve Kur'an nüzulünü müşahede eden
sahabinin tefsiri «Merfu» hadisin hükmünü alıyor,
demiştir.

Tabiinden nakledilen tefsire gelince; bu tür
tefsirde âlimlerin ih­tilâfı vardır. Bazıları bu tür tefsiri, Bil-Mesur ile olan
tefsirden kabul ediyorlar. Çünkü bunlar yüzdeyüze yakın bir oranla sahabeden
gelmiştir der. Çünkü bunlar yüzdeyüze yakın bir oranla sahabeden gelmiştir der.
Bazıları, tefsiri birreydir diyor. İbni Cerir Et-Taberi'nin tefsirinde, Sahabe
ve Tabiînden "birçok nakiller vardır. Ancak Hafız İbni Kesir der ki: «Tefsiri
bilme'surun ekserisine Yahudi zındıkların­dan fars zındıkları ile ehli kitabın
müslüman olanlarından gelen ri­vayetler karışmıştır. Bazıları; geçmiş
peygamberleri, onların ümmet­lerini, onların kitab ve mucizelerini «ashab-ı
kehf» gibi kimselerin ta­rihleri hakkında «İREME zatul-imad» şehri ve Babil
sihri hakkında, «UÇ» bin Ünuk adlı devasa mahlûk hakkında ve kıyamet
alâmetlerin­den olan birtakım emirler hakkında gelen rivayetlerin çoğu hurafe ve
iftiralardır, dedi. Bunun için İmam Ahmed «üç şey vardır ki onların ash yoktur
demiştir:

1) Tefsiri birrivaye,

2) Melahim, yani âhir za­manda cereyan edecek
harpler ve

3) Meğazi, yani gazalardan bahseden kitablar.»
İmam Ahmed bunların temeli yoktur demek istemiyor. Yani zihinlere geliyor ki
bunların sıhhatlisi azdır. Sıhhatli olmayanı daha fazladır. Yoksa umumiyetle
bunların aslı astarı yoktur demek asla doğru olamaz. Çünkü tefsir hakkında sarih
rivayetler vardır. Bunda da şüphe yoktur. İmam Ahmed bizzat Ali ibni Ebi
Talha'nın İbni Ab-bas'tan rivayet ettiği sahih tefsir sayfası hakkında nakil
yapmıştır. Sünenler Kur'an tefsiriyle doludur.

 


 

Hulefai Erbaa (yani dört halife), İbni Mes'ud, İbni
Abbas, Ubey bin Kâb, Zeyd bin Sabit, Ebu Musa el Eşarı, Abdullah bin Zübeyr gibi
zatlardır. Dört halifeden en fazla tefsir Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Diğer
üç halifeden pek fazla tefsir rivayet edilmemiştir. Sebebi de bun­ların erken
vefat etmeleridir.

Ma'mer Veht> bin Abdullah bin Ebu Tüfeyl'den
rivayet ediyor: Hz. Ali, hutbede «Benden sorunuz. Allah'a yemin ederim, ne
sorarsa-ıiz size haber veririm. Allah'ın kitabını sorunuz. Yemin ederim, han-i
âyet olursa olsun onun gece mi gündüz mü, dağda mı ovada mı na­il olduğunu
biliyorum» dedi. Başka bir rivayette «Hz. Ali; yemin edi-or ki, hangi âyetin
kimin hakkında ve nerede nazil olduğunu biliyo-um. Benim Rabbim bana çok idrak
edici bir kalb ve çok (soran) bir [il ihsan etmiştir,
dedi.»

Tefsir rivayetleri çokça îbni Mesud'dan gelmiştir.
İbni Mesud'un ıe derece yüce bir ahlâka sahib olduğunu sen bilirsin. Ebu Naim,
Ebul luhteri'den rivayet ediyor: «Hz. Ali'ye dediler: Bize İbni Mes'ud.dan laber
ver. Hz. Ali: O Kur'an ve sünneti bildi ve sonra nihayete vardı, lim olarak bu
kâfidir. Yeter artar dedi.»

İbni Abbas'a gelince Kur'an'm tercümanıdır. Bu
hususta Resû-iillah'ın şehadeti vardır: Mücahid îbni Abbas'tan şu hadisi rivayet
edi-or: Resûlüllah bana: «Sen Kur'an'm en güzel tercümanısın dedi.» leyhaki,
«Delailül-Kur'an'da îbni Mes'ud'dan rivayet etti: «Kur'an'm n güzel tercümanıdır
Abbas oğlu Abdullah. Resûlüllah ona: Ya rab! mu dinde fakın kıl ve ona tevil
ilmini öğret» diye dua etti.»

Fakat buna rağmen îbni Abbas'a nisbet edilen tefsir
hususunda ok dikkat gerekiyor. Çünkü İbni Abbas'ın kesesinden birçok tefsir
apılmıştır.

Ubey bin Kâb bin Kays «el-Ensari», vahyin
kâtiblerinden birisi, lduğu gibi tefsirde de çok fikir beyan eden bariz
âlimlerden biridir. Ziraatta da bariz bir âlimdir. Ebu Cafer er Razi, Rebi bin
Enes'den, da Ebu-Âliyeden o da Ubey bin Kâb'tan tefsir rivayet etti. Senedi
sa-ûhdir. Zeyd bin Sabit, Ebu Musa «el-Eşari», Abdullah bin Zübeyr ;ibi zatlara
gelince tefsirde meşhur olmakla beraber, bu zatlardan lort halifeden daha az
tefsir nakledilmiştir. Sahabelerden birçok kim-e tefsir ilmine çalışmıştır.
Ancak azdırlar. Enes, Ebu Hüreyre, İbni !>mer, Cabir, Âmr İbn As, Müminlerin
annesi Hz. Aişe bunlardandır.

 


 

Tefsir bakımından sahabelerin en fazlası İbni
Abbas'tır. Kur'an'ın ercümamdır. Kendisinden çok ve sayılmayacak kadar
rivayetler ve

 


 

Tabiîn üç tabakaya ayrılmıştır. Mekke, Medine ve
Irak tabakala­rıdır. Mekke tabakası tefsir ilminde en âlim kişilerdi. Suyuti,
İbni Tey-miye'den naklediyor:

«Tefsiri en güzel bilenler Mekke'lilerdir. Çünkü
onlar İbni Abbas'm talebeleridir. Mücahid, Atabin Ebu Ribah, İkrime, Said bin
Cübeyr ve Tavus bu tabakanın başında geliyorlar. Mücahid'in tefsirine gelince;
o, İbni Abbas'tan yapılan rivayetlerin en kuvvetlisidir. İmam Şafii, Buhari ve
ilim imamlarından başkaları da onun tefsirine itibar etmiş­lerdir. İmamı Nevevi,
Mücahid'den bir tefsir nakledilirse, o kâfidir de­miştir. Fudayil bin Meymun:
Mücahid'den «Kur'an'ı otuz defa îbni Abbas'ın kontrolunda arzettim, yani
tefsirini ve açıklamasını onun ya­nında yaptım dediğini dinledim
diyor.»

Yine.ondan gelen bir rivayet: «Mushafı İbni
Abbas'ın yanında üç defa arzettim (onun kontrolunda okudum). Onun her âyetinin
üzerin­de durur İbni Abbas'tan mânâsını sorardım. Kim hakkında ve nasıl na­zil
olmuştur diye mânâsını sorardım.» dedi.

Ata ve Said'e gelince; onlar da İbni Abbas'tan
gelen rivayetlerde mevsuk ve güvenilirdirler.

Süfyanı Servi; Tefsiri dört kişiden alınız: Said
bin Cübeyr, Müca­hid, İkrime ve Dahhak'tan...» dedi.

Kattade ((Tabiînin en âlimi dört kişidir; Ata bin
Ebi Ribah mena-sıkı en güzel bilendir. Said bin Cübeyr; Tefsiri, ikrime Siyeri,
Hasan, halâl ve haramı en iyi bilendir» dedi.

Ebu Hanife «Atadan daha üstün bir kimseyi görmedim»
diyor.

îkrime'ye gelince; İmam Şafii «Allah'ın kitabım
İkrime'den daha güzel bilen bir kimse yeryüzünde kalmamıştır»
dedi.

İkrime der ki «İbni Abbas benim ayaklanma (kaçmamam
için) bu­kağı vuruyordu. Bana Kur'an ve sünneti öğretiyordu.»

Tavus bin Kisan el Yemani'ye gelince; o da ilim ve
amel kahra-manlanndandır. Elliye yakın sahabi görmüştür. Kırk defa Allah'ın
beytini ziyaret etmiştir. Duası makbuldür. îbni Abbas: «Ben Tavus'u cennet
ehlinden zannediyorum.» diyordu.

Medine'lilerin tefsircilerine gelince: Zeyd bin
Eşlem, Ebul Âliye, Muhammed bin Kâb el Kurezi gibi
zatlardır.

Irak tabakasına gelince: Onlardan birisi Mesruk bin
el Ecda'dır, zahid bir insandı. İbni Mes'ud'un talebesiydi. İbnu-Muin: Mesruk
Sık-kadır. Nasıldır diye sorulmaz.» dedi.

Mesruk bir çok müşkil meselede Kadı Şureyh'in
müsteşarı idi. Sa­bi, Ebu Vail, ve daha niceleri Mesruk'tan rivayet
ettiler.

Kattade bin Deâme İbni Mes'ud'un ravilerindendir.
İbni Şirin bu zatın zabt ve hıfz bakımından mazbut olduğunu söylüyor. îbnu
Mü-seyyeb, «Kattade'den daha fazla hıfzedici bir Irak'lıyı görmedim» de­di.
Ancak Kattade kaza ve kader meselelerine dalıyordu. Onun için de bazı insanlar
ondan rivayet etmekten kaçındılar.

Irak tefsircilerinden biri de Ebu Said Hasan el
Basri'dir. Mevsuk, âlim ve mütteki idi. Ata bin Ebu Müslim el-Horasani, Mürret
ül Heme-dani de Irak müfessirlerindendir. Bunlar, reylerini, ve ilimlerini
saha­beden aldılar. Tebei tabiîn de bunlardan tefsir ilmini almışlardır. Zira
Cenabı Hak «Şüphesiz ki biz zikri yani Kur'an'ı indirdik ve şüphesiz ki biz onun
koruyucularıyız [El-Hıcır: 9] buyurmuştur. Allah'ın Re­sulü de: «Bu ilmi her
haleften adil kimseler alacaklar, ifratçılarm tah­riflerinden onlar bu ilmi
temizleyecekler. Batılcılann batıl fikirlerini silip atacaklar. Cahillerin
tevillerini tamamen sökeceklerdir» buyur­muştur.

Tabiinden rivayet edilen tefsirde mülahaza edilecek
çok mühim itibarlar vardır:

1) Onlar nübüvvet zamanına yetişmediler.
Resûlüllah'ın nurla-nyla bizzat şereflenmediler. Böylece zanna galib geliyor ki,
onlardan rivayet edilen tefsir ancak onların rey ve içtihadlandır. Resûlüllah'a
senedi yükselen hadisi «Merfu» hükmünü taşıyamaz. Fakat ashabın tefsiri bu hükmü
taşıyordu. Nitekim biz daha önce bunu belirttik.

değişik yollar gelmiştir. En güzelleri Ali bin Ebu
Talha «el Haşimi» ta­rafından rivayet edilen tefsirdir.

Ahmed bin Hanbel; «Mısır'da tefsir hususunda bir
sahife vardır. Onu Ali bin Ebi Talha rivayet etmiştir. Eğer bir kişi sadece onu
elde etmek için Irak'tan Mısır'a giderse, fazla masraf edildi denilmez.» de­di.
İbni Hacer, «Bu nüsha Ebu Salih nezdinde idi. Onu Muaviye Ebi Salih'ten o da Ali
bin Ebi Talha'dan, o da İbni Abbas'tan rivayet et­miştir.» dedi. Buhari «Sahih»
inde İbnu Abbas'ın tefsirine çok yerlerde itimat ediyor. Bazıları; İbni Ebi
Talha İbni Abbas'ı dinlememiş, ancak Mücahid'den veya Said bin Cübeyr'den onun
tefsirini dinlemişdir» dedi. İbni Hacer, vasıta kuvvetli olduktan sonra fark
yok. isterse biz­zat İbni Abbas'tan isterse vasıtadan dinlemiş olsun, dedi. İbni
Cerir et Taberi İbni Ebi Hatem, İbni Munzir, ibni Abbas'ın bu tefsirinden çok
rivayetler etmişler. Fakat onlar ile Ebi Salih'in arasında vasıtalar
var­dır.

İbni Abbas'tan gelen güvenilir rivayetlerin birisi
de, Kays'm Ata bin Said, veya Said bin Cübeyr'den rivayetidir. Bu rivayet Müslim
ve Buhari'nin şartlan üzerinde sahih bir rivayettir, ibni İshak'ın Mu-hammed bin
Ebi Muhammed'den, onun da îkrime'den veya Said bin Cübeyr'den rivayeti de
güzeldir. İbni Abbas'tan gelen en zayıf rivayet «El-Kelbi»nin Ebi Salih'ten îbni
Abbas'tan yaptığı rivayettir. Mukatil bin Süleyman'ın, Dahhak bin Muzahim'in
ibni Abbas'tan rivayetleri de böyledir. Ve Munkati (kesintili) dir. Çünkü Dahhak
İbni Abbas'ı görmemiştir. İmam Şafii'den, «Tefsir hususunda İbni Abbas'tan ancak
yüz hadise benzer bir şey sabit olmuştur.» rivayeti vardır. îbni Ab­bas'tan
başka diğer sahabilerderi de tefsir rivayeti yapılmıştır:

1) Abdullah Bin Mes'ud'dan tefsir rivayet edildi.
Bu zat, altıncı müslüman ve Resûlüllah'ın hizmetkârıydı. Resûlüllah'm
pabuçlarını gezdiriyordu. Peygamberle beraber ve korumak için önünde yürüyor­du.
Bu bakımdan edebini Resûlüllah'tan almıştır. îbni Mes'ud'un bu hasletleri için,
onu Allah'ın kitabını, «Muhkem» ve «Muteşabih» âyet­lerini, helâl ve haramını en
güzel bilen sahabelerden saymışlardır. «El-Itkannda Suyuti, «İbni Mes'ud'dan
rivayet edilen tefsir; Hz. Ali'den ge­len tefsirden daha fazladır» der. İbni
Cerir ve başkası İbni Mes'ud'dan şu rivayeti yaptılar:

«Kendisinden başka Mabud bulunmayan Allah'a yemin
ederim ki, Allah'ın kitabından inen her âyetin kimin hakkında ve nerede nazil
olduğunu biliyorum. Eğer benden daha fazla Allah'ın kitabım bilen bi­risini
görebilseydim ve onun bulunduğu yere develer varsaydı mutlaka oraya gider ve
ondan Allah'ın Kitabını Öğrenirdim.» dedi.

2) Ali bin Ebi Talib'tir (R.A.): Resûlüllah'ın
amcasının oğlu, da­madı, dördüncü halîfe, doğup büyümesi İslâm içinde olmuş, hiç
bir za­man puta secde etmemiş, ResûlüIIah'la kopmaz bağı olduğu için, bu durum
onun nefsinin nurlanmasında, maddesinin verimli olmasında ve ilminin
bollaşmasında büyük tesir yapmıştır. Hak Teâlâ ona saf bii fıtrat, nâdir bir
zekâ ve hibe edilmiş bir akıl ihsan etmiştir. İhtilâflar haletmede örnekti. Ali
bin Ebi-Taiib için «Q öyle bir kaziyedir ki, onu halledecek bir Ebul Hasanı
yoktur»,   yani Ali'si yoktur,
deniliyordu İbni Abbas «Ben Kur'an tefsiri hususunda aldıklarımı Ali bin Ebu
Ta-lib'den öğrendim» der.   İbni Abbas'ın
bu şahadeti  Hz. Ali için yeterli değil
midir?

Fakat bu ilim ummanı, şecaat ve celâdet deryası Hz.
Ali sevgisin­de israf ve ifrata kaçan bir takım taraftarlarıyla müptelâ oldu.
Onu takdir etmede hududu aştılar. Onun nefsinde olmayan şeyleri ona nis-bet
ettiler. Onun söylemediklerini onun kesesinden uydurdular. Bu­nun için Hz.
Ali'den rivayet edilen haberlerin çoğunda DESS (katma) vardır. Rivayet ricali bu
hususu tetkik ettiler. Sıhhatli olam sihhatli olmayandan ayırdılar

3) Ubey bin Kâb el Ensaridir. Kurra
âlimlerindendir. Vahyi kâti­bidir. Bedir savaşma katıldı. Hakkında şu hadis
rivayet edilmiştir:

«Onların Allah kitabını en fazla, en güzel okuyanı
Ubeyy bin Kâb'-tır.»

Ebu Cafer er Razi, Rebi'den, o Ebu-Âli'den, o da
Ubey bin Kâb'tan tefsir hususunda büyük bir nüsha nakletmiştir. îbni Cerir ve
İbni Ebi-Hatem ondan çok nakiller yapmıştır. Hakim «Mustedrek»inde ve İmamı
Ahmed Musned'inde ondan rivayet etmişlerdir.

2)  Onların tefsirinde isnad-ı sahih pek
nadirdir.

3) Onların  
tefsirleri   îsrailiyyat ve   Fars  
zındıkları   tarafın­dan icad
edilen bir takım hurafeleri kapsamaktadır. Başka hurafeleri de ehl-i kitabın
müslümanlanndan hüsnü zanla almışlardır. Binaena­leyh «Tefsiri birrivaye»
hakkında son olarak şunları söyleriz:

«Kur'an'ın bazı âyetleriyle diğerlerini tefsir
etmekte, Kur'an'ı sıhhatli ve Resûlüllah'ın «Merfu» hadisleriyle tefsir etmek
hiç şüphe yoktur ve makbuldür. Bu tür tefsir baş tacıdır. Sahabelere ve Tabiîne
nisbet edilen rivayetlerle tefsir edilmesine gelince: Bazı yönlerden bu tür
tefsire zayıflık karışmıştır:

1) İslâm düşmanları bu dini yıkmak istemişler, ok
ve kılıçlarla kazanamadıkları harbi dine uydurmaları katmak suretiyle savaşı
ka­zanmaya kalkışmışlardır.

2) Aşın görüşlerin sahihleri, görüşlerini temyiz
etmek için saha­be ve tabiînin kesesinden birşeyler uydurmuşlar. Meselâ Hz.
Ali'nin if­rat derecede sevenleri, Hz. Ali'de olmayan   şeyleri ona nisbet etmiş­lerdir.
Abbasilerin. saltanatı zamanında idarecilerin  
gözlerine girmek için, îbni Abbas'a söylemediğini nisbet eden ifratçılar
da bu kabilden­dir.

3) Sahih, gayri sahihe karışmıştır. Sahabe ve
tabiîne birçok söz nisbet ediliyor. Ne isnad var ne de tetkik. Bu tür davranış
hakkı batıla karıştırmış durmuştur.

4) Bu rivayetler israiliyatla doludur ve birçok
batıl hurafeler bu rivayetlere karışmıştır. Akaidle ilgili meseleleri asla ve
kafa bu riva­yetlerden almak caiz değildir. Çünkü akaid hususunda kesin delil
lâ­zımdır.

5) Tevrat ve İncil gibi önce gelen kitablardan
sıhhatli bir şekil­de dahi nakiller yapılırsa, Resûlüllah bize o hususta menfi
veya müs-bet fikir beyan etmemeyi emretmiştir. Onları tasvib etmiyoruz. Çünkü
tahrif olunmuş kısımdan nakletmiş olabilirler.  
Tekzib de etmiyoruz, çünkü naklettikleri doğru âyetler olabilir.    Cenabı Hak onların hak­kında «kitabdan bir
nasib onlara verilmiştir» [Âl-i İmran: 32] buyur­muştur.

İbn Teymiye «Tefsirdeki ihtilâf, iki çeşittir: 1)
Bir çeşidi vardır ki, dayanağı sadece nakildir. 2) Diğer bir çeşidi vardır ki,
nakilden başka şeylerden anlaşılır. Nakledilenler ya Peygamberden veya
başka-sındandır. Menkulün de bir kısmı vardır ki, onun sahih olanını gayri
sahihinden ayırmak mümkündür. Diğer bir kısmı vardır ki sahihini ayırmak mümkün
değildir. İşte sahihinden zaifinin bilinmesi mümkün olmayan kısım genellikle
faidesizdir ve onu bilmekte herhangi bir ih­tiyacımız yoktur. Meselâ: Ashab-ı
Kehfin köpeğinin renginde ve is­mindeki ihtilâflar gibi. Beni İsrail'de
öldürülen adama ineğin hangi parçasıyla vurulmuştur hususundaki ihtilâflar gibi.
Hz. Nuh'un gemi­sinin ne kadar olduğunu, ağaçlarının nereden getirildiğini, Hz.
Hızır'ın öldürdüğü çocuğunun isminin ne olduğu şeklindeki meselelerle ilgili
ihtilâflar gibi. İşte meselelerin bilgisi nakilden geçer. Sahih olarak
Re-sûlüllah'tan nakledileni kabul ederiz. Kâb ve Vahb gibi ehli kitabdan gelen
nakilleri ne tekzib, ne de tasdik ederiz. Çünkü Resûlüllah «Ehli kitap size
birşey nakletti mi ne onları tasdik, ne de tekzib ediniz» buyurmuştur. Tabiînin
bazılarından nakledilenler de böyledir. Her ne kadar o, ehli kitabdan
naklettiğini söylemese bile... Binaenaleyh tabiin ihtilâfa düştüğü zaman,
birisinin sözü diğerine karşı hüccet olamaz. Sahabelerden sahih bir şekilde
nakledilenlere gelince: Nefis onu daha fazla benimser. Çünkü muhtemeldir ki
sahabi, onu bizzat Resûlüllah'-tan veya Resûlüllah'ı dinleyen birisinden
dinlemiştir. Sahabelerin ehli kitabdan nakli tabiînin ehli kitabdan naklinden
daha azdır. Sakın İbni Haldun, İbni Teymiye ve başka âlimlerin sözleri seni
Abdullah bin Se­lâm, Vehb bin Munevbih ve Kâbul-Ahbar gibi zatların aleyhine
götür­mesin. Zira Abdullah bin Selâm sahabidir. Onu Abdullah bin Sebe ile bir
tutan mutlaka yanılmıştır. Veya Abdullah İbni Sebe habis bir Ya-hudiydi.
Esasında müslüman değil, İslâmı zahirde kabul etmişti. İsla­ma şerr getiriyordu.
Hz. Ali'ye tâbi oldu. Ve «Allah Hz. Ali'nin bede­ninde tecelli etti» saçmalığını
söyledi. Hz. Osman'a tân etti. İki hake­min Sıffiyn'de hüküm verdikleri anda
rafizliğini ilân etti, insanları o, günahkârlık olan sapıklığına davet etti.
Hakikat şudur ki, bu üç insan Abdullah bin Selâm, Vehb bin Munebbih ve
Kâbul-Ahbar adil ve gü­venilir insanlardır. İbni Selâm sahabidir. Cennetle
müjdelenmiştir. Bu konuda Tirmizi Muaz'dan şu hadisi rivayet
ediyor:

«İbni Selâm cennetteki on kigjnin
onuncusudur.»

«Beni-İsrail'd en onun benzeri üzerine bir şehid
şahidlik etti» [El-Ahkaf: 10] âyeti ile «yanında kitab ilmi olan» [Er-Rad: 43]
âyeti onun hakkında nazil olmuştur.

Vehb bin Munebbih'e gelince: O güvenilir, geniş
ilme sahib bir tabiindir. Ebu Hureyre'den çok hadis rivayet etmiştir. Sahihi
Müslim ve sahihi Buhari'de hadisi vardır. Kardeşi «Hemam bin Münebbih'-den
rivayet etmiştir ki: Vehb İbadete o kadar dalmıştı ki yirmi sene yatsı
abdestiyle sabah namazını kıldı.»

Kâb'a gelince: O da büyük bir tabiîndir. Hz. Ebu
Bekir'in hilâfe­tinde müslüman oldu. Sahabiler kendisinden rivayet etmek
suretiyle onun âdil olduğunu gözler önüne serdiler. Hem o sahabilerden, hem de
sahabiler ondan rivayet ettiler. Tabiîin de ondan rivayet ettiler. Sa­hihi
Buhari'de hadisi vardır. Onların şahsiyeti hakkında söylenen ve onlardan
nakledilenler arasında fark yapmak gerektir. Şahsiyetleri mutemed ve takdire
şayandır. Nakillerine gelince, sahihi var, gayri sa­hihi var. Fakat sahih
olmayan nakillerinden dolayı onları itham ede­rek cerhetmek doğru değildir. Zira
kimliklerini bildin...

 


 

Tebei tabiîn devri geldiğinde birçok tefsir telif
edildi... Sahabe ve tabiînin sözleri derlendi. Süfyan bin Uyeyne'nin, Vaki 'bin
Cerrah'ın, Şube bin Haccac'ın Yezid bin Harun'un, Abdurrezzak'm, Adem bin Ebi
îshak, İshakbin Rahuye, RuhbinUbade, Abdbin Ubeyd, Ebu Be­kir bin Ebi Şeybe, Ali
bin Ebi Talha Buhari ve diğerleri tefsir naklet-miştir. Onlardan sonra İbni
Cerir et Taberi meşhur kitabını yazdı. İb-nu Cerir'in kitabı tefsirlerin en
büyüklerindendir. Sonra İbnu Ebi-Ha-tip, İbni Hacer, El-Hakem, İbnu-Merduyeh ve
İbnu-Hibban Tefsir yazdı­lar. Bunların teliflerinde, ancak sahabeye, tabiîne ve
tebe-i tabiîne isnad edilen tefsirler vardır. Fakat (224 - 310 da vefat eden)
İbni Ce­rir'in tefsirinde sözleri kritik etmiş, bazılarını diğerine tercih
ederek irab ve ahkamı istinbat ederek söylemiştir.

 


 

Nevevî Et-Tehzib'inde şunları söylüyor: «İbni
Cerir'in tefsir hak­kındaki kitabına gelince; onun benzeri yazılmamıştır.
Şafülerin üsta­dı Ebu Hamid el İsferayini «Eğer bir kimse İbni Cerir'in tef
şirini elde etmek için kalkıp Çin'e gitse bu fazla sayılmaz.» dedi. İbni Cerir
se-nedleri yazmış, uzağı yaklaştırmış, başkasının derlemediğini derle­miştir.
Fakat bazen haberleri sahih olmayan senedlerle sevkediyor ve sıhhatli
olmadıklarına da dikkati çekmiyor. Bu da halkın sened hali­ni çokça bildiği bir
devirde kitabını yazmasından ileri geliyordu. Tef­siri bugüne kadar mevcuttur,
elimizdedir. Ve diğer tefsirlere kaynak olmaktadır.

Ebu-Leys Semerkandi'nin de tefsiri «Bil mes'ur»u
vardır. Sahabe ve tabiînden birçoğunun sözlerini orada naklediyor. Ancak
senedleri zikretmiyor. Ebu Leys'in tefsiri basılmamıştır. Fakat kütübhanelerde
mevcuttur.

«Eddurul mensur fit tefsir bil-mes'ur» adlı ve imam
Suyuti ta­rafından yazılmış bir tefsiri bil mes'ur daha vardır. İmam Suyuti El
îtkan'da der ki:

«Bir tefsire başladım. Menkul tefsirlerin hepsini
derliyor. Makul sözlerin hepsi onda var. İstinbat, işaret, i'rablar, Iûgatlar,
belagat noktalan ve bedii güzellikleri orada vardır. Onun adı «Mecma ul Bah­reyn
ve matla ul bedreyn»dir. Ve «El-İtkan» kitabını da ona mukaddi­me yazdığını
söylüyor. El-İtka'nm sonunda Resûlüllah'a ref edilmiş Fa­tihanın başından En Nas
sûresine kadar olan tefsiri bil mes'urun bir kısmını
zikrediyor.

İbni Kesir de tefsiri bil me'sur yazmıştır. Eğer
onun tefsiri bütün tefsirlerin en sıhhatlisi olmazsa bile şüphesiz ki en
sıhhatli tefsirler­den birisidir. Tefsirinde Peygamberden, büyük sahabi ve
tabiînden ri­vayet yaptı. îbni Kesir îmadüddin ebul Fidâ İsmail bin Hatib'dir.
Hicri (705) de doğmuş (774) de vefat etmiştir.

Allâme Ebu Muhammed Hüseyin bin Mes'udel-Beğavi»nin
tefsiri ise, «Mealim ut-Tenzil» adını taşıyor, orada Mes'uru senedlerden tecrid
ederek nakletmiştir.

Bakıyye bin Muhallid bin Yezid bin Abdurrahman el
Endülüsü el Kurtubi'nin de tefsiri vardır. Büyük allamelerden birisi olan bu zat
tefsir ve sened sahibidir. Yahya bin Yahya el Leysi'den almış, sonra Endülüs'ten
doğuya göçetmiş. Hicaz, Mısır ve Bağdat'ta büyük âlimle­rin derslerinde
bulunmuş, Anmed ibni Hanbel'den hadis rivayet et­miş, Küfe'de Ebu Bekir bin Ebu
Şeybe'den, Mısır'da Yahya bin Buke-yir'den, Hicaz'da Ebu Mus'ad ez Zuhri'den
hadis rivayet etmiştir. Di-mekşte Hişam bin Ömer'den hadis rivayet etmiştir
(284), hocası vardı, îmam, Zâhid, daima oruçlu, sâdık ve duası kabul olunan bir
zattı. İlimde bir deniz gibiydi. Hiçbir kimseyi taklid etmiyordu. Hadiste ve
tefsirde hiç kimse onun kadar senede sahib değildi. İbniHazm der ki: «Kesinlikle
ifade ediyorum ki, tslâmda Bakıyye bin Muhallid'in tefsiri gibi hiçbir tefsir
yazılmamıştır. Ne fbni Cerir'in tefsiri öyledir, ne de başkası.» Hicri (204) de
doğmuştur. Vefatı kesinlikle belli değildir. Tetkik neticesinde görüyoruz ki her
âlim hangi fende daha kuvvetli ise tefsirinde o fen daha fazla işleniyor. Meselâ
Fahreddin Razi gibi akli ilimlerde faik olan kimseler akvalı hükemanın,
felsefecilerin söz­lerini ve şüphelerini ve onlara verilen cevabları
tefsirlerinde nakledi­yordu. Fıkıhta bariz âlim olan Kurtubi de fıkhî dalların
delillerini tef­sirinde sayıp durmaktadır. Muhaliflerin reddine çalışıyor.
Nahivde âlim olan Ez Zeceac ve «El-Besit» adlı kitabında El Vahidi ve «El
Bahr»inde Ebu Hayyan en fazla i'rabe ve i'rab vecihlerine yer vermek­tedirler.
Nahiv kaidelerini zikretmektedirler.

Sapık görüş sahibleri ise, mezheblerini tecviz
edecek şekilde âyet­lerin tevili ile çalışırlar. Haberciler, kıssalar ve
haberleri seleften nak­letmeye bütün dikkatlerini sarfederler. îster bâtıl
olsunlar ister sa­hih... İşaretçiler ile Tasavvuf erbabı, Tarğib, terhip, zühd,
kanaat ve riza taraflarına daha fazla ihtimam verirler. Kur'an'ı meşreb ve
zevk­lerine uygun bir şekilde tefsir ederler. Hulasa: Her fende yetişen insa­nın
tefsirinde o fennin yer aldığını görüyoruz. Herhangi bir fikir ve görüşe davet
eden insanların tefsirlerinde de o tür te'villeri görüyoruz. Bazıları, Kur'an'ı
«Tabiat», «Kimya», «Matematik» ve cebir gibi fen­leri kapsadığım iddia
ederler.

Hulasa tefsir yazan âlime şunu mülâhaza etmek
gerekir: «Kur'an hidayet ve icaz kitabıdır. Onun en yüce hedefi   Allah'ın kelâmındaki

hidayetlerini belirtmektir. İcazın kitabullahtaki
yerlerini beyan et­mektir: «Ta ki helak olan delilden sonra helak olsun, d iril
en kimse de delille dirilsin. Şüphesiz ki Allah semi ve bilicidir» [El-Enfal:
42], bu hususu bildiriyor.

 


 

Sahabinin, tabiînin tefsiri, sahabi ve tabiînlerin
sözlerine sahih isnadlarla dayananlarını tefsiri ve sahih me'sur ile ilmi ve
mutedil fi­kirlerden karma olarak tefsir yazanların tefsirleri, makbuve mahmud
bulunan doğru olan tefsir kısmına dahildir. Bizim bu devirdeki tefsir­lerin bu
kısma dahil olmasını Allah'tan niyaz ediyoruz. Hevaî nefsin peşinden giden,
bid'atleri terviç etmeye alışan, bidatin hükümlerini icraya gayret gösterenlerin
tefsiri ise, merdud ve mazmum tefsirdir. Bid'atlara en fazla dalan «Er Rumani»,
«El Cübai», «Kadı Abdul-cebbar» gibi kimselerin tefsirleri, hevai nefse tâbi
olanların tefsiridir. Zemahşeri hakkında âlimler ihtilâf etmiştir. Bazıları
Zemahşeri'nin «Keşşaf» ını tefsiri Mazmumdan saymışlar, çünkü orada Mutezile
mez­hebi terviç edilmektedir, demişler. Bazıları da «Keşşaf» ta büyük fai-deler
vardır. Onun mühim faideleri diğer yönünden daha ağır basar. Onun için makbul ve
mahmud kısımdandır demişlerdir. Kanaatımızca ikinci görüş daha isabetlidir.
Biddıraye tefsirlerin kaynağı sayılan ((keşşaf» bir kenara itilmemelidir.
İtizalı öğen yerlerine ehli sünnet işaret etmiştir. Bilinmiştir.

 


 

Bil ki, bazı fertler hatta bazı milletler rey ve
mezheblerini terviç etmek için taassub göstermişlerdir. Onların reylerine
muhalif olana bid'atçı demişlerdir. Bu muhalif, âyeti caiz bir şekilde tevil
etse, delil ve burhanı olsa dahi bidatcıdır. Onlar mezheblerini ve fikirlerini
terazi kabul ederler. Veya Kur'an, Sünnet ve İslâm onların fikri imiş gibi bir
davranış içerisine girerler. Böylece şeytan onları kandırdı ve gururları
kendilerini kör etti. Kitab, sünnet ve İslâmın mezheb ve meşreblerin-den daha
geniş olduğunu unuttular. Şu âyeti sanki hiç okumamışlar­dır:«Hepiniz birden
Allah'ın ipine sanlınız. Sakın paramparça olma­yınız.

Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayınız.
Hatırlayınız o za­manı ki, siz düşman idiniz. Allah kalblerin arasında ülfet
peydan etti. Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz.» [Al-i îmran:
103].

Ve sanki şu âyeti de
okumamışlardı:

«Dinlerini paramparça edenlere ve çeşitli guruplara
ayrılanlara gelince; sen hiçbir şeyde onlardan değilsin.» [El'enam:
159].

Ve yine şu âyeti de
unutmuşlardır:

«Sakın siz ayrılığa düşüp beyyine kendilerine
geldikten sonra ih­tilâf edenlerden olmayınız. Onlar var ya, onlar için elem
verici ve bü­yük bir azab vardır.» [Âl-i İmran: 150].

Bundan dolayı herhangi bir müslümanı küfür, bid'at
ve heva ile itham etmemeliyiz. Bize İslâmî bir reyle, bir fikirle muhalefet
ediyor diye bu şeyler yakıştırmamalıdır. Çünkü küfür ve bid'at en şeni
emir­lerdendir. Âlimlerimiz bir kelime doksandokuz yönden küfrü, bir yön­den de
imanı gerektiriyorsa, en güzel şekilde hareket edip imam ile te­vil etmek
gerekir demişler. Hevai nefse tâbi olmamak lâzımdır. Çünkü Resûlü-Ekrem,
«yeryüzünde kendisine kulluk yapılan en mebğuz ve batıl mabud Allah katında
hevai nefstir» diye buyurmuştur. Kur'an'ı Kerim «Hevasını ilâh olarak ittihaz
edeni görüyor musun?» [El-Casiyye: 23] diyerek Resûlüllahı uyardı.

 


 

Reyden maksat, içtihattır. Eğer içtihat, cehalet ve
dalaletten uzak bulunan ve istinad etmeye lâyık olan bir şeye dayanıyorsa,
onunla ya­pılan tefsir, Mahmud ve Makbul kısma dahildir. «Mazmum» değildir.
Tefsirde güvenilmesi ve dayanılması gereken şeyleri Suyuti «el îtkan» da şöyle
naklediyor:

«Kur'an tefsirini taleb etmek hususunda çalışma
yapanın çok me­hazları vardır. Fakat ana mehaz dörttür. Birincisi zaif ve
mevzudan kaçınmak suretiyle Resûlüllah'tan nakledilene tâbi olmaktır. İkincisi,
sahabinin sözüne yapışmaktır. Çünkü sahabinin sözü mutlak mânâda «Merfu»
hükmünde kabul edilmiştir. Üçüncüsü, âyetleri başka mânâ­lara kaydırmaktan
kaçmakla beraber lügatin mutlak mânâsına yapış­maktır. Dördüncüsü, kelâmın
gerektirdiği ve ilâhî sistemin delâlet et­tiği mânâya yapışmaktır. İşte
Resûlüllah'm İbni Abbas için «ona tevili öğret» diye dua ettiği bu dördüncü
kısma dahildir. Binaenaleyh bu mehazlara sırtını dayayarak içtihadi ile tefsir
yapan bir kimse güzel bir tefsir yapmıştır, tefsiri caizdir ve tefsir demeye
elverişlidir. Kim ki bu asıllardan uzaklaşarak Kur'an'ı tefsir ederse, onun
tefsirine iti­bar edilmez. Tefsiri itibar derecesinden sakıttır. «Tefsiri gayri
caiz» ve­ya «Tefsiri Mazmum» ismini almaya lâyıktır. Binaenaleyh içtihadla
yapılan ve caiz olan tefsirde, Resûlüllah'tan ve ashabı güzinden nak­ledilene
itimad etmek gerekiyor. Bu tür tefsir sahibinin lügat kanun­larını bilmesi
lâzımdır. Uslubleri hakkında bilgi sahibi olmalıdır. Al­lah kelâmını bilinen
şekilde yüklenmesi için seri sistemlerin bilicisi ol­malıdır. Tefsirde
kaçınılması gereken emirlerin başında geleni lügat ve şer*i sistemlerin cahili
olduğu halde Allah'ın kelâmının tefsirine ace­lece yönelmek, Allah'ın kelâmını
fasit görüşlere bina etmek, ilmi Al­lah'a mahsus olan âyetlere daldıkça dalmak,
delilsiz bu âyette Allah'ın muradı şudur demekten kaçınmak heva ve hevesiyle
beraber yürümek­ten sakınmaktır. Yani cehalet ve dalâletten uzak olmaktır.
Kur'an'da üç çeşide taksim edilen ilimlerin olduğunu bilmesi lâzımdır. Birinci
iüm, Allah'ın, mahluklarından herhangi birisine vermediği ve hiç kim­seyi
muttali etmediği bir ilmidir. Cenabı Hak sadece onü kendisine tahsis etmiştir.
Zatının ve sıfatlarının hakikatini.bilmek, Ondan baş­kasının bilmediği gaybi
konuları bilmek bu tür ilimdir. Bu konularda hiç kimse için konuşmak caiz
görülmemiştir, ikincisi; Cenabı Hakkın izniyle Peygamberinin muttali olduğu ve
Peygambere mahsus olan ilimdir. Bu ilimde de Peygamberden başkasının veya
Peygamberin izin verdiği kimseden başkasının konuşması caiz değildir. Sûrelerin
başın­daki hece harfleri bu kabildendir. Üçüncü ilim, Allah'ın Peygamberine
öğrettiği ve Peygamberin de onları tebliğ etmekle görevlendirildiği ilimdir. Bu
da iki kısma ayrılıyor. Bir kısmında konuşmak ancak din­lemek suretiyle caiz
olabilir. Nasıh, Mensuh, Kıraatlar, Geçmiş üm­metlerin kıssaları, nüzulün
sebebleri, haşr, neşir ve Miadın haberleri gibi... İkinci bir kısım vardır ki
düşünce ve istidlal yoluyla elde edilir.

îşte muteşabih âyetlerle ilgili olan kısımlar gibi
bazısının caiz olma­sında ihtilâf vardır. Ahkâm âyetleri, Mevize âyetleri, darbı
meseller, hikmetler ve benzerleri gibi. Bazılarının da cevazında ittifak
vardır.

 


 

Lügat, Nahiv, Sarf, Belagat ilimleri, Usul-i fıkıh,
Tevhid ilmi ve esbabı nüzulün bilinmesi, kıssaların, Nasıh ve Mensuhun
bilinmesi, Kur'an'ın mücmel ve müphemini beyan eden hadislerin bilinmesi ve
Mevhibe ilmidir. Bu ilim, bildiği ile amel eden kullarına Allah tara­fından
veriliyor. Kalbinde bid'at, kibir, dünya sevgisi, günahlara meyil olan bir
kimseye verilmez. Çünkü Cenabı Hak, Kur'an'ında «Gelecekte âyetlerimden
yeryüzünde haksız olarak tekebbür edenleri uzaklaştıra­cağım» [:E1-A'raf: 146]
buyuruyor. Bu zikrettiğimiz şartlar ve bütün bu ilimler ancak tefsirin en yüce
mertebelerinin tahkiki için gerekli­dir. Kur'an'ın genel mânâları ki, onlardan
kişi Mevlâsmm, vaz-u nasi-hatlannı idrak eder. Ve Kur'an lafzı söylendiğinde,
insanın hemen anladığı mânâlar ise, onlar hemen hemen bütün insanlar arasında
müşterek bir konu olmaya yakındırlar. Tedebbur için emredilen tef­sir kısmı işte
budur. Cenabı Hak bunu kolay ve seni etmiştir. Tefsir mertebelerinin en
küçüğüdür bu.

 


 

Tefsiri biddirayede telif yapan en meşhur âlimler,
ve müfessirler şunlardır:

1- Celaleyn yani Celâleddin Muhammed ul Muhalli
ile Celâled-din Abdurrahmam Suyuti'nin tefsiridir.

2- İmam Beyzavi Nasuriddin bin Said «Envarı
Tenzil ve Esrarı Tevil» adlı tefsirin sahibidir.

3- îmam Fahreddin Razi   Muhammed bin Allame Ziyaeddin Ömer'dir.
«hatibîr-rey» diye meşhurdur. «Mefatih ul Gayb»    adlı tefsiri
yazmıştır.

4- Ebu Suud Muhammed bin Muhammed bin Mustafa
et-Tahavi'dir. «îrşadul Aklıs-Selim ilâ mezayel Kur'anıl Kerim» adlı tefsir
yaz­mıştır.

5- Allame Şahabeddin el-Alusi,   «Ruhul-Meanı» tefsirinin
sahi­bidir.

6- Nizameddin Hasan Muhammed en-Nişaburi,
«Garaibul-Kur'-an ve Reğaibul Furkan» adlı tefsirin
sahibidir.

7- Allame Muhammed Şibli el Hatib'dir.
«Essıracul-Munir Fü-lanet Alâ Marifeti Kelâmı Rabbinel-Habir» adlı tefsirin
sahibidir.

8- Ebul Berekât Abdullah bin Ahmed bin Mahmud en
Nesefi'-dir. Medarik-ül-Tenzil» adlı tefsirin sahibidir.

9- Alauddin Ali bin Muhammed bin İbrahim
el-Bağdadi, Tefsiri «Hazin» sahibidir.

Bu dokuz müfessir (tefsir sahibi) ((Tefsiri
biddiraye»nin meşhur müfessirlerindendirler. Bu zamanda en fazla okunan
tefsirler, bu zat­ların tefsirleridir. Hepsi Sünnîdir.

 


 

Bunların başında Zemahşeri'nin (467-538)
«El-Keşşafi» gelir. Sonra Kadı Abdulcebbar'm «Tenzihül-Kur'an an'il Metaini»
adlr tefsi­ri gelir.

 


 

Ehli Batının tefsirlerine gelince: Ehli batın
Kur'an'ın zahirine ya­pışmayı bırakan ve «Kur'an'ın zahiri ve batını vardın»
diyen kimseler­dir. «Kur'an'dan murad zahiri değildir, batınıdır»
[62] diyorlar. 
Bunun

delili olarak şu âyeti getiriyorlar: «Onların
aralarına bir sur ile perde çekildi. O surun batınında bir kapısı vardır. Onda
rahmet vardır. Za­hiri ise, onun tarafında azab vardır.» [El-Hadid:
13].

Batıniler birçok fırkaya
ayrılırlar.

1- El-Keramıtiyye fırkasıdır.
Bunlar;

«vasıt» iline bağlı bulunan kirmit köylü «Hamdan
Kirmit»i isimli bir adama nisbet ediliyorlar!..

2- El-İsmailiyye Fıraksiyonudur. Caferi Sadık'ın
en büyük oğlu İsmail'e nisbet ediliyorlar ve İsmail'in imam olduğuna
inanıyorlar. Ve­ya Muhammed bin İsmail'e intisab ettiklerinden dolayı İsmailiyye
lâ­kabını almışlardır.

3- Es Sabiyye fırkasıdır. Yedi sayısına nisbet
edilmiştir. Çünkü her yedi kişide bir imam vardır
kanaatindedirler.

4- El Hürmiyye, taifesidir. Hürmete nisbet
edilmişler.    Çünkü haramı helâl
bilirler.

5- ei Babukiyye, fırkasıdır.   Liderleri Babık el Harmiye'ye uy­duklarından
dolayı bu ismi almıştır. Bu adam Azerbaycan'da ortaya
çıkmıştır.

6- El Mahmere gurubudur. Kırmızı elbise
giydiklerinden dolayı bu ismi almışlardır.

Batinilerin mezhebi umumi olarak kanser gibidir. Bu
hastalık on­lara Mecusilerden sirayet etmiştir. Onların Kur'an'da birçok fasit
ve bozuk tevilleri vardır. Meselâ: «Süleyman Davude vâris oldu» [Nemil: 16]
âyetinin tevilinde «Hz. Ali ilminde Resûlüllah'a vâris oldu» demek­tir (!)
diyorlar. «Cenabetin mânâsı; duası kabul olunanın müstahak olduğu rütbeye
varmazdan önce sırrını, ifşa etmesidir» diyorlar. «Gus-lün mânâsı, böyle yapan
bir kimsenin ahdini yenilemesi demektir» diyorlar. «Taharetin mânâsı, İmamın
mutabaatından başka her mez-hebten teberri edip uzak durmak demektir» diyorlar,
«Teyemmümün mânâsı; mc'zunden inabet alacaksın, ta çağına imamı görünceye
ka­dar» demektir, diyorlar... Siyamin mânâsı, oruç değil sırrı açığa vur­maktan
kaçmaktır.» «Kabe» Peygamberdir. Rab Ali'dir. «Sefa Peygam­berdir, Merve
Ali'dir» İbrahimin ateşi, Nemrud'un gazabıdır. Musa'nın asası delilidir»
diyorlar. Ve daha nice hurafe ve batıllar!... Bütün bu fasit ve bozuk teviller,
müslümanlara ve İslama herşeyden daha fazla zarar getiren tevillerdir. Çünkü
bunlar Rur'an'm ve İslâmiyetin teme­lini taş be taş yıkıp atıyorlar. İslâmm
ipinden (emirlerinden) açıp da çıkmayı iktiza ediyorlar! Çünkü bunlara göre,
Kur'an ve sünnet (ha­şa) fahiş bir başıbozukluk içindedir. Bunlara göre»
istediğini Kur'an ve sünnetin tevilinde söyleyebilirsin. Sanki Kur'an ve sünnet
mânâsız ke­lâmlar imiş... Veya hayvanlar için helâl kılınmış bir otlak (!)

 


 

Şia büyük bir taifedir. Hz. Ali'yi sevmekte, takdir
etmekte müba­lağa etmişlerdir. Halbuki mübalâğa faziletlerde dahi olursa
israftır. İs­raf da İslâmda haramdır. Bunun için ahlâk âlimleri «Fazilet, iki
reza­letin arasında köprüdür» demişlerdir. Ve yine derler ki, «Bir şey hudu­dunu
aştı mı tersine dönüşür.» Bunun için İslâm Resûlüllah'm sevgi­sinde ve
takdirinde dahi itidalli hareket etmeyi emrediyor. İşte Kur'­an: «De ki, ben
nefsim için ne faide ne de zarar elde etmiş değilim. Ancak Allah'ın dilediği
olur. Eğer gaybı bilseydim hayırdan çoğunu İs­ter, elde ederdim. Kötülük bana
dokunmazdı. Ancak ben iman edenler için korkutucu ve müjde verici bir
peygamberim» [El-A'raf: 188].

Resulü Ekrem de ümmetine şöyle
sesleniyor:

«Hristiyanların Meryem'in oğlunu mübalağalı
Övdükleri gibi beni övmeyiniz. Fakat benim için Allah'ın kulu ve Resulüdür
deyiniz.»

Fakat şialar Hz. Ali'nin sevgisinde ve takdirinde
mübalâğa etmiş­lerdir. Şialar birçok fırkaya ayrılmışlardır. Bazıları küfre
varıncaya kadar «Teşeyyü»de ileri gitmiştir. Bu gullat ve aşırı gurubun başında
Yemen yahudisi Abdullah bin Sebe vardır. Zira Allah'ın düşmanı îbnu Sebe,
müslüman oluşunu ancak müslümanlara ve İslama zarar versin diye ilân etmiştir.
Bu gurub, tarih boyunca müslümanlarla savaş ha­lindedir. Hatta varid olmuştur ki
imam Ali bizzat bunların üzerine sa­vaşçılar göndermiş, onlarla savaşmış ve
onlan kovmuştur.

Şianm başka bir gurubu vardır ki, mutedil
insanlardan meydana geliyor. Küfrün derekesine düşmemişlerdir.   Her ne kadar bu gurup «ehli sünnet vel
cemaat»a Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın tafdili (üstünlükleri) hakkında
muhalefet edip, Hz. Ali'yi hilâfette bu zatlara takdim etmişlerse de, küfriyata
kadar ifrat etmemişlerdir. Bu mutedil şianın da çeşitli mezhebler ve çeşitli
görüşleri vardır. Kitab ve tefsirleri vardır. Delil ve tevilleri vardır. Şia
tefsirlerinden «Mir'at ül Envar ve Mişkat ul Esrar» meşhur bir tefsirdir.
Müellifi «El Mevlâ Ab-dullatif el-Kazilanî»dir, «Necef»lidir. Bu tefsir batım
tevillerine benzer birçok tevilleri kapsamaktadır. Kur'an'da geçen «arzı»
kelimesini dîn, imamlar, şia, ve ilim mahalli olan kalblerle tevil ediyor.
Cenabı Hakkın «Acaba Allah'ın yeryüzü geniş değil midir ki siz oraya hicret
edesiniz» [Nisa: 97] âyetindeki arz (yer) kelimesini «DİN» le, bazan da
«Allah'ın Kitabı» ile tevil ediyorlar. «Onlar yeryüzünde yürü­mediler mi?»
[Yusuf: 1,09] âyetindeki «yer» kelimesini 'Kur'an ile te­vil ediyorlar. Gördüğün
gibi lafzi, cahillerce bile malûm olan mânâsın­dan uzaklaştırıp delilsiz olarak
garib mânâlara hamlediyorlar. Onları bu fasit tevilleri yapmaya ancak «taassub»
(yani mezhebine körü körüne bağlılık» iteler. Bu ise dalalettir. Bunun dalaleti
«batınî» ve «bahai»lerin sapıklığından daha az değildir. «Allah kimi dalalete
gö­türürse onu hidayete erdiren yoktur.» [Er-Rad: 32].

 


 

Kur an'ı zahirin gayrisiyle, gizli bir işaretten
ötürü tevil etmektir. Bu gizli işaret, güya erbab-ı sülüke ve tasavvuf erbabına,
seyru sülük halinde beliriyormuş. Böyle bir tefsir ile zahiri mânâyı bir araya
ge­tirmek mümkündür. Ulema böyle bir tefsirin caiz olup olmadığı ko­nusunda
ihtilâf etmişlerdir: Ez Zerkeşi «El Burhan»da dedi ki, «So­fuların Kur'an
tefsiri hakkındaki görüşleri tefsir sayılamaz. Tilaveti Kur'an anında
hissettikleri bir takım vecd ve mânâlardır. Meselâ ba­zıları, şu âyette «Ey İman
edenler! Önce kâfirlerden size yakın bulu­nanlarla savaşın» [Et Tevbe: 123]
geçen «kâfirlerden» maksad «nefis­ler» dir dediler. Maksadlan; bize en yakın
olanla savaşmak emredilme-sinin sebebi yakınlıktır. İnsanoğluna en yakın olan da
nefsidir, demek­tir. İbni Salah «Feteva»smda; «Tefsir âlimi imam Ebul Hasan el
Vahi­di» den şunu gördüm diyor:

«Ebu Abdurrahman es-Sülemi «Hakaiküt-Tefsir» adlı
bir kitab te­lif etmiştir. Eğer bu kitabının tefsir olduğuna inanıyorsa kendisi
kâ­fir olmuştun» diyor. İbnu Salah: Ben de derim ki, öyle ise tasavvufta
güvenilir şahıslar tarafından tefsir hususunda birşeyler söylenilirse, onu
tefsir olarak zikretmemişlerdir, kelimenin şerhini yapmaya da kalkışmamışlardır.
Eğer böyle olsaydı o zaman batini mesleğini seçmiş olurlardı. Bu tür tefsirleri
ancak Kur'an'ın getirmiş olduğu hakikatin bir naziresidir Zira nazire diğer
nazire ile zikredilebilir. Bununla be­raber keşke onlar bu tür tefsirlerde
bulunmasaydılar. Çünkü onların bu tür tefsirlerinde itham ve iltibas vardır»
dedi. En Nesefi «Akaid» inde «Nasslar zahirlerine delâlet ederler zahirlerini
bırakıp ehli batılın iddia ettiği mânâlara geçmek ilhad ve küfürdür.» der!.. Et
Taftazani, Nesefi'nin şerhinde şöyle diyor:

«Mülhidlere; «Batiniyye» fırkası denilir. Çünkü
onlar Nassların zahirileri üzerinde olmadığını, belki nassların Muallim
tarafından an­cak bilinen batini mânâları olduğunu iddia ederler (!)...
Batınîyyenin iddialarında maksadlan: Allah'ın sistemini tamamen
yoketmektir.

Mudakkiklerden bazılarının «Nasslar zahirlerine
delâlet eder. Bu­nunla beraber onlarda gizli işaretler vardır ve inceliklere
delâlet eder­ler. İncelikler de ancak sülük erbabına inkişaf eder. Bu incelikler
ile Nasslardaki zahiri mânânın birleşmesi de mümkündür» dedikleri ise imamın
kemalinden irfamn katıksız oluşundan ileri gelmektedir.» dedi.

İşte buradan anlaşılıyor ki, Sofuların tefsiri ile
Batini mülhidlerin tefsiri arasında fark vardır. Sofular zahiri mânânın olduğunu
kabul et­mekle beraber insanları ona teşvik de ederler. «Herşeyden önce zahiri
mana gerektir» derler. Çünkü Kur'an'ın sırlarını fehmettiğini iddia eden, eğer
zahiri mânâyı hakim kılmazsa, o vakit kapıyı geçmeden ön­ce, «Ben evin
tavanındayım» diyen bir kimsenin durumuna düşmüş olur. Batiniler ise, onlar
«zahiri mânâlar muradi ilâhi değildir (!) Mu-rad ilâhî ancak batini mânâdır»
derler. Onların maksadı İslâmı yok et­mektir.

Suyuti «El İtkan»da İbn Ataullah'tan rivayet
ediyor: «Bil ki şu taifenin, (sofular taifesini kastediyor), Allah'ın ve
Resûlü'nün kelâmı­na garib mânâlarla tefsirleri vardır. Bu zahirden uzaklaşmak
demek değildir. Fakat zahir, âyetten anlaşılan ve âyetin kendisi için inmiş
olduğu mânâdır. Lisan örfünde âyet ona delâlet eder. Ama bu taifenin bir takım
batini anlayışları vardır ki, âyet veya hadisin zikredildiği anda Allah
tarafından kalbi açılmış bir kimseye o mânâ görünür. Ni­tekim hadiste «Her
âyetin sırt ve karnı vardır.» diye varid olmuştur. Binaenaleyh sofulardan bu
mânâları telâkki etmek ile senin arana bir mani girmesin. Mücadelecinin sana,
«Bu tür teviller Allah'ın kelâmını ve Resûlüllah'ın hadisini başka yöne havale
etmektir» demesine kan­ma. Zira bu, başka yöne havale etmek değildir. Eğer onlar
«Âyetin mânâsı ancak şu batini işarettir» deselerdi mücadelecinin dediği doğ­ru
olurdu. Halbuki onlar bunu söylemiyorlar. Âyetlerin zahirlerini ol­duğu gibi
kabul ederler. Âyetin konusu, âyetten muraddır derler. Ce­nabı Hak tarafından
kalblerine verilen ilhamla bir takım iş'ari mânâ­ları da anlamış
olurlar.»

«menahilul-irfan»da «îşari tefsirlerin mühimleri
«En Nisa-buri»nin, «El Alusi»nin, «Et Tusteri»nin ve Muhiddin bin Arabi'nin
tefsirleridir.» denilmektedir. Fakat son ikisinde fâkihîerin ihtilâfı var­dır.
Ebu-guud efendi Muhyeddin bin Arabi'nin kitaplarını okumak ca­iz değildir
der.

 


 

Daha önce de ifade ettik. Her insan hangi sahada
mütehassis ise, tefsirlerinde o saha ağır basıyor. Sünninin telifi, ehli
sünnetin nurla­rından daha fazla bahsediyor. Mutezili'nin telifi itizal kokusunu
veri­yor. Şiinin telifinde «Teşeyyu» rüzgârı esiyor!. Kelâmcının tefsiri de
mutlaka kelâm kokacaktır. Kolâmcı mufessirlerin başında imam Fah-reddin Er-Razi
geliyor. Bu zat «Mefatih ul Gayb» adlı tefsirinde her münasebet düştükçe zeyğ ve
inhiraf ehline hücum edip durmaktadır. İlâhi filozofların mesleğini takib
etmektedir. Bunun için [Büyük tef­sirde tefsirden başka her şey çoktur]
denildi.

 


 

Bu konunun özel bir ehemmiyeti vardır. Bu ehemmiyet
beş vecih-ten ileri geliyor:

1- Bu konu uzun etekli, çok. furulu ve çeşitli
yönleri olan bir konudur.

2- konu ince meseleleri kapsamaktadır Bu
meseleler usul âlimleri arasında ihtilâf meydanı olmuştur. Uyanıklık ve tetkike
insa­nı davet eder, İnsaf ve tevfikle beraber güzelce seçmeye davet
eder.

3- îslâmın düşmanları olan mulhidler tebşirciler
ve müsteşrikler nesih hususunu İslâm nizamında bir nakıse   olarak ele almışlar ve ondan zehirli
silâhlar edinip dinin göğsüne o zehirli silâhları saplama­ya
çalışmışlardır.    Kur'an'm kudsiyetini
ihlâl etmeye gayret göster­mişler. Şüphelerinin ipini pek de muhkem bir şekilde
eğirmişlerdir. Taanlannı terviç etmeye var kuvvetleriyle çalışmışlardır.   Hatta ilim ve din mensubu bulunan bir
takım   müslümanların aklını çelmişler.
Onlar da vaki olan nesih yoktur deyip işin içinden çıkmaya çalışmış­lardır. Ve
bu inkârlarında daldıkça dalmış, en uzak ihtimalleri bile ge­tirmişlerdir. Caiz
olmayan nice teviller yapmışlardır!..

4- Nasih ve Mensuhu bilmek teşrii îslâmın
yürümesinden perde­yi kaldırıyor. İnsanı halkın terbiyesinde ve beşerin-
siyasetinde Halikin hikmetine muttali kılıyor.

5- Nasih ve Mensuhu bilmek, İslâmın
anlaşılmasında büyük bir rükündür. Sıhhatli hükümlere varmakta büyük bir
vesiledir. Hele bir­biriyle çelişen deliller varsa ve aralarındaki
çelişkinin   kaldırılması mümkün değil
ise, ancak daha önce inen hangisidir, lahik hangisidir bilinmekle mümkün ve
hangisi Nasih, hangisi Mensuhtur bilinmekle bu çare bulunursa, o zaman   buna daha ihtiyaç vardır. Bunun için bizim
salih selefimiz bu yönden Nasih ve Mensuha çok önem veriyor­lardı. Bu hususta
maharet kazandıkça   kazanmaya
çalışıyorlardı. İn­sanların dikkati nazarini bu konuya çekmek isterlerdi. Hatta
eserde varid olmuştur ki İbni Abbas   
(Allah ikisinden de razı olsun) 
«kime hikmet verilmişse ona bol hayır verilmiştir» [Bakara: 269]
âyetindeki ((hikmet» kelimesini Kur'an'daki Nasih ve Mensuh Muhkem ve
Mu-teşabihin Mukaddem (önce inen), Müehher (sonra inen) Helâl ve Ha­ramım
bilmekle tevil etmişdir. Varid olmuştur ki, Hz. Ali, mescidde vaz-u nasihat eden
bir kişiyi gördü. Ve «Bu kimdir?» diye sordu. De­diler ki, «Halkı vaazetmek
suretiyle korkutan bir kişidir». Hz. Ali: «Bu, halkı korkutan biri değildir, bu
öyle bir kişidir ki ben filan oğlu fila­nım, gelin beni tanıyınız der!...»   Hz. Ali ondan   sordu:  
«Sen Nasihi Mensuhtan ayırd edebilir misin?» «Hayır» dedi. Hz. Ali: «O
halde bizim mescidimizden çık, burada vaazetme» dedi. Yine Hz. Ali'den rivayet
ediliyor. «Bir kıssacı (vaazda hikâyeler nakleden) in yanından geçti ve sordu:
«Nasih ile Mensuhu ayırd edebilir misin?» Kıssacı: «Hayır», de­di. «Öyleyse sen
helak oldun ve halkı da helak ettin. Yani nefsini he­lake arzettin. Halkı da
helak olmaya arzetmeye çalışıyorsun. Çünkü Nasih ve Mensuhu bilmediğin için
konuşmaya hakkın yoktur,» dedi.

İşte bu beş vecihten ötürü biz biraz «nesih»
konusunu deşmeye çalışacağız: Neshin, lügat mânâsı; 1) Bir şeyi giderip yoketmek de­mektir
veya 2) Bir şeyi var olmakla beraber
bir yerden başka bir yere götürmek demektir.

 


 

Neshin, istilahta biiçok tarifi yapılmıştır. Biz
onların hepsini zik­retmekten vazgeçip sadece hakikate en yakın gördüğümüzü
seçelim: «Nesh, şer'i hükmü şer'i bir delille kaldırmak demektir.» Şer'i hükmün
kaldırılmasından maksad, mükelleflerin fiillerine bağlılığı kesilir de­mektir.
Yoksa o hüküm nefs^ ul emirde kalkmıyor. Çünkü o gerçektir, gerçekler kalkamaz.
Şer'i hüküm, Allah'ın mükelleflerin fiillerine bağ­lı olan hitabıdır. Bu hitab,
ya taleb, veya men' veya tahyir (yani se­çenek mükellefe aid olmak) suretiyle
yapılmıştır. Ya da o şeyin sebeb olması, veya şart veya mani veya sıhhatli veya
fasid olması suretiyle yapılmıştır. Şer'i delil; mutlak mânâda Allah'ın
vahyidir. İster vahyi metluv, ister gayri metluv olsun. Böylece hem kitab hem
sünnet tari­fe dahil olmuş oluyor. Kıyas ve icmaa gelince: Onların
neshedilme-sinde veya onlarla başka bir kelâmın nesh olunmasında ihtilâf vardır.
Neshin tahakkukunda dört emrin gerekliliği vardır:

1- Mensub şer'i bir hüküm olacaktır.

2- Hükmün ref'ine aid delil de şer'i bir hüküm
olacaktır.

3- Bu refedici delil, birinci hükmün delilinden
sonra olacaktır, onunla bitişik olmayacaktır.

4- Bu iki delilin arasında gerçek mânâda bir
çelişme olacaktır.

İşte bunlar Neshin oluşmasının dört şartıdır. Bu
dört şartın ge­rekliliğinde ittifak vardır. İhtilaflı olan birtakım şartlar daha
vardır.

Meselâ: Bazıları «Kur'an'm neshi ancak Kur'an,
sünnetin neshi de an­cak sünnet ile olur» demiştir. Bazıları da «Nasih, JVlensuh
hükmündeki delili kapsayıcı olacaktır» demiştir. Bazıları da «Nasih Mensuhun
mu­kabili olacaktır, tıpkı emrin nehyin mukabili olduğu ve darlığın ge­nişliğin
karşıtı olduğu gibi...»

Bazı görüş sahipleri de: «Nasihla Mensuh iki kesin
nass olacaktır» dediler.

 


 

Nesh ile Beda arasındaki fark, Beda, arap lügatinde
yaklaşık olan iki mânâda kullanılır:

1- Gizlilikten sonra belirginlik.

2- Daha önce mevcud olmayan bir fikrin yeniden
neşet etmesi demektir.

Bu ikinci mânâ Beda'yı müdafaa edenlerin mezhebine
daha uygun ve münasibtir. Çünkü onların ibarelerinde ikinci mânâ kullanılmış,
birinci mânâ değil. Caferi Sadık (R.A.)'a yalandan nisbet ettikleri şu
kelimelerde olduğu gibi: «Allah'a İsmail hakkında görünen (fikir) hiç bir şeyde
ona görünmemiştir...»

Aklen Beda iki manâsıyla da Allah hakkında
muhaldir. Çünkü bu mânâlar, önce cehalet, sonra ilmi iktiza ederler. Cehalet de,
sonradan peydah olan ilim de Allah için muhaldir. Çünkü şu kâinata doğruca
bakmak, bize kâinatın yaratanını ve, Müdebbirini (tedbir edicisini) gösterir.
Görüyoruz ki o, Müdebbir ve yaratan ezelen ve ebeden mutlak, muhit, olmuşu ve
olacağı kapsayan geniş bir ilme sahibtir. Yine bu sıhhatli bakış bize Cenabı
Hakkın hadis (sonradan olmasının müm­kün olmadığı gibi hadislere merkez
olmasının da mümkün olmadığı­nı gösterir. Aksi takdirde bu kâinatı varetmekten
aciz kalırdı. O, in­sanları hayrette bırakan kâinatı tedvir edemezdi.

Beda'nm Allah için Muhal olduğunun nakli delilleri
ise, sayılma­yacak kadar çoktur. Cenabı Hakkın ilmen herşeyi ka'psamakta
olduğu­na delâlet ederler. Hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmadığını isbatlarlar.
İş­te âyet:

«Gerek yerde gerekse nefislerinizde meydana gelen
herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, kitabda bulunmasın.
Şüphesiz ki bu Allah İçin kolay bir şeydir.» [El-Hadid: 22].

«Gaybm anahtarları Allah'ın katındadır. Onlan ancak
Allah bilir. Allah karada ve denizde olanı bilir. Herhangi bir yaprak düşerse,
Al­lah onu bilir. Yerin karanlıklarında bulunan hiçbir dâne yoktur ki, hiçbir
yaş hiçbir kuru yoktur ki açıklayıcı bir  
kitabta bulunmasın.» [El-En'am: 59].

«Allah her flîşîniTi yüklendiğini, rahimlerin coşup
dışan atacağını ve alıkoyduğunu bilir. Herşey Allah'ın katinde bir ölçü iledir.
Gaybm ve şehadetin âlimidir. Yüceler yücesidir. Allah'a göre sizden sözü gizli
söyüyen ile açık söyleyenin arasında fark yoktur. Geceleyin gizlenen gündüzleri
yürüyen arasında fark yoktur.» [Er-Rad: 8-10].

Daha bu âyetlerden başka nice âyet ve hadisler
vardır. Fakat bu aklî ve de naklî pırıl pırıl parlayan delillere rağmen
nefislerini ateşe atan bazı kavimler yine dalalete gitmişlerdir. Gözlerini
kâinatın konu­şan kitabından çevirmişler, kulaklarını Allah'ın ve Peygamberin
kelâ­mını dinlemekten kapatmışlar. «Nesih, Beda'dan bir çeşittir» demişler veya
«Nesih Bedayi gerektirir» iddiasında bulunmuşlardır. Böylece şüp­heye girmişler
ve halkı da şüpheye sevketmişlerdir. «Eğer Allah için yeniden bir maslahat
başgöstermeseydi, yeni bir fikir olmasaydı ahkâ­mını kaldırmazdı ve talimlerini
tebdil etmezdi» diye ortaya çıkmışlar­dır. Unutmuşlar veya kendilerine
unutturulmuştur ki Cenabı Hak hü­kümlerinden bazılarını diğer "bir kısımla
neshettiği zaman, ona gizli olan bir emir yeniden ona görünmüş değildir. Daha
önce olmayan bir fikir yeniden neşet etmiş değildir. Ancak Cenabı Hak Nasih ve
Men-suhu ezelde, ve kullarına sistem olarak göndermezden evvel biliyordu. Halkı
yaratmazdan önce, gök ve yeri yaratmazdan evvel malumu idi. Ancak şunu da
biliyordu ki, Mensuh olan ilk hüküm bir hikmete ve­ya bir maslahata bağlıdır. O
da belli bir vakitte nihayete erecektir. Bunun yanında bildi ki, Neshedici âyet
veya hadis bu belli zamanda gelecektir. O da bir hikmete bağlıdır ve başka bir
maslahatla doludur. Şüphe yoktur ki, hikmet ve maslahatlar insanların
değişmesiyle de­ğiştirilen, zatlar ve durumların teceddüd etmesiyle
(yenilenmesiyle) teceddüd ederler. Hükümler ve hikmetleri, kullar ve
maslahatları nasihlar ve mensuhlar hepsi daha önce Allah'ın malumu olan
şeylerdir. Onun katında belirgindirler. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli
değildi. Nasihteki yenilik ancak Allah'ın kullarına öğrettiği şeyin
açıklaması­dır. Yeniden bu nasih Allah'a (haşa ve kella) görünmüş bir olayının
izahı değildir. Nitekim «Bunlar bir takım şeyler vardır, Allah onları açığa
vuruyor yeniden yapmıyor» denilmiştir. Âyette de: «Senin Rab-bin unutkan
değildir» [Meryem: 64] diye dikkat çekilmiştir. Yahudi­ler ve Rafiziler bu
sapıklıkta ittifak ettiler, ille de Nasih «Beda»yı ge­rektirir dediler. Fakat bu
noktada ittifaktan sonra iki korkunç yönde ihtilâf ettiler. Yahudiler, neshi
inkâr ettiler ve inkârda da ifrata düş­tüler. «Nasih «Bedauyı gerektirir, beda
da muhaldir» dediler. Rafiziler ise, «Nasih vardır» dediler. Sonra kendilerince
Nashin gereği olan «Be-da»mn ispatı hususunda da ifrata düştüler. Bu ifratı
sarahaten ve utanmadan Cenabı Hakka uisbet ettiler. Fakat onların iddialarını
aklî ve naklî delillerle daha önce çürüttük... Hikmetin üzerine bina edilmiş
Nasih ile Maslahatın gözetilmesiyle cehalet ve sonradan peydan edil­miş malûmatı
gerektiren «Bedâ» arasında farkın olduğunu gözlerin önüne serdik. Onların,
«Nasih «Beda»yı gerektirir» iddialannda iki emre yapıştılar. Birinci emir:
«Allah dilediğini siler ve dilediğini tes-bit eder. «ümül-kitab» Allah'ın
katındadır» [Rad: 38] âyetidir. Fa­kat bu âyeti kerimede onlar için herhangi bir
delü yoktur. Belki bu âyet onların fikrini reddeder. Çünkü Resûlüllah'a «nesh»
hâdisesini ayıp olarak sayanların reddi bahsinde bu âyet nazil olmuştur. Âyetin
mânâsı: «Cenabı Hak, ilminin, irade ve hikmetinin uygunluğu yönün­den,
sistemlerinden ve halkından dilediğini değiştirir. Allah'ın ilmi ise, bozulma ve
tebdil kabul etmez» demektir. Bozulma Allah'ın ilminde değil, malûmundadır.
Bilgide değil, bilinendedir. Çünkü Cenabı Hak «ümmül-kitab Allanın katındadır»
buyurur. Yani bozulmayan ve yeni­den yazılamayan sabit kaynak Allah'ın
katındadır. Öyleyse «Mahvu-îsbat» (yaz-boz) o, sabit kaynaktaki ezeli ilme göre
vaki oluyor. Cena­bı Hak bir sistemi bozar, başka birisini onun yerine ikame
eder. Bir hükmü bozar, başka bir hükmü koyar. Hastalığı götürür, sihhati
geti­rir. Fakirliği götürür zenginliği getirir. Hayatı götürür, ölümü getirir.
Böylece Allah'ın yed-i kudreti durmadan halkında tedbirinde ve sis­temlerinde
tağyir ve tebdil yönünden durmadan çalışmaktadır. Ancak hak odur. Ona tebdil ve
tağyir gelmez. Onun ilmine   
«Mahvu-isbat» (yaz-boz) varamaz. İlmi ezeli ve ebedidir.

Hulasa olarak deriz ki; «Nesih ilimde değil,
malûmda tebdildir. Halikta değil mahlukta tağyirdir». Bunun için âlimlerimizden
çoğu «nesih»! şöyle tarif etmiştir: «Zamanla yavaş yavaş zihinlerimizde
devamlılığı yerleşen şer'i bir hükmün sona ermesinin beyanıdır.» Sonra bu tarifi
ihtiyar etmesinin nedenlerini şöyle izah etmişlerdir:

Bu tarif, açıkça «Beda»yı ortadan kaldırdığı gibi,
Neshin bizim hakkımızda tebdil. Şeriat sahibinin hakkında sadece kuru bir
açıklama olduğunu da beyan eder dediler. İkinci emir Rafiziler, tahir imamlara
(Hz. Ali'nin evlâd ve torunlarına) nisbet ettikleri birtakım sözlere sa­rılarak
«Nesih «Beda»yı gerektirir (!)» demişlerdir. O sözlerden bazı­ları şunlardır:
Hz. Ali (K.V. R.A.) «Eğer «Beda» olmasaydı kıyamete kadar olacak her şeyi size
haber verecektim.» dedi diyorlar (!).. Yani (Hasa) Allah'ın hükmünde zaman zaman
değişme olur. O olmasaydı size şu anda plânlananı haber verirdim!.. Kanaatmda
olduğunu ileri sürerler. Hz. Ali onların bu iftiralarından uzaktır.

Cafer-i Sadık: «İsmail hakkında Allah'a sonradan
görülen fikir, hiçbir şeyde Ona görünmüş değildir.» Yani (haşa vekella) İsmail
(A. S.) hakkında yaptığı fikir tashihi hiçbir şey hakkında
yapmamıştır.

Musa bin Cafer'den de şu ibareyi
naklediyorlar:

«Beda fikri hem bizim, hem de cahiliyetteki
ecdadımızın dinidir.»

Bu ibareler, iftiralardır, yalanlardır, deriz. Bu
iftiraların ilk ipli­ğini yalancı «Es-Sakafî» örmüştür. «Sakafî» kendi nefsini
masum sa­yardı. Ve gayb ilmini bildiğini iddia ederdi. Zamanla yalanlan ve
reza­leti ortaya çıktığında şunları söyledi:

«Allah bana onu vaadetti. Ancak sonradan bu vaadin
gayrisi ona göründü (!)...» Yani (haşa) fikir değiştirdi. Onun için dediklerim
ol­madı demek istiyor. Eğer «Sakafî» bu küfriyatların kendisine ait ol­duğunu
söyleseydi, halk kendisinden intikam alırdı. Bu korkusundan ötürü o saçmalıkları
Peygamberlik evinin büyük âlimlerine nisbet edi­yor. Halbuki onlar bu sözlerden
muberradırlar. Bu. lânetlik adamla onun etrafı küfür üzerine küfürle delil
getiriyorlar. Yalan üzerine ya­lanlar ile istidlal ediyorlar. Hastalığı
hastalıkla tedavi etmeğe kalkışıyorlar. «Allah kimi dalalete götürürse onu
hidayete götürecek yoktur.» [Er-Rad: 32].

 


 

Neshin şer'i bir hükmün şer'i bir delille
kaldırılması olduğunu bildin. Tahsis ise «âm bir kelimenin fertlerinden
bazılarında kullanıl­ması demektir.» diye tarif etmişlerdir. Bu iki tarife
bakılırsa, Tahsis ile Neshin arasında kuvvetli bir benzerliğin olduğu hemen
ortaya çı­kar. Nesinde, hükmün bazı zamanlara tahsis edildiğine benzer bir
du­rum vardır. Tahsiste ise hükmün bazı fertlerden kaldırılmasına ben­zer bir
durum vardır. İşte bu benzerlikten bazı âlimler şüpheye gir­mişler. Bazıları da
İslâmda neshin oluşunu inkâra kalkışmıştır. «Bizim nesih dediğimiz her konu
tahsistir» demiştir. Bazıları da; Tahsisin ba­zı suretlerini Nesh babında
görmüşler. Bundan ötürü Mensuhat (Nes-hedilenler) gerek olmaksızın sayılan
çoğalmaya başlamıştır. Fakat mudekkik âlimler Nesh ile Tahsis arasında yedi
ayırt edici illet ve ne­denler zikretmişler. Bunları «Menahilil İrfan» ve «El
Itkan»dan öğre­nebilirsiniz.

 


 

Nesh hususunda dinlerin sahihleri üç yol
seçmişlerdir:

1) Birinci yol, aklen caizdir ve sem'an vaki
olmuştur. Bu hususta müslümanlar icma halindedirler. Ebu Müslim el İsfehanî ve
talebeleri ortaya çıkmazdan önce bu icma devam ederdi. Hristiyanlar da daha önce
bu hususta icma halindeydiler. Fakat sonra icmalarını bozdular. Ve gemi azıya
aldılar. Yahudi taifelerinden «El-İseviyye» taifesi de, bu hususu tasdik
etmektedir.

2) İkinci görüş, nesih, aklen de sem'an de
memnudur. Bu görü­şe bu yirminci asırdaki bütün Hristiyanlar meylettikleri gibi,
İslama yapmakta oldukları hücumlarında «neshi» bir eksik olarak ileri sü­rüp
dile getirmekten de geri kalmadılar. Yahudilerin «Eşşemuniyye» taifesi de Nesih
meselesinde Hristiyanlarla beraberdir.

3) Üçüncü görüş, nesh aklen caiz sem'an
mumtenidir. Bu fikri yahudilerin üçüncü taifesi olan «El-înaniyye» ileri sürdü
ve bu fikir aynı zamanda Müslümanlardan da «Ebu Müslim el-Isfehanî»ye de nis-bet
edilmektedir. Fakat ondan bu hususun nakli pek kuvvetli değildir. Cumhur ulemaya
muhalefetini Öyle bir şekilde tevil ediyor ki sanki bu ters düşüncesi sadece
lâfızla imiş mânâda değilmiş!...

 


 

 
Aklî
delilleri:

1) Aklen neshin kabulünde herhangi bir mahzur
yoktur. Binae­naleyh aklen mahzurlu olmayan herşey varolabilir, öyleyse netice
ola­rak nesih de vardır. «Ehli-sünnet velcemaat» derler: Kulları için es-leh
olan hiçbir şeyin yapılması Allah'a farz değildir. Belki Allah faili muhtardır.
İhtiyar ve meşiyetiyle, kibriya ve azametiyle dilediğini kul­larına emreder,
dilediğini yasaklar. Hükümlerini dilediği tarz üzerinde bırakır. Bunlardan
dilediğini de kaldırır. Onun kaza ve kaderini red­dedecek hiçbir kuvvet yoktur.
Kulların maslahatını gözetmek de ona gerekmez. Fakat bunun mânâsı; Allah
boşuboşuna iş yapar veya Müs­tebittir veya zalimdir» demek değildir. Mânâsı
Cenabı Hakkın hüküm­ler ve fiilleri engin hikmetten, geniş ilimden hali
değildir. O tuğyan ve zulümden münezzehtir. «Senin Rabbin kullarına zulmedici
değildir» (Fussilet: 46) «Senin Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez» (El-Kehf: 49).
«Şüphesiz senin Rabbin bilici ve hikmet sahibidir» (Yusuf: 6).

Mutezileye göre; hükümlerinde kulların maslahatını
gözetmek Al­lah'a vacibtir. Kullar için nerede maslahat varsa onu Allah
emretmiş­tir. Zararlıyı yasaklamıştır. Maslahat ile Mefsedet arasında olan bir
şe­yi ise, bir defasında emretmiş, başka bir defasında yasaklamıştır.

Nesh nasıl aklen mahzurlu olacaktır? Oysa biz
şahısların ihtila­fıyla maslahatların da değiştiğini görüyoruz. Zaman ve halin
değişme­siyle elverişli durumların değiştiğini görüyoruz. Doktor hastasına
has­ta oldukça filan ilâcı almasını emrediyor. Hastalıktan iyileştiğinde o ilâcı
içmesini yasaklıyor. Terbiyeci çocuğa en hafif gıdaları veriyor.

Geliştiği zaman da ona ana sütünü yasak ediyor. Onu
sütten başka gı­dalarla besliyor. Böylece hafiften ağıra doğru yol alır, ağırdan
daha ağıra gider. Bu da kuvvet ve yetişkinliğine bağlı bir durumdur. Öğret­men
ilk başlayan talebelerine en kolay malûmatları verir. Sonra en kolay işinden,
kolayına, sonra kolay işinden ele zoruna, zorundan da en zoruna doğru gider.
Sonunda onları fikirlerin en incesine kadar götürür. Onların fikren yücelmesini,
aklen kemal bulmalarını takib ediyor. Üm­metler de böyledir. Fertlerin çeşitli
devirdeki tırmanışları gibi tırman­maktadırlar. Onların siyaset ve hidayetinde
önce onların hallerine münasib sistemlerin getirilmesi lâzım gelir. Onlar o
halden başka bir devreye geçtiklerinden sonra, önceki sistem onlara artık uygun
düş­mez. Onlara ikinci bir sistemin getirilmesi uygundur. Aksi takdirde hikmet
ve ahkâmın arasındaki rabıta ve kuvvDtlilik haleldar olur. Hal­kın tedbiri bizim
gördüğümüz bedii (iyilikte hayret verici) ve dikkat üzerinde olmaz. İşte Bakara
sûresinin şu âyeti bu hakikate işaret et­mektedir: «Biz bir âyetin hükmünü diğer
bir âyetle değiştirirsek veya unutturursak yani geri bırakırsak ondan daha
hayırlısını yahut ta onun benzerini getiririz. Cenabı Allanın herşeye kadir
olduğunu bilme-din mi?» (El Bakara: 106). Bu âyetten anlaşılıyor ki; Allah
tarafın­dan kaldırılan her âyet, hikmet ve maslahata binaen kaldırılmıştır. Yani
lâfızı izale edilmiş veya hükmü veya hem lâfız hem de hükmü birden izale
edilmiştir. Bedelli veya bedelsiz kalmıştır. Çünkü Cenabı Hak kullarına başka
bir çeşidini getirir ki, o, giden âyetten daha ha­yırlı düşer onlara. Veya en
azından onun bir benzerini getirir. Hayır-lüık bazan faidede, bazan da sevabta
olur. Bazan de bunların ikisinde beraber olur. Misliyet ise, ancak sevabta
olur.

2) İkinci
delil
, neshi inkâr edenleri ilzam eden (susturan) bir delildir: Eğer nesh
aklen caiz ve sem'an vaki olmasaydı, o vakit «Şâ-ri'in (Kanun koyucu Allah)
kullarına muvakkat ve vakti gelince so­na eren bir emirle emretmesini caiz
görmezlerdi. Fakat bunu aklen ca­iz görüyorlar. Ve sem'an da bu vakidir. Niçin o
vakit neshi caiz gör­müyorlar? Bunu da caiz görsünler. Çünkü neshin mânâsı;
«Birinci hüküm Allah katında malûm olan bir zamana kadar gelmiş ve o za­mandan
sonra kalkmıştır. Ancak bu durum daha onca bize malûm değildi, Allah, onu
kaldırmak ve neshetmekle bize de bildirdi. Bu pek et­kileyici bir fark
olmamalıdır. Meselâ Sâri' Ramazanın ilk gününde «Bu ayın sonuna kadar oruç
tutunuzu diyor. Öu emri, Ramazanın ilk gününde «oruç tutunuz» diye kayıdsız
verilen emrine eşittir. Rama­zan ayı bittikten sonra Şevvalin ilk gününde
«Oruçlarınızı yiyiniz» di­yor. İşte bu son emir, nesihtir. Bunda şübhe yoktur.
Neshin inkarcıla­rı birinci misalin cevazini ikrar ettiler. O halde bu ikinci
misali de ca­iz görsünler. Çünkü ikinci misal, birinciye eşittir. Eşitler hükmen
muttehid olmalıdır. Aksi takdirde müsavi olamazlar.

3) Üçüncü
delil;
eğer nesh aklen caiz, sem'an vaki olmasaydı
Resûlüllahın bütün insanlara peygamber olarak gönderilmesi sabit ol­mazdı. Fakat
Resûlüllahın risaleti bütün insanlar içindir ve umumi­dir. Bu durum, kesin
delillerle sabittir ve uzun izahı gerektiren pırıl pırıl parlayan emirlerle
vakidir. Çünkü Resûlüllah'ın gelmesiyle, da­ha önce gelen şeriatlar baki
değildirler. Mensuhturlar. Bu son şeriatla onlar kaldırılmıştır. Öyleyse nesih
caizdir ve vakidir Eğer nesih caiz .ve vaki olmasaydı ilk şeriatların baki
kalması lâzım gelirdi. Eğer on­lar baki kalsaydı Resûlüllahın bütün insanlara
peygamber olarak gön­derilmesi sabit olmazdı.

 


 

Neshin oluşuna delâlet eden sem'î deliller iki
çeşittir. Birincisi nes­hi inkâr eden yahudi ve hristiyanlara karşı getirilen
delildir. Bu delil HesûlüUahın Peygamberliğinin isbatına bağlı değildir. Diğeri,
Resû-lü-Ekrem'in Peygamberliğine inandığı halde neshi inkâr edenlere kar­şı
getirilen delildir. Ebu Müslim el İsfehanl, yahudilerden (tel İseviyye» gurubu
gibi. Evet bu gurub da Hz. Muhammedin risaletini kabul edi­yorlar. Fakat sadece
araplara peygamber olarak gönderilmiştir derler. Bu kimselere «Madem ki
Resûlüllahın risaletini tasdik ediyorsunuz onun her getirdiğini de tasdik etmek
mecburiyetindesiniz. Bu getirilen­lerden birisi de davasının umumiliği ve neshin
kitab ve sünnette va-rid olduğudur! demek lâzım geliyor.

Ehl-i Kitaba karşı kullanılan nesh
delilleri:

Bu delillerle kitablan doludur. Onları susturmak
için, kitablannın tamamına inanmadığımız halde, bazı misaller vereceğiz.
Birinci­si, Tevrat'ın birinci sıfrın (kitabın) da gelmiştir: «Cenabı Hak, Nuh
(A.S-) gemiden çıktığı zaman, ona «Diri olan her hayvanı senin ve zürriyetin
için yiyecek kıldım. Bitkinin daneleri gibi mutlak mânâda onların hepsini size
yiyecek kıldım. Ancak kan hariçtir. Onu yemeyi­niz.»

Yahudiler, Cenabı Hakkın, Nuh'tan sonra ilâhi
sistemlerin etbaı-na birçok hayvanın etini haram kıldığını itiraf ediyorlar.
Demek bi­rinci hükmünü neshetti.

2- Tevratta gelmiştir: «Cenabı Hak, Ademe
kızlarını öz oğulla­rıyla evlendirmeyi emretti.» Yine varid olmuştur ki;  «Her doğuruşta Havva bir erkek ile bir kız
doğurdu. Ve her erkeğin ikizini diğer erkeğe veriyordu.» Böylece ayrı karınlarda
meydana gelen çocuklar ayrı ba­baların evlâdı imiş gibi ayrı annelerden, ayrı
neseblerden geliyormuş gibi muamele görüyordu. Sonra bütün dindarlar,
müslümanlar ve ya-hudiler ve hristiyanlar ve batıl dinlerin sahibleri bile
kardeşlerin ev­lenmesini haram gördüler. Bu durum, Âdem dönemindeki sistemi
ne­sih etmek değil midir?...

3- Allah îbrahime oğlunu kesmeyi emretti. Sonra
Allah ona «oğ­lunu kesme» dedi. İşte neshin inkarcıları bunu ikrar ediyorlar. Bu
ne­sih değil de nedir?

4- Dünya çalışması cumartesi günleri helaldi.
Dünya çalışma­larından birisi de avlanmaktır. Sonra Allah yahudilere, itiraf ve
ikrar ettikleri gibi Cumartesi günü avlanmayı haram kıldı. Bu nesih değil de
nedir?

5- Allah Beni İsrail'e emretti ki onlardan   buzağıya tapanı öl­dürsünler. Sonra bu
öldürme emrini kaldırdı.

6- Hazreti Yakub'un şeriatinde iki kızkardeşini
birden insan ni­kâhı altına alabilirdi. Sonra Hz. Musa'nın şeriatinde bu
kaldırıldı, ha­ram kılındı.

7- Boşanma Hz. Musa'nın şeriatinde meşruydu.
Sonra Hz. İsa'­nın şeriati geldi, onu haram kıldı.   Ancak Hz. Isa şeriatine göre zina ettiği
sabit olursa, kadın taşlanır...

8- Meta İncilinde Hz. İsa'dan
naklediyorlar:

«— Ben ancak İsrail evinin kaybolmuş kuzusuna
gönderildim.»

Bu ibare delâlet eder ki, Hz. İsa'nın peygamberliği
mahalli ve özel olarak yahudüer için olan bir peygamberlikti. Sonra Markos
İncilinde Hz. İsa'dan naklettiler: «Bütün aleme gidiniz. İncil ile bütün
insanla­ra meydan okuyunuz onları dinler haline getiriniz!» Eğer iki İncil
hakkında hüsnüzan edersek, ikincisi, birincisini nesih etmektir. Bun­dan başka
bir açıklaması yoktur.

9- Tenasül uzvunu sünnet etirmek, İbrahim, Musa
ve İsa (A. S.)'in dininde farzdır. Fakat havariler Hz. İsa'nın ref inden sonra
ge­lip sünnet etmeyi yasakladılar. Bu durum Havarilerin eserlerinde var­dır. Bu
ya nesihtir veya iftira ve yalandır. Çünkü Hz. İsa'dan sünnet ameliyesine dair
bir tek kelime dahi rivayet edilmemiştir.

10- Domuz etinin yenmesi yahudilikte haramdır.
Hz. İsa'nın devri geçti. Onun helâl olduğuna dair birşey söylemedi. Fakat
Havari­ler Isa (A.S.)'dan sonra geldiler. Domuz etini de helâl kıldılar. Ya bu
nesihtir veya iftira ve yalandır.

 


 

Birincisi
«El Bakara» sûresinin 106. âyeti.

İkincisi
ise «Er Rad» sûresinin 39. âyetidir.

Bu iki âyetin de izahı daha önce geçti.

Üçüncüsü,
Cenabı Hakkın «En Nahl» 101. âyetindeki şu
sözüdür:

«Biz bir âyetin yerini başka bir âyetle
değiştirdiğimiz zaman, ön­ceki âyetin hükmünü kaldırdığımız vakit, Allah ne
indirdiğini pek iyi bilmişken kâfirler (Muhammed (A.S.)e dediler ki, sen ancak
bir ifti­racısın. Hayır, onlann çoğu Kur'an'ın hakikatinin ve hüküm
değiştir­mesinin faydasını bilmezler.»

Dördüncüsü,
«O yahudilerin zulümleri, birçok kimseleri Allah
yo­lundan çevirmeleri, kendilerine yasaklanan   
faizi almaları ve haksız yere insanlann mallarını yemeleri sebebiyledir
ki, önce kendilerine he­lâl kılınmış pak ve hoş şeyleri kendilerine haram etti.
Onlardan kâfir bulunanlara acıklı bir azab hazırladık.»  (En-Nisa: 160).

Bu âyeti celîle daha önce helâl olanın haram
edildiğini ifade edi­yor. Bu nesh değil de nedir? «Onlara helâl ettim»
kelimesinden anla­şılıyor ki, ilk hüküm de şer'i bir hükümdür, aslî bir beraat
değildir.

Beşincisi;
ümmetin selefleri, İslâm sistemiyle diğer sistemler nesh
edildiği gibi nesih bu sistemde de vaki olduğu hususunda ittifak et­mişlerdir.
Sonradan bazı delillerle daha önce bazı hükümler yürürlük­ten
kaldırılmıştır.

Altıncısı;
Kur'an'da birçok âyet vardır ki hükümleri
neshedilmiştir. Bu, içinde bir çok delil durulmuş olan bir delildir. Çünkü
neshedilen âyetin herbirisi, neshedicisiyle beraber, neshin oluşuna delâlet eden
kâmil birer delildirler. Çünkü oluşun isbatında bir tek delil
kâfidir.

 


 

İslâm şeriatinde nesh vaki olduğu gibi onunla nesh
olunmuştur. Yani nasıl ki Allah İslâmla daha önceki dinlerin tamamını neshetmiş
ise öylece bu dinin bir takım hükümlerini de diğer bir takımıyla nes-hetmiştir.
Başka dinlerin İslâm ile neshedilmesinin hikmeti şudur: Allah'ın sistemi en
mükemmel sistemdir. Vardığı merhale de en mü­kemmel olduğu için insanlığın
ihtiyaçlarına cevab verebilir. Bunun açıklaması şöyledir: İnsan oğlu çocuk gibi
durumdan duruma girdi. Her devresinde ona münasib bir hal oldu. Daha önceki
devrenin hali­ne benzemez. Zira insanoğlu ilk varhk âlemine yaklaştığında çocuk
gibi idi. Saf, zaif ve cahildi. Sonra yavaş yavaş bu durumlardan kur­tuldu. Bu
devreleri geçirdi. Aklın küçüklüğü, cehaletin körlüğü, gençliğin delikanlılığı,
kuvvetin galib gelmesi gibi değişik durumlar­dan geçti. Bunun için de değişik
sistemlerin varlığını istedi. Olgunlaş­ma ve gelişme anma vardığında memleketler
ve uluslar arasında me­deni bağlar kurulduğunda îslâmın tertemiz dini geldi ve
diğer dinle­rin sonuncusu oldu. Diğer şeriatların tamamlayıcısı, hayatın ve
insan­lık maslahatının bütün unsurlarını derleyici, kaideleri koyucu, ruh ve
cesed isteklerinin arasını bulucu, ilim ve din arasında kardeşlik mey­dana
getirici, insanı Allah'a, fert, aile, cemaatlar, milletler, hayvan, bitki ve
cemadattan meydana gelen bütün âleme bağlayıcıdır. Bu du­rum gerçekten onu
genel, ve insanlık yeryüzünde kaldıkça kalacak bir din olduğunu
isbatladı.

İslâmın bazı hükümleriyle diğerlerini neshetmedeki
ilâhî hikmete gelince, bu durum, ümmetin siyasetine, ve terakki etmesine
yönelik­tir. Şöyle ki, Müslüman ümmeti başlangıcında, Resûlüllahm davasını ilk
işittiğinde zor bir intikal devresi geçiriyordu. Bunun yanında inançlarını
terketmek, daha önce miras olarak aldığı örf ve âdetlerini bırakmak ona pek zor
geliyordu. Hele İslâmın ilk muhatabı olan arap-ların örf ve âdetlere
bağlılıkları, İslâmdan önceki akidelerini (inançla­rını) müdafaa etmeleri daha
da ileride idi. Zira inanç ve âdetlerini, me-dari iftiharları olarak korumaya
çalışırlardı. Eğer bir defada dinin bü­tün hükümleri onlara söylenseydi bu,
maksuda ters düşerdi, islâm da­ha beşikte iken ölürdü, onu kabul ve onu müdafaa
eden hiçbir yardım­cı bulamazdı. Çünkü insanın alıştığından birden kurtulması
çok güç ve kolay olmayacak bir durumdur. İşte bundan dolayı insanlara İslâm
ni­zamı peyderpey geldi. Onları okşuyordu. Onları yavaş yavaş kemale doğru
götürüyordu. Fırsat bekliyordu. Ta ki onları en kolaydan kola­ya, kolaydan zora,
zordan da en zora götürsün. Böylece emir tamam olup İslâm muzaffer oluncaya
kadar devam etti.

En zor hükmü en kolay bir hükümle neshedip
kaldırılmasının hik­meti; halkın yükünü tahfif etmek (hafifletmek), onlara refah
getir­mek, Allah'ın onlar üzerindeki fazl ve rahmetini belirtmektir. Böylece
onları Allah'a şükretmeye teşvik etmektir.

Benzeriyle hükmün neshedilmesindeki hikmete
gelince, denemek­tir. Ta ki îman eden muzaffer, münafık da helak olsun. Böylece
Ce­nabı. Hak temizi pisden ayırdetmiş olur.

Hükmün nesh olmasına rağmen tilavetin baki
kalmasmdaki ve tilavetin nesh olmasına rağmen hükmün baki kalmasında hikmet
ne­dir?

Birinci şıkkın hikmeti, îslâmın açık bir siyasetini
insanlar için tescil etmektir. Ta ki onlar İslâmın hak din, peygamberin doğru
bir peygamber, ve Cenabı Hakkın da apaçık bir hak ve hikmet sahibi, Rahman ve
Rahim olduğunu bilsinler. Bir de tilavetinden almış ol­dukları sevabtan mahrum
olmasınlar. O neshedilen. âyetlerin kapsadı­ğı belagatı dinleyip
lezzetlensinler.

Tilavetin nesih, hükmün baki kalmasının nedenine
gelince, o her âyette ona uygun bir şekilde zahir olur. «El-İtkan»a müracaat et.
«Ev­li erkek ve evli kadın zina ettikleri zaman muhakkak ikisini de Recim
ediniz.» Âyetin tilâveti niçin nesh olunmuştur. Hükmü kalmıştır
gö­rünüz.

Neshi inkâr eden Ebu Müslim el İsfehaninin
delillerinden birisi şu âyettir:

«Kur'an'a ne önünden ne arkasından batıl katılamaz.
Kur'an, Ha­kim ve Hamid olan (Allah'ın) katından gelmedir» (Fussilet:
142).

Ebu Müslimin, bu delili getirmekteki şüphesi
şöyledir: «Bu âyet, Kur'an'ın hükümlerinin ebediyyen ibtal olmayacağım ifade
eder. Neshte ise," geçmiş bir hükmün iptali vardır.»

Biz kısaca Ebu Müslimin şüphesine şu cevablan
veriyoruz:

1) Ayette bahsi geçen batıl, Kur'anlığı baki
kalmakla beraber hükmü kaldırılmış âyet demek değildir. Aksi takdirde Ebu -
Müslimin delili davasını isbatlayamaz. Çünkü o takdirde âyet sadece tilâveti
de­ğil hükmü nesih olunmuş çeşidi menetmiş olur. .Oysa Ebu - Müslimin davası tüm
neshin olmadığıdır.

2) âyetteki «batıl»m mânâsı, hakka muhalif düşen
demektir. Nesh ise haktır. Âyetin mânâsı, «Kur'an'ın akideleri akla muvafıktır.
Ahkâmı hikmetle beraber yürür. Haberleri vakıa mutabıktır. Lafızları tağyir ve
tebdilden mahfuzdur. Onun sahasına yanlış karışamaz. Çün­kü Cenabı Hak   «Şüphesiz ki biz zikri (Kur'an'ı) indirdik
ve şüphesiz ki onun koruyucusu biziz.» (Hicir: 9) buyurmuştur. Ve yine «Hak ile
onu nazil ettik. Hak ile o nazil oldu» (El-îsra: 105) buyurmuştur. Evet, âyetin
bu tarzdaki mânâsı «nesh» in yasaklığına değil isbatına daha fazla delâlet eder
kanaatmdayız. Zira dediğimiz gibi «Nesih» ilâhî bir tasarrufdur. Bir Hikmetten
ileri geliyor. Bir meslihet ona bağlıdır.

Eğer Ebu - Müslim sadece nesih kelimesini
kullanmaktan kaçın­mak için Nesih yoktur diyorsa, acaba Allah bu kelimeyi
kullandıktan sonra kullanmasından kaçınmak ne olur? Ey Ebâ - Müslim! Allah'ın
seçişinden sonra seçiş yoktur. tahsis ile neshin arasında fark
var­dır.

 


 

Neshin oluşu için şâri'dan iki delil gelmesi ve
ikisinin de gerçekten birbirleriyle çelişmesi gerek­tir. Onları telif ve cemetme
imkânı hiçbir şekilde olmaması gerek­lidir. O vakit ve o takdirde birisini
Nasih, diğerini Mensuh saymamız kaçınılmaz olur. Ta ki, Allah'ın kelâmmdaki
çelişmeyi atabilelim. Fa­kat hangi delil Nasih, hangisi Mensuhtur, bilmek heva
ve istekle ola­maz. Ancak sıhhatli bir delile dayanmalıdır. Bu delilin birisinin
son­radan, diğerinin daha önce geldiğini isbat eder. Böylece daha önce ge­leni
Mensuh, daha sonra geleni de Nasih olur. Bu da ya nassların bi­risinde daha önce
geleni tayin eden bir delil olur. «Sizi kabirleri ziya­ret etmekten
menetnıiştim. Dikkat ediniz. Kabirleri ziyaret ediniz. Fa­kat boş konuşmayınız.»
ya da, ümmetin icmai ile daha önce gelen ta­yin edilecektir. Veya sahih bir
senedle bir sahabiden daha önce gelen tayin edilecektir. O halde Nesinde ne
Müctehidin senedsiz içtihadına ne de Tefsircinin tefsirine ve ne de Mushafdaki
yazılışa itimad edil­mez.

 


 

«Nesih, seri bir hükmün seri bir delille-
kaldırılmasıdır» şeklindeki tarifi bize açıkça nesih ancak hü­kümlerde olur
hakikatini bildiriyor. Neshin varlığını kabul edenler bu hususta müttefiktirler.
Fakat bu ittifak ibadet ve muamelelerin dalla-rındandır. Bu dalların gayrisi
olan akid, ahlâkın genel kaideleri, ibadet ve muamelelerin asılları ve sade
haberlerin mânâlarında nesih yok­tur. Cumhur ulema bu fikir üzerinedir.
Akidelere gelince: Onlar sıh­hatli ve sabit hakikatlerdir. Tağyir ve tebdili
kabul etmezler. Öyleyse nesih olunmamaları apaçıktır. Ahlâkın ana meselelerine
gelince: On­ları teşri etmekte Allah'ın hikmeti ve insanların onlarla
ahlâklanma-sı apaçık bir emirdir. Zamanın geçmesiyle değişmez. Milletler ve
şa­hısların değişmesiyle değişmez. Öyleyse nesh olması bahis konusu de­ğildir.
İbadet ve muamelelerin asıllarına gelince: İnsanların onlara ihtiyacının olduğu
apaçıktır. Bu ihtiyaç daimidir. Ta ki, nefislerin tez­kiyesi, temizlenmesi,
mahlûkun Halikla olan bağını tanzim etsin. Öy­le ise burada da nesih
olmaz.

Mücerred haberlerin medlullerine gelince: Onların
neshi şâri'in haberlerin birisinde yalan söylemesine sirayet ettiği için nesh
burada da olmaz. Zira buradaki Nasih, Allah için muhaldir. Naklen muhal
ol­masının delili ise, «Acaba söz bakımından Allah'tan daha doğru kim vardır.»
(En-Nisa: 122). «Acaba hadis bakımından Allah'tan daha doğ­ru kim olabilir»
(En-Nisa: 87) âyetleridir. Evet, haberin mânâsı ve medlulü değil lafzinin neshi
caizdir. Katıksız olmayan ve înşa mânâ­sında olan habere gelince; o, ya emre
veya nehye delâlet eder. Onlar da fer'i ve ameli hükümlere bağlıdırlar.
Binaenaleyh o haberin nes­hinde ve onunla nesholunmakta şüphe yoktur. Çünkü
lafıza değil mâ­nâya itibar edilir!!!

 


 

Kur'an'da vaki olan nesh üç çeşide
ayrılır;

a) Tilâvet ve hükmün beraber
neshedilmesi.

b) Sadece hükmün neshedilmesi.

c)
Sadece tilâvetin neshedümesidir.

Birincinin misalini, Hz. Aişe'den gelen şu hadîs
vermektedir: «Kur'-an'dan nazil olanların arasında haram kılan on belli
emzirmeler var­dı!...» Bu hadîs sahih bir hadîsdir. Bu on emzirmenin ne lâfzı
Mus-hafda var. Ne de hükmü kalmıştır. Nesh bazan bedelle, bazan bedelsiz olur.
Neshedilen hükmün yerine ya Cenabı Hak başka bir hükmü ko­yar!. İşte bu, bedelle
olan nesihtir. Veya neshedilen hükmün yerine başka bir hüküm koymaz: Bu da
bedelsiz olan neshtir. Bu da aklen ca­iz, sem'an vakidir. Ve misalleri
çoktur.

 


 

İslâm şeriatindeki Nesh bazan Kur'an'la varid olur,
bazan sün­netle. Mensuh da böyledir. Bazan Kur'an'la, bazan sünnetle varid olur.
Öyle ise Nesih dört kısma ayrılır:

1) Birinci kısım, Kur'an'm Kur'an ile
neshedümesidir. Neshin oluşuna kani bulunan müslümanlar, bu Neshin hem cevazına,
hem de vukuuna kaildirler. Cevazına gelince: Hem bilmekte hem de amel et­mekte
Kur'an'ın âyetleri müsavidir. Vukuuna gelince: Daha önce mi­sallerle âyetlerde
nasih-mensuh olduğunu tesbit ettik, Gelecek misal­lerle tesbit edilecektir. Bu
kısım üç çeşide ayrılır:

a) Tilâvet ve hükmün beraberce neshi.   

b) Tilâvetin değil sadece hükmün
neshi.

c) Hükmün değil sadece tilâvetin
neshi.

 


 

2) İkinci kısım Kur'an'ın sünnetle
neshedilmesidir. Alimler bu hususta ihtilâf halindedirler. Kimisi caiz görür,
kimisi görmez. Caiz görenler de ihtilâf halindedirler. Onların kimisi vaki
olmuştur, kimisi vaki değildir, demişlerdir. Kur an'ın sünnetle neshedilmesinin
cevazını savunanlar; İmam Malik, İmam Azam'ın talebeleri, Eş'ari ve
mutezile­lerden olan bütün kelâmcılardır. Delilleri: Kur'an'm sünnetle
neshe-dilmesi ne zatından ötürü ne de başka bir nedenden ötürü muhal
ol­madığıdır. Zatından ötürü muhal olmadığına gelince; bu açıktır. Baş­kasından
ötürü de muhal olmadığına gelince: Sünnet de Kur'an gibi Allahtan gelen bir
vahydir. Çünkü Cenabı Hak «O nevadan konuş­maz. Onun konuşması ancak gönderilen
bir vahydir» (Necm: 3-4) bu­yuruyor. Sünnet ile Kur'an arasındaki fârik,
(ayırdedici) meziyet Kur'an'm lafızları, tertibi, inşası Allah tarafındandır.
Hadisin lâfızlari, tertib ve inşası ise, Resûlullah'a aiddir. Kur'an'ın
özellikleri olduğu gi­bi Sünnetin de özellikleri vardır. Bunlar bizim konumuz
değildir. Ma­dem Allah vahyile, diğer bir vahyini neshediyor ve orada herhangi
bir müşkilât da yoktur. O halde bu iki vahyin birisinin diğerini nesih
et­mesinde ne aklen ne de şer'an herhangi bir mani mevcut değildir. Bunlar
Kur'an'ın Sünnetle nesih edilmesini caiz görenlerin delilleridir. Caiz
görmiyenlere gelince: Onlar, İmam Şafii, İmam Ahmed ve zahir ehlinin çoğudur.
Onlar Kur'an'm sünnetle neshinin menine dair bir çok deliller getirmişlerdir. O
delillerden birisi: Cenabı Hak peygambe­rine «Sana zikri indirdik, ki, sen
insanlara gönderileni badiresin» (Nahl: 44) diyor. Bu âyet, ifade eder ki
Resûlullah'ın vazifesi Kur'an'ı beyan etmeğe münhasırdır. Eğer sünnet Kur'an'ı
neshetşeydi o vakit, sünnet Kur'an'a beyan olmazdı. Aksine onu kaldırıcı
olurdu.

Buna cevab olarak denildi ki, sünnetin vazifesi
sadece Kur'an'ı açıklamakdır hükmü bu âyetten anlaşılmıyor. Bir de sünnetin
vazifesi, sadece Kur'an'm beyanına inhisar ederse, sünnetin tek başına bir
sis­tem getirmesi muhal olur. Halbuki sünnetin tek başına bir sistem
ge­tirmesinde ümmet icma etmiştir. Meselâ: Resûlü-Ekrem kuşların pen­çelilerinin
etini haram kılmıştır. Her ısırıcı dişlere sahib olan yırtıcı hayvanların etini
haram kılmıştır. Ve yine Resûlü-Ekrem, herhangi, bir kimsenin kendisine vâris
olmamasına dikkati çekerek: «Biz pey­gamberlere gelince, malımız kimseye miras
olarak kalmaz. Bizim bı­raktığımız sadakadır)) demiştir.

Bir de cevab olarak denildi ki: Sünnetin bizzat tek
başına teşri ve tek başına hükümler ifade ettiğini, sünnet söylüyor. Meselâ:
El-İrbad bin Sariye (R.A.) rivayet ediyor:

Resûlüllah (S.A.) kalktı ve bize:

«Sizden herhangi bir kimse koltuğuna dayanmış
olduğu halde zanneder mi ki Allah bu Kur'an'da olanın haricinde herhangi bir
şeyi haram kılmamıştır? Dikkat ediniz. Ben emrettim, va'zettinı ve bir ta­kım
şeyleri yasakladım. Onlar ya Kur'an kadardır veya daha çoktur. Şüphesiz ki Allah
size helâl kılmamıştır ki siz ehli kitabın evlerine on-lann izni olmadan
giresiniz. Onların kadınlarını dövesiniz, onların meyvelerinin yenmesini de
helâl kılmadı size.. Ancak boyunlarına farz olan haracı verdikleri zaman
yiyebilirsiniz.»

 


 

1) «Zina eden kadın ve zina eden erkeğin
herbirine yüz değnek

vurunuz» (Nur: 2), âyeti, ister evli olsun, ister
olmasın zina edenlere yüz değnek vurma hükmü getirmiştir. Böylece evli olan ve
evli olma­yan zina edenlerin hepsini kapsıyor. Sonra hadis gelip «Evliler» le
il­gili hükmünü neshetti ve evlilere recim cezası getirdi.

2) İkinci delil; 
«El-Bakara»  sûresinin yüz
sekseninci âyeti ki,

ana-babaya ve akrabaya miras kalan maldan vasiyet
etmeyi emreder. «Varis için vasiyet yoktur» hadîs ile neshedilmiştir.

3) Üçüncü delil; 
«sizin kadınlarınızdan    zina
edenler üzerinde sizden dört şahit tutunuz. Eğer onlar şehadet   ederlerse, o kadınları ölüm gelip onları
götürünceye kadar veya Allah onlara bir yol açın-caya kadar evlerde hepsediniz.»
(Nisa: 15)  âyeti   
«Benden tutunuz. Benden tutunuz, Allah onlar için bir yol kıldı. Bakire
bakire ile zina ederse yüz değnek vurulacak ve bir sene gurbete gönderilecek.
Evli ev­li ile zina ederse, yüz değnek  
vurulacak ve sonra  
recmedilecektir.» hadisi şerifle neshedilmiştir.

4) Dördüncü delil, Cenabı Peygamberin, «Her
dişiyle yırtıcı olan hayvan ve her tırnaklanyle yırtıcı olan kuşun eti yenilmez»
yasağı ya­ni bu hadis, şu âyeti neshetmiştir:

«Ey Habibim! De ki: Bana vahyedilende yeyen bir
kimseye ha­ram edilen birşey görmüyorum. Ancak murdar bîr hayvanın eti veya
akıtılmış bir kan veya domuz eti olanlar haramdır ve necistir veya fasıkhk ela
ki, Allah'tan başkasının ismi getirilerek  
boğazlanmıştır.»

(El-Anam: 145).

 


 

Burada da ulemanın ihtilâfı vardır. Kimisi caiz
görmüş, kimi gör­memiştir. Ancak burada caiz görmeyenlerin sesi biraz daha
kısıktın Hüccetleri biraz daha zayıftır. İspat edenlere gelince: Onları cevazın
delili teyid eder. Bunun için «var» diyenlerin arasında bütün fakıhleri ve
kelâmcıları görüyoruz. «Yok» diyenlerin arasında Şafii'den başka şayanı dikkat
birisini görmüyoruz. İmam Şafii ile beraber arkadaşla­rından az bir gurup da
vardır. Bununla beraber Şafii'den bunu nak­letmekte .sallantı vardır. Veya
hilafı zahirin iradesi görünüyor. Taf­silâtı Menahilul İrfandan
oku...

 


 

1) Mutevatır bir sünnetin mutevatır bir sünnetle
neshedilmesi.

2) Ahadi bir sünnetin Ahadi sünnetle
nesholunması.

3) Ahadi bir sünnetin Mutevatır bir sünnetle
nesholunması.

4) Mutevatir bir sünnetin Ahadi bir sünnetle
nesholunması.

İlk üç kısım, aklen ve şer'an caizdir. Dördüncü
kısım ise Muteva­tır bir sünnetin Ahadi bir sünnetle nesholunması aklen caiz
olduğun­da ulemamız ittifak etmiştir. Sonra şer'an caiz midir değil midir diye
ihtilâfa düşmüşlerdir. Cumhur «caiz değildir», Zahir ehli ise (zahiri­ler)
«caizdim demişlerdir. Cumhurun delilleri:

a) Mutevatır kesin subutludur. Haberi vahid
zannidir. Kafi bir hüküm zanni bir hükümle kalkmaz. Çünkü daha kuvvetlidir. En
kuv­vetli en zaif le kalkmaz.

b) İkincisi, Hz. Ömer, Fatıma binti Kays:  «Resûlullah bana mesken vermedi. Halbuki kocam
beni boşamıştı. Ve talakı Bitta yani dönüşü olmayan idi.» demesine rağmen
reddetti. Yani bu Ahadi haber ile Kur'an ve Mutevatır haber kaldırmadı. Ashabda
Hz. Ömer'in bu görüşünü tasvip ettiler. Böylece icma' oldu.  Bu ancak şu demektir: Haberi Ahadî, zandan
başkasını ihtiva etmez. Öyleyse daha kuvvetli olan bir haberi neshedemez. En
kuvvetli delil burada şu âyettir:

«Boşadığınız fakat iddeti tamamlamamış kadınları
gücünüz ora­nında oturduğunuz yerde-oturtun...» (Et-Talak: 6).

Bir de Meskeni talaki bitte ile boşanmış kadının
haklarından biri­si, kılan Resûlullahın Mutevatır sünneti vardır.

 


 

Bu hususta üç suret vardır: Birincisi; kıyas başka
bir kıyasın de­lâlet ettiği hükmü neshediyor. Buna misal olarak Sari;
cömertliğin­den ötürü Zeyde ikram etmeyi emrediyor. Biz de cömertliğinden
dola­yı Ömer'e de ikram etmeyi buna kıyas ediyoruz. Bundan sonra Sari; Bekr'in
sarhoş olduğundan dolayı hafife almasını vacib kılıyor. Biz de sarhoşluk
illetinden ötürü bahsi geçen Ömer'i de ona kıyas edi­yoruz. Bununla ikinci
kıyası birinciye tercih ettiğimizde Ömer'in ha­fife almasının vacib oluşu,
ikramın vücudunu ortadan kaldırıyor.

İkincisi, kıyas Nassın delâlet ettiği bir hükmü
nesheder. Sari' ne-biz'in mubah olduğunu ilân eder. Sonra sarhoşluk verdiğinden
dolayı şarabı haram kılar. Sarhoşluk illeti nebizde olduğundan biz nebizi şa-rab
üzerine kıyas ederiz. Böylece nassile sabit olan ibaha hükmü, kı­yas ile sabit
olan tahrim hükmüyle ortadan kalkar. Üçüncüsü; Nass kıyası nesheder. Sari',
şarabı haram kılıyor. Çünkü sarhoşluk veriyor. Biz sarhoşluk verdiğinden dolayı
nebizi ona kıyas ediyoruz. Bundan sonra Sari', nebizin mubah oluşuna dair Nass
yapıyor. Böylece nebizin kıyasen sabit olan hürmeti nassen sabit olan ibahatiyle
ortadan kalkar ve nesholunur.

 


 
 

İmam «Celaleddini Suyuti» «Neshi meşhur olan
âyetler yirmi iki âyettir» diyor. Ve o âyetleri teker teker sayıyor. Tafsilât
isteyen «El-İtkanoa baksın.

 


 

Muhkem ve muteşabihln mânâlarında âlimlerin
fikirleri:

a) Muhkem, neshi muhtemel olmayan ve apaçık
mânâya delâlet eden zahir âyettir. Müteşabih ise gizli bir âyettir ki, aklen ve
naklen onun mânâsı idrak edilemez. Onun ilmi Allah'a aittir. Kıyametin kop­ması
ve sûrelerin başındaki hece harflerinin bilgisi gibi.

b) Muhkem, maksudu kendisinden anlaşılan âyettir.
Bu ya zu­hurla olur veya teville olur.  
Müteşabih ise, onun ilmi ancak Allah'a mahsustur. Kıyametin kopması,
deccalm çıkması ve sûrelerin başında­ki mukatta harfler gibi.

c) Muhkem, ancak tevilin bir tek vechine muhtemel
olan âyet­tir. Müteşabih ise birçok vechi muhtemel olan âyettir.

Birinci rey, Hanefilerin, İkincisi, ehli sünnetin
reyidir. Üçüncü rey İbni Abbas'ındır. Usul âlimlerinin ekserisi İbni Abbas'ın
reyi üzerinde yürümüşlerdir.

Dördüncü rey, Muhkem nefsiyle müstakil olup başka
bir beyana muhtaç olmayan âyettir. Müteşabih, nefsiyle müstakil olmayan, belki
başka beyana muhtaç olan âyettir. Bazan bununla, bazan da ötekiyle beyan
ediliyor. Ki onun tevilinde ihtilâf vardır. Bu fikir aynı zamanda İmam Ahmed'den
de nakledilmiştir.

Beşincisi, Muhkem, nazmi ve tertibi sedid olan
âyettir. O âyet ki, münafat olmaksızın müstakim bir mânâya götürür. Müteşabih
ise, lü­gat bakımından istenilen mânâsını hiçbir ilim kapsamaz. Ancak
bera­berinde bir emare veya karine bulunursa, o zaman mesele değişir. «Müşterek»
bu mana ile Müteşabihe dahildir. Bu fikir de İmam Hara-meyn'e nisbet
edilmiştir.

Altıncısı, muhkem manası açık, herhangi bir işkal
(kapalılık) içinde olmayan âyettir. İhkâm kökünden alınmıştır. îtkan (yani çok
güzel yapılmış) mânâsını taşıyor. Müteşabih ise, bunun tam tersidir. Bu fikre
binaen Muhkem, nass (kesin) ve zahir olan âyetleri içeren âyet bölümüdür.
Müteşabih, müşterek isimlerden olan ve Allah'ın hak­kında teşbihi îham eden
lafızlardan meydana gelen âyetlerdir. Bu söz muteehhirlerin bazısına nisbet
edilmiştir. Fakat hakikatte bu rey Et-Tayyibinnin reyidir. Zira İmam Suyuti'nin
nakline göre Et-Tayyibi on­dan: Muhkemden maksad, mânâsı açık olan âyetlerdir.
Müteşabih bu­nun tersidir. Zira bir mânâyı kabul eden lâfız, ya başka mânâyı da
ta­şır veya taşımaz. İkincisi Nassdır..» demektedir.

 


 

Müteşabih-liğin menşei kıssaca, şâri'in kelâmından
neyi kastettiğinin gizliliğidir. Tafsilen deriz ki, Müteşabihliğin bir kısmının
gizliliği lafza, bir kısmı­nın da gizliliği mânâya, diğer bir kısmının gizliliği
de hem lâfza hem mânâya dönüşür.

Birinci kısım, müteşabih oluşu lâfızdaki gizliliğe
raci olan kısım­dır. Bu, hem mufret ve hem de mürekkeb oluyor. Mufredin
müteşabih oluşu garib oluşundan veya iştiraki cihetinden gelen-gizliliğinden
ne­şet eder. Mürekkebin müteşabih oluşunun neşeti ya çok kasa veya çok uzun
oluşundan veya tertibi yönünden geliyor. Birinci kısmın misali sûrelerin başında
bulunan hece harfleridir. Çünkü buradaki teşabih ve gizlilik şüphesiz ki
lâfızlar yönünden gelmiştir.

İkinci kısım, mânâdaki gizlilikten müteşabihliği
neşet eden kı­sımdır. Kur'an'ı Kerim'de Allah'a vasıf olarak gelen kelimeler
ile, kı­yametin dehşetlerine dair gelen kelimeler gibi. Bu kısmın başında sıfat
teşabühleri geliyor. Burada teşabih lâfızda, lâfızdaki gariplik ve
iştiraklilikten gelmemiştir. Belki birçok mânâ arasında müşterek olu­şundan veya
icazından veya uzunluğundan gelmektedir. Öyleyse bu teşabüh sadece mânâ yönünden
gelmiş sayılıyor.

Üçüncü kısım, teşabüh hem lâfız hem mânâdaki
gizliliğe raci olan kısımdır. Bunun birçok misalleri vardır. Nümüne olarak şunu
söyleye­lim: «Evlere arkalarından girmeniz hayır değildir» (El-Bakara: 189).
Arapların cahiliyyeti zamanındaki âdetlerini bilmeyen bir insan bu âyetin
mânâsım hakkıyle anlayamaz. Varid olmuştur ki Ensardan ba­zıları vardı ki ihram
bağladıkları zaman, ne bir duvarın gölgesinde oturur, ne bir eve ne de bir
çadıra girerdi. Kapılardan girmiyordu. Eğer evlerde oturanlardan ise, evlerin
arkasında bir kapı, (delik) açar, oradan girip çıkardı. Eğer çadır ehlinden ise,
çadırın arkasından girip çıkardı. Cenabı Hak bu âyeti nazil etti. «Evlere
arkasından girmek iyi­lik değildir. İyilik Allah'tan korkanın amelidir»
(El-Bakara: 189). İşte buradaki gizlilik kısa olduğundan dolayı lâfza racidir.
Eğer bu âyet açıhp bast edilseydi Arablann cahiliyetteki adetinin onunla beraber
bilinmesi lâzımgelirdi. Aksi takdirde bu nessin mânâsı anlaşılmazdı.

 


 

1) Beşerin hakikatine varmaya güç yetiremediği
kısımdır. Al­lah'ın zat ve sıfatlarının hakikatlerini bilmek, kıyametin ve diğer
gay-bi meselelerin vakit ve zamanlarının bilinmesi gibi. Bu ilim Allah'a
mahsustur. «Gaybın anahtarları Allah'ın yed-i kudretindedir. Onlan ancak o
bilir» (El-Enam: 59).

«Allah'ın katmdadır kıyametin kopuş zamanını
bilmek. Allah yağ­muru indirir. Rahimlerdekini Allah bilir. Hiçbir nefis yarın
neyi ka­zanacaktır, bilmez. Hiçbir nefis nerede ölecektir bilmez. Şüphesiz ki
Allah bilicidir ve haberdardır.» (Lukman: 34). İkinci çeşidi, araştırma ve okuma
yoluyla her insanın güç yetirebileceği muteşabihtir. Mute-şabih oluşu icmalden
veya basttan veya tertipten ileri gelen muteşabih âyetler gibi.

Muteşabihin üçüncü nevi âlimlerden herkesin değil,
ancak hava­sın bildiği ilimdir. Bunun bir çok misali vardır.

Rağıb el-îsfehani «Muteşabih üç çeşittir. Bir
çeşidi vardır ki onu bilmeye yol yok. Kıyametin kopması «Dabbetul-Arz»ın çıkışı
ve benze­ri hâdiseler. İkinci bir çeşit vardır ki, insanların onu bilme ve varma
yolu vardır. Garib lâfızlar ve muğlak (kapalı) hükümler gibi. Üçüncü bir çeşidi
vardır ki iki emrin arasında mütereddittir. Sadece ilimde ra-sih olan bazı
insanlar onu bilir. Diğerlerine gizlidir. İşte Resûlü-Ek-rem'in İbni Abbas için
«Yarab onu dinde fakın et, ona tevili Öğret» duası buna işarettir.

 


 

Cenabı Hakka ilmi mahsus olan muteşabihlerde şu
hikmetler gö­rülmektedir:

Birinci
hikmet:
Herşeyin marifetine güç yetiremeyen şu zaif
in­sana Allah'ın rahmeti vardır. Dağa, Rabbi tecelli ettiği zaman
parça­landığına ve Musa (A.S.)'in yere serildiğine göre, eğer Allah zat ve
sı­fatlarının hakikatiyle insana tecelli etseydi acaba insanın hali ne olurdu?
İşte bu kabilden olarak Cenabı Hak kıyametin bilgisini mer-hameten insanlara
bildirmemiştir. Ta ki tenbellik yapmasınlar ve ha­zırlığa yönelsinler. Halik
Teâlâ onlan daima uyamk tutuyor. İşte bu­nun için Cenabı Hak ecellerinin
marifetini kullarından, gizlemiştir. Ta ki ömürlerinin denizinde
yaşasınlar.

İkinci
hikmet:
Kullan denemektir. Bakalım doğru konuşan
pey­gamberin haberine güvenip gayba iman eder mi etmez mi? Hidayet olunanlar
kesinlikle bilmedikleri halde «Biz iman ettik derler» kalble-rinde hastalık
olanlar onu inkâra kalkışırlar. Halbuki Rablerinden ge­len, hakkın ta
kendisidir.

Üçüncüsü: Fahreddin Razi'nin «Kur'an hem havassın
hem de ava­mın çağırmasını kapsamaktadır. Avamın tabiattan emirlerin çoğunda
hakikatleri idrak etmekten uzaktır. Avamdan birisi.ilk anda cisim ol­mayan,
herhangi bir mekânda mekânlaşmayan ve kendisine işaret edilme imkânı olmayan bir
mevcudun ispatını dinlerse, zannedecek ki bu yokluktur ve katıksız   ademdir. Böylece ta'til hastalığına düşmüş
olur. Binaenaleyh avam için en elverişli olan, onların hayal ve vehim­lerine
uygun bir takım mânâlara delâlet eden lâfızlarla hitab etmek­tir. Bu hitab, açık
ve sarihe delâlet eden lâfızlarla karışık olacaktır. Başlangıçda kendilerine
yapılan hitab Müteşabih kabilindendir.

Açık hakikati ifade eden ikinci kısım   Muhkemi olan kısımdır!» dediği
nedenlerdir...

Dördüncüsü; insanın aciz ve cahilliğine delil
ikame etmektir. Evet insanın istidadı ne kadar olursa olsun, ilmi ne kadar fazla
olursa olsun. O, Müteşabihleri bilmemekle aciz ve cahil olduğunu anlar. Burada
ay­nı zamanda Allah'ın delici kudretine şahit ve delil ikame etmek de vardır.
«Herşeyi ilmiyle kapsayan sadece odun» hakikatini de gözler önüne seriyor.
«Bütün insanlar onun ilminden ancak onun dilediğini kapsayabilirler» hakikatini
de getiriyor. İşte burada kul Allah'a başını eğiyor, korkuyor, Allah'ın
kibriyası önünde eğiliyor. Meleklerin daha önce dediğini tekrarlıyor: «Sen
ortaktan münezzehsin. Senin öğretti­ğin hariç, bizim herhangi bir ilmimiz
yoktur. Şüphesiz ki sen, evet sa­dece sen mutlak mânâda bilici ve hikmet
sahibisin.» {El-Bakara: 32).

Allah'ın sıfatlan hakkında varid olan Müteşabih
âyetlerin tefsi­rinde en güzel rey şudur: «Ehli sünnet vel cemaat»m âlimleri
Müteşa­bih âyetlerle ilgili üç noktada ittifak etmişlerdir. O üç noktanın
öte­sinde ihtilâfa düşmüşlerdir.

1) Önce zahirleri Allah için muhal olan âyetleri
tevil hususunda ittifak etmişler. Ve bu zahiri mânâlar kesinlikle şâri'in
maksadı değil­dir itikadında ittifak etmişlerdir.

2) İkincisi, İslâmı müdafaa etmek bu
müteşabih   âyetleri tevil etmeye bağlı
ise, onun şüphecilerin şüphelerini  
bertaraf etmek şek­linde tevil edilmesi, farz olduğunda ittifak
etmişlerdir.

3) Üçüncüsü, muteşabihin her ne kadar bir tek
tevili var ise, ve o tevil her tevilden daha önce ondan anlaşüıyorsa da onu
icmaen ka­bul etmek vacibtir. Şu âyet gibi: «Siz nerede olursanız olunuz o
sizin­le beraberdir» (El-Hadid: 4)
Bizzat halkla beraber olmak Allah için muhaldir. Binaenaleyh bunun bir tek
tevili kalıyor. O da ilmen, Sem'-an, (işitmek), Başaran (görmek), kudreten ve
iradeten insanları kap­samak suretiyle beraberliktir.

Bu üç noktanın ötesinde âlimlerin ihtilâfına
gelince: bu da üç gö­rüş ve üç mezheb üzerinde olmuştur. Birinci mezheb, selefin
mezhebi­dir. Bu görüşe «El-Müfevvide» mezhebi de denir. Selef bu Müteşabih
âyetlerin mânâlarını sadece Allah'a havale eder. Allah'ı bunların zahir ve Allah
için muhal görünen mânâlarından tenzih eder. Selefin görü­şünü destekleyen aklî
ve naklî olmak üzere iki delil vardır. Aklî delil şudur: «Bu Müteşabihlerden
maksadı tayin etmek ancak lügat ve arap istimallerinin kanunları üzere cari
olur. Bu ise, zandan başkasını ifa­de etmez. Oysa Allah'ın sıfatları zan ile
sabit olmayan inançlar kate­gorisine dahildir. Akaidde ise, kesinlik lâzımdır.
Nakli delil hususunda selef bir çok emre itimad etmektedir. O emirlerden birisi
Hz. Aişe vali­demizin hadisidir: «Ne zaman ki Kur'an'ın Müteşabih âyetlerine
tâbi olanları görürsen onlar Allah'ın [Zayğ-Ehli] diye adlandırdığı
kim­selerdir. Onlardan s ak m mu.»

Bir de Tabarani'nin EI-Kebir'inde, Ebu Malik El
Eş'ari'den riva­yet ettiği şu hadistir: «Ümmetim için ancak üç hasletten
korkuyorum:

1- Mallan çoğalacak, birbirlerine hased edecek ve
savaşa tutu-şacaklardır.

2- Kur'an onlar için açılacak. Onu mümin tevilini
aramak sure­tiyle alacak. Halbuki onun tevilini Allah'tan başkası
bilmez...»

Bir de İbnu Merduye'nin babasından, o da babasından
o da Resû-lüllahtan rivayet ettiği şu hadistir: «Kur'an inmemiştir ki bir kısmı
diğerini yalanlasın. Binaenaleyh Kur'an'dan bildiğinizle amel ediniz. Müteşabih
olana da olduğu gibi îman ediniz.»

Bir de ed Darimi'nin Süleyman bin Yesar'dan rivayet
ettiği ha­distir:

«îbnu Sübeyğ» adlı bir kişi Medine'ye gelip
Kur'an'ın Müteşabih-leririi âlimlerden sormaya başladı. Hz. Ömer onu huzuruna
çağırdı. Onu dövmek için hurma dallarından sopalar hazırlamıştı. Hz. Ömer, «İbni
Sübeyğ»e: «Sen kimsin?» dedi. İbni Sübeyğ: «Ben Subeyğin oğ­lu Abdullahım» dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer bir hurma dalım eline aldı. Kafasından kanlar akıtıncaya
kadar onu dövdü. Diğer bir riva­yette «Sırtında yara belirinceye kadar onu
dövdü.» Sonra onu bıraktı. Yaralan iyileşince tekraren onu dövmeye kalktı. Sonra
bıraktı. Yaralan iyileşince vurmak üzere tekrar huzuruna çağırdı. Adam: «Ey
Ömer, eğer beni öldürmek istiyorsan, güzel bir şekilde beni öldür» dedi. Bu­nun
üzerine Hz. Ömer ona memleketine dönme iznini verdi ve mem­leketinin valisi Ebu
Mus'el Eş'ariye: «Müslümanlardan hiç kimse bu adamın yanına oturmayacaktır!»
diye yazdı.

Allah Ömer'den razı olsun. Fitne kapısını açmak
isteyen «İbn Sü-beyğai dövdükten sonra artık bu kapıyı açmaya hiç kimse cesaret
ede­medi.

O naklî delillerden birisi de şu
rivayettir:

Birisi «istiva»nın mânâsını İmam Malik'ten «Rahman
arşın üze­rinde istiva etmiştir» (Taha: 5) âyetindeki istiva'nın mânâsım sordu,
tmam Malik şu cevabı verdi:

— İstiva malûmdur. Keyfiyeti meçhuldür. Istivayi
sormak bid'at-tir. Zannederim kî sen kötü bir kişisin. Bu kişiyi benim
huzurumdan çıkarınız» diye ilâve etti.

îmam Malik «istiva malûmdur» demekle mânâsı
zahirdir. Fakat bu zahir mânâ murat değildir. Çünkü bu, muhal olan bir teşbihi
ge­rektirir. «Keyfiyet meçhuldür», yani Şâri'in muradın: tayin etmek bi­zim
meçhulümüzdür. Ona dair nezdimizde herhangi bir delilimiz yok­tur. «Onu sormak
bid'attır.» Yani bu muradın tayini hususunda soru sormak bidattir. Sormamak
gerektir.

İkinci mezheb ise, halefin mezhebidir Bu mezheb
aynı zamanda «Mezhebül-Müevvile» diye adlandırılmıştır.    Yani tevilciler mezhebi. Bunlar da iki
fırkaya ayrılmışlar. Bir fırka o âyetleri Sem'i ve kesin olarak malûm olmayan
sıfatlarla tevil ederler. Bu sıfatlar, Allah'ın malûm sıfatlarından fazla
olarak, sabittirler. Bu görüş Ebul Hasan'il Eş'ariye nisbet edilmiştir. İkinci
bir gurup onlan sıfatlarla veya ke­sinlikle bildiğimiz mânâlarla tevil ederler!
Zahiri muhal olan lafzı lü­gat bakımından caiz olan bir mânâya hamlederler.
Aklen ve şer'an Al-laha lâyık olan bir manaya hamlederler. Bu görüş Ubeyde bin
Burhan ve muteehhirlerden bir cemaata nisbet edilmektedir. îmam Suyuti'-ye göre
Îmamul-Haremeyn de bu reye kaildir. Fakat bilahare «Er-Ri-saletün Nizamiye» adlı
eserinde bu fikirden döndüğü tesbit edildi. Ve şunları söyledi: «Dinen bizim
razı olduğumuz, aklen bizim din olarak kabul ettiğimiz ümmetin selefine tâbi
olmaktır. Çünkü onlar Müteşa-bih âyetlerin mânâlarına dokunmamak suretiyle
hayatlarını devam ettirdiler. Çünkü bu mezheb ortanca gurubun
mezhebidir.»

Üçüncü mezheb, Mütevessitlerin mezhebidir. İmam
Suyuti bu mezhebi naklederek şunları söyledi: «İbnu Dakikul-İyd» selef ile halef
mezhebi arasında bir mezheb ihdas ederek;

«Tevil arap diline yakın ise inkâr edilemez. Kabul
ederiz. Eğer uzak ise, ondan tevakkuf ederiz. Fakat Allah'ın ondan kastettiği
tarzda ona iman ederiz. Bu lâfızlardan, mânâsı açık ve araplarm ko­nuşmasından
anlaşılır olanı tereddüd göstermeden kabul ederiz. Ni­tekim «Kişinin Allah'a
karşı aşırı gitmeden Ötürü bana yazıklar olsun, gerçekten ben alaya
alanlardandım» diyeceği günden salanınız.» (Ez-Zümer 56) âyetinden Allah'ın
hakkı ve onun için insanın boynuna farz olan mânâyı kabul ettiğimiz gibi,..a
dedi.

 


 

«Uslüb» kelimesi arap lügatinde birçok şekilde,
birçok mânâda kullanılmıştır. Ağaçlar arasındaki yol, herhangi bir fen, yüz,
mezheb, burun dikmek ve arslan boynu. Hatibin konuşmasındaki yoluna da «Uslüb»
deniliyor. Luğavî mânâsına en uygunu da budur. «Uslub»ün istilahi mânâsı:
Edebiyatçılar ve gramer âlimleri; üslubun kelamî bir yol olduğunu, hatip
konuşmasını telif ederken ve lâfızlarını seçerken takip ettiği yol olduğunda
ittifak etmişlerdir. Veya uslüb, mânâlarını eda etmek ve konuşmasındaki
maksadını bildirmek "hususunda konu­şan insanın tek basma seçmiş olduğu konuşma
mezhebidir.

Kur'an üslubunun mânâsı; kelâmını telif ederken ve
lâfızlarını seçerken Kur'an'm getirmiş olduğu yoldur. Kur'an'm özel bir
üslubu­nun olmasında herhangi bir gariplik olamaz. Çünkü gerek ilâhi olsun,
gerek beşeri olsun her kelâm için özel bir uslub vardır. Konuşanların uslublan,
ister şiir ister nesir olsun, kelâmlarını arzetmekteki yollan, şahısları
adedincedir. Hattâ bir tek şahıs dahi çeşitli konulan işledi­ğinde ve çeşitli
fenleri deştiğinde çeşitli uslublar vardır, «Uslub», ke­lâmı meydana getiren
mufred ve terkiblerin   gayrisidir.   O, Müellifi konuşmasında müfred ve
terkibleri seçmesinde takib ettiği yoldur. İşte bu sırra binaen uslublar
değişiktir. Halbuki kelimeler ve müfredat bü­tün uslublara hizmet ediyor.
Terkibler hepsinin cümlesinde vardır. Müf-redlerin birleştirilip terkip yapılma
kaideleri ve cümlelerin tekevvünü hepsi içindir. Kur'an'ın arap lugatmdan ve
araplann bildiği uslubtan çıkmayışının müfred ve cümleler ve cümlelerin
kanunlarının olduğu gibi Kur'an'da gözetilmesinin sebebi ve sırrı budur. O
arapça ve arap­lann bu nahiyede melufu olan tarzda gelen bir kitabtır. Onların
harf­lerinden kelimeleri oluşmuş, kelimelerinden terkipleri meydana gel­miştir.
Bu müfredleri cümle yapılmakta takib edilen genel kaideleriy-le ve terkiblerinin
oluşturulmasıyla telifi meydana çıkmıştır. İnsanı acizde bırakan ve dehşet veren
şudur ki Kur'an araplann üzerine on­larca malûm olan babtan girmiştir. Onlann
müfredatını ve terkibleri-ni kullanmıştır. O devirde bu müfred ve terkibler
hususunda araplar geniş bilgiye sahib idiler. Bu hususta yansırlardı. Ve bu
sahada doruk noktaya çıkmışlardı. Bütün bunlarla beraber Kur'an tek olan
üslu­buyla onlan aciz kılmıştır. Kelâm tarziyle onları hayrette bırakmıştır.
Eğer onlann bildiği bu kapıdan değil de başka kapılardan onlara gel­seydi o
zaman mazur sayılabilinirlerdi.

«Eğer biz onu yabancı bir dilden Kur'an yapsaydık
muhakkak şöy­le diyeceklerdi:

— Âyetleri açıklansaydı ya! Bir araba yabancı bir
dille söylenir mi? derlerdi. Ey Resulüm! Onlara de ki; o Kur'an iman edenlere
hi­dayet ve şifadır. îman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık var. Kur'an
onlara karşı bir körlük ve şüphedir. Onlar uzak bir yerden ça­ğırılanlar
gibidirler.» (Fussilet: 44).

 


 

İnsafla Kur'an'a bakan bir insana, icazın değişik
şekilleri görü­nür. Nitekim bir parça elmasa dikkatle bakan değişik renkleri
orada gördüğü gibi. Kur'an-ı Kerim cezbedici ve hayret verici, üslubuyla
gel­miştir. O üslup ki daha Önce belirttiğimiz özelliklere sahibtir. Bu
özel­liklerin tamamı değil bir teki dahi Kur'an'dan başka olan kelâmlarda
Kur'an'da mevcut olduğu oranda ve nisbette mevcut değildir şüphesiz ki. Böyle
olan her kelâm mucizdir. Öyleyse Kur'an da mucizdir. Re-sûlü-Ekrem Kur'an ile o
devrin fesahat ve belagat kahramanlanna meydan okumuştur. Onlann dillerini
Kur'an'a bu hususta tân etmek­ten kesmiştir. Oysa o zamanda fesahat ve belagatın
revaç bulduğu panayır ve pazarlar mevcud idi. Kur'an'ın muhatabı bulunan millet,
ancak bu nahiyeden diğer milletlerden üstün idiler. Madem ki onlar Kur'an'ın
muarazasından aciz kaldılar öyle ise başkası daha aciz ve daha yorgun düşebilir.
Rabbimiz Kur'an'ında:

«Ey Resulüm, de ki: Yemin olsun eğer insanlar ve
cinler bu Kur"-an'ın benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine yardımcı
da ol­salar yine onun benzerini getiremezler.» (El İsra: 88).

Bu Kur'an'ın en acaib emri şudur ki, Kur'an önce
fesahatin kah-ramanlan olan arap fasih ve şairlerini tamamına karşılık bir
benzerlik getirsinler diye çağırdı ve meydan okudu. Sonra on sûre kadar
getir­sin diye iniş yaptı, Sonra bir tek sûreye karşılık getirsin diye meydan
okudu. Bütün bu meydan okumalanna rağmen onlar Kur'an karşı­sında acizden acze
düştüler ve hezimetten hezimete uğradılar. Kur'an ise, her meydan okuyuşunda bir
zaferden diğer bir zafere» bir yardım­dan diğer bir yardıma
yükselirdi.

Düşün, Kur'an'ı Kerîm Et Tur sûresinde ilk defa
onlara meydan okuduğunda şöyle dedi:

«Yoksa O, Allah kesesinden uydurdu mu diyecekler?
Hayır onlar iman etmezler. Onun benzeri bir hadîsi getirsinler eğer doğru
iseler.» (Tur: 33-34).

Bu meydan okuyuştan sonra onlann sustuğunu görünce
Hud sü­resinde şöyle buyurdu:

«Yoksa diyecekler ki o kendiliğinden mi uydurdu? De
ki, onun benzeri on sûre getiriniz. Onlar iftira ve uydurmalardan mürekkeb
olsun. AUahtan başka dilediğinizi yardıma davet ediniz, eğer doğru ise­niz. Eğer
bu suale cevap vermeseler biliniz ki, sana inen Allanın il­miyledir. Biliniz ki,
Allahtan başka Mabud yoktur. Acaba siz müslü-man olacakmısımz?»
(HudM3-14).

Onlar bu meydan okuyuştan da aciz kaldıklarında
Kur'an üçüncü kez ipi daha da gevşeterek onları «El Bakara» sûresinde şöyle ça-
|ğırdı:

«Kulumuzun üzerine indirmiş olduğumuz Kur'an'da
şüpheniz var lise onun benzeri bir sûre getiriniz. Allahdan başka şahitlerinizi
de yardıma davet ediniz, eğer doğru iseniz. Eğer bunu yapmazsanız ve
yapamazsınız da, o vakit yakıtı insan ve taş olan ve kâfirler için ha­zırlanan
ateşten sakınınız» (Bakara: 23-24).

Onların bu meydan okuyuşlardan sonraki aciz
kalışları daha şeni' ve daha kötü idi. Allah kıyamete kadar hezimeti onların
defterine yaz­dı. Onlar yapmadılar ve yapamazlardı. Delilleri paramparça edildi.
Re­zil oldular. Allah'ın emri, onlar istemese de, belirip yerine
geldi.

 


 

Tarih kaydediyor ki, yalancı Müseyleme, aKur'an
gibi bir kelâm bana vahyedildi» dedi. Sonra halkın huzuruna çıkıp şu hezeyanları
okudu. «Biz sana cumhurları vermişiz. Sen Rabbine namaz kıl ve açık­la.»
mânâsına gelen «inna ağteyna kalcemahire... fesalli li rabbike ve cahir...»
Başka bir hezeyanı da «Vettahinati tahnen vel acinatiacnen velhabizatı Hübzen»
«öküten, yoğuran ve pişirene yemin ederim...» hezeyanları idi. Bunları okuduğu
zaman dinleyenlerin hepsi kahkaha ile gülüp yerlere serildiler. Bu rekik ve
serserice gelen kelimeler ner-de, Kur'an'm o yüce mânâları taşıyan kelimeleri
nerede? Muaraza; lugatta, üslupta ve mânâda muaraza edilen kelâma, (Muarizin)
denk veya daha üstün olmasıyla mümkün olabilir. Bu muariz kâfirler aca­ba böyle
bir muaraza yapabilirler mi? Tarih rivayet ediyor ki, Eb'ul-Ulâ «el Maarri», Ebu
Tayyib «el Mutenebbi», ve ibnul Mukaffa', Kur'-an'a muaraza etmek hastalığına
tutuldular. Bu isteklerini açığa vurur vurmaz kalemleri kırmak ve sahifelerini
yırtmak şekliyle bundan vaz­geçtiler. Çünkü onlar bizzat yolun çok güç ve bu
hususta hedefe git­menin muhal olduğunu sezdiler!.. Onlar kalblerinin
derinliklerinde Kur'an'm belagatını ve icazkârlığım ilk zamanlarında itikad
ederlerdi. Ona yeni bir delili eklemek istiyorlardı. Bu da kalblerinin mutmain
olması içindi. Soruyorum: Arapçada bu kadar ileri giden bu insanlar zatlanyla
böyle şeyleri    hissetmemişlerse    acaba kim    hissedecektir?

Evet onlar Kur'an'm belagat ve icazını
hissetmişlerdi. Zamanımızda «BahaİDİer ve «Kadiyani»lerin de Kur'an'a muaraza
olsun diye birta­kım kitablar yazdıkları şayiası vardır. Fakat bunlar halkın
huzurun­da mahcub olmaktan korkup bu kitabları piyasaya sürmediler. Ancak son
zamanlar bu paçavraları yavaş yavaş piyasaya sürmekteler. Fakat rezil
olmaktalar. Allah «Kur'an'ı biz indirdik ve onun koruyucusu bi­ziz» (El-Hıcır:
9) buyurmaktadır.

 


 

Kur'an'da binlerce mucize vardır. Biz daha önce
Kur'an'm (6200) den fazla âyetten müteşekkil olduğunu söyledik. Ve şimdi de
görüyo­ruz ki meydan okumanın ipi bir sûreye kadar uzamıştır. Bir sûre Kev­ser
sûresi de olabilir. Bu sûre ise üç âyettir. Hem de kısa âyetlerdir. Bunlara denk
bir tek âyet veya iki âyet de olabilir. Binaenaleyh Kur'-an'ın her uzun âyeti
veya üç kısa âyeti bir «Mucize» teşkil ediyor. Kur'an'ın üslubu için yedi
özellik vardır ki bir tanesi tam olarak her­hangi bir kelâmda bulunmuyor. İşte
bu nedenle deriz ki, Kur'an bir tek «Mucize»yi değil, binlerce Mucizeyi
kapsamaktadır. Her ne kadar bazı sathi kimseler böyle demişlerse de, onların
sathiliğine bakılmaz. Kur'an'ın derlediği icaz vecihleri de bunlara eklersek,
bize çeşitli Mu­cizeler görünecektir. Sayı ve tadat ile zaptedilemeyecek kadar
Mucize­ler... Birden çoğu, fertten bir milleti meydana getiren ortaktan
mü­nezzehtir. Kur'an'ın Mucizeleri ebedidir. Kur'an'ın bu kapsadığı Muci­zelerle
beraber ebedi oluşunda şüphe yoktur. Zamanın geçmesiyle es­kimez. Resûlüllahın
ölümüyle ölmedi. O, hayattadır. Dünyanın ağzın­da her yalanlayıcıyı susturacak
kuvvet ve kudrettedir. Her münkire meydan okumaktadır. Dünyanın bütün
uluslarını, içindeki İslâm hi­dayeti ve insanoğlunun saadetine davet etmektedir.
İşte İslâm pey­gamberinin Mucizeleriyle kendisinden önceki Mucizeler arasındaki
fark buradan geliyor. Allah'ın selât ve selâmı bütün peygamberlerin üzerinde
olsun. Muhammed (A.S.)'ın Kur'an'daM Mucizeleri binlerce-dir. Kıyamete kadar
devam etmeleriyle tamamlanmıştır. Ta ki Cenabı Hak yeryüzünü ve onda olanların
hepsini miras olarak elde edinceye kadar... Diğer peygamberlerin Mucizelerinin
ise,  adetleri mahdud, müddetleri
kısaydı. Onların zamanının bitmesiyle bittiler. Onların ölümüyle öldü. Kim
onları şu anda ararsa ancak onları kane'nin ha­berinde bulabilir. (Yani geçmiş
bir hadise olarak bulabilir). Mucizele­re Kur'an'dan başka bir kaynak şahitlik
yapmaz. Bu da Kur'an'm di­ğer kitablar ve diğer peygamberlere karşı yapmış
olduğu minnettir. Ce­nabı Hak «Biz senin katına Hak ile kitabı kendisinden
önceki kitabı tastikleyici olduğu ve ona şahidlik edici olduğu halde indirdik.»
(Mai-de: 48) dedi... Başka bir âyette «Resul kendisine inene iman ediyor.
Müminlerin tamamı da Allaha, meleklerine, kitablanna, peygamber­lerine iman
ederler. Biz peygamberler arasından herhangi birisini, peygamberlik yönünden,
fark etmeyiz.»  (El-Bakara: 285)  buyuruyor.

 


 

Bunun mânâsı şudur: Kur'an'da kevni ilimler
nisbetiyle beş itibar rivayet edilmiştir. Bu itibarlar herhangi bir mahlûktan
gelemez. Hele ümmi bir milletin arasında yetişen Hz. Muhammed'den hiç sadır
ola­maz. İtibarlann birincisi, Kur'an kevnî ilimleri kendisine konu
yap­mamıştır. Çîünkü kevnî ilimler «Neşvünema» kanunlarına tabidirler. Onların
tafsilâtında incelik ve gizlilikler vardır. Avam tabakası bunla­rı anlamaz.
Sonra yolunu şaşırmış insanlık âlemini kurtarmak çabası yanında böyle ilimler
hiç te kıymet taşıyamazlar. Cin ve insanları dün­ya ve âhiret saadetine hidayet
etmek nerede? Bu ilimler nerede?.. Da-Ik önce dediğimiz gibi Kur'an hidayet ve
icaz kitabıdır. Binaenaleyh hidayet ve icazın hududlarmın dışına çıkmak Kur'an'a
uygun düşmez. Kevnî ilimlerden birşey Kur'an'da zikredilmişse, bu hidayet ve
halkı yaradana götürmek için zikredilmiştir. Kur'an-ı Kerim bu kevnî ilim­leri
mutlak olarak zikrettiğinde Heyette, Felekiyatta, Tabiat ve Kim­yada bulunan
ilmi hakikatlere işaret etmeyi kastetti. Matematik me­selelerinden birisini,
Cebir veya Hendese meselelerinden birisini hal­letmeye çalışmıyor. Tıp ilmine
ikinci bir bab eklemek istemiyor. Teş­rih ilmine başka bir haslet katmak
hevesinde değildir. Hayvan, bitki veya yer tabakalarının ilminden bahsetmek
istemiyor. Lâkin bazı araş­tırmacılar Kur'an ilminde geniş kapsamlı bir
araştırma yapmaya kalkışmışlardır, kevnî ilimlerden bildiklerini Kur'an
ilimlerine katmışlardır. Her ne kadar niyetleri ve fiilleri temiz ise de, onlar
bu hususta yanlıştırlar ve israf ediyorlar. Fakat niyet ve şuur ne kadar güzel
olur­sa olsun insanoğlu için vaki olmayanı söylemeyi ruhsatlı kılmaz. Al­lah'ın
kitabını vazifesi olmayan bir mânâya hamletmeye ruhsat ver­mez. Hele Kur'an
vazifesini defaatla tekrar edip durmaktadır. «Bu ki-tab! Onda şüphe yoktur. O,
muttakiler için hidayet kaynağıdır.» (El-Bakara; 2).

«Size Allahtan bir nur, bir açıklayıcı kitab
gelmiştir. Allah o ki-tabla, Allah'ın ridvanına, selâmın yollarına tâbi olan
kimseyi hidayet eder. Ve onları izniyle karanlıklardan nura çıkarır ve onları
dosdoğru yola hidayet eder.» (Maide: 15).

Dikkate şayan bir nokta vardır: Kur'an'm azameti
yeni bir vazife Kur'an'a getirmekle bilinmez. Allah'ın kitabında delil ve burhan
ol­mayan bir mânâya Kur'an'ı hamletmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü Kur'­an'm bu
âlemdeki hidayet konusundaki vazifesi, insanlık âlemini kur­tarmadaki vazifesi
hayatta daha mühimdir. Bir de Kevnî ilimler Al­lah'ın hidayetinden yoksun ve
vahyinden tecerrüd ederse, insanlık âle­minin başına belâ olur. Şu insanlık
âlemini tehdid eden atomlar, na-palm bombalan ve diğer dehşet saçan silâhlar
imansızların ve Kur'­an'a inanmayanların elinde olduğu için kâinatı rahatsız
etmektedir. Kur'an mücmel olarak bu ilimlere insanları çağırır.    İnsanları araş­tırmaya, dikkat etmeye,
kâinattaki nimet ve ibretlerden faydalanma­ya davet ediyor. İşte âyet:    «Ey Habibim! De ki, ey insanlar, dikkat
ediniz. Göklerde ve yerde ne vardır?» 
(Yunus: 101).   Başka bir âyet:
«Göklerde ve yerde mevcut olanın hepsini onun bir lutfu olarak size musahhar
kılmıştır. Bu hususta düşünen bir kavim için âyetler var­dır.» (El-Casiyye:
13).

Üçüncü ibret, Kur'an şu kevnî ilimleri arzettiği
zaman bütün bun­lar Allah'ın yarattıkları, onun muradına başeğmiş ilimler
olduğunu hissettiriyor. Delâlette olup da «Bu kevnî ilimler başhbaşma tesir
eder, onlar kâinata sahihtir (!)» diyenlerin zihinlerine bağlanan pislikleri
bizden uzaklaştırmıştır. İşte âyet: «Şüphesiz Allah gökler ve yeri kay­maktan,
yerinden zail olmaktan tutar. Eğer onlar zail olurlarsa Allah­tan başka hiç
kimse onları tutamaz.» (Fatır: 41).

Bir de Kur'an bize bu kevnî ilimlerin tamamının yok
olmaya mahkûm olduklarını bildiriyor. İşte Kur'an: «Herşey, Allah'ın zatı
ha­riç, helak olucudur.» (El-Kasas: 88). Başka bir âyet: «Kadrine uygun bir
tarzda onlar Allah'ı takdir edemediler. Yeryüzünün tamamı kıya­met gününde
Allah'ın kabzasındadır. Gökler durulmuş sağındadır.» (Ez-Zümer: 64). Başka bir
âyet: «Yer başka bir yerle, ve göklerin de başka bir gökle değiştirildiği, her
şeyle üstün gelen Allah'ın huzuruna çıktıkları günde...» (İbrahim:
48).

Dördüncü vecih, Kur'an kevnî bir âyeti arzettiği
zaman, evrenin ilimlerini kapsayıcı bir uzmanın, gökler ve yerin sırlarım bilen
bir üs­tadın bahsetmesi gibi bahsediyor. İşte kevnî ilimlerle meşgul olan ba­zı
kimselerin aklına dehşet veren nokta budur. Bu noktadır ki, kevnî ilimleri
Kur'an ilimlerinden saymaya onları sürüklemiştir.

Beşinci vecih; Allah'ın kevnî âyetlerinden
bahsederken Kur'an'm seçmiş olduğu uslub, yüksek ve beliğ bir uslubtur. Beyan ve
icmali bir arada getirmiştir. Misal olarak şu âyeti celîleyi zikredebiliriz:
«Herşey-den çift yarattık. Umulur ki siz hatırlamış olasınız.» (Ez-Zariyat: 49).
Bu âyetin nazil olduğu günden bugüne kadar insanlar onu okudu. Her­kes Allah'ın
kudret ve kuvvetine delâlet etsin diye Allah eşyadan şe­kil ve özellikleri
değişik olan çeşitler yarattı. Fakat bu hususu söyle­dikten sonra ihtilâf
ettiler. İslâmm başlangıcındaki âlimler «Ayeti ce-lüedeki «Çift» ten maksat
karşılıklı olan iki emirdir. Sadece erkek ve dişi değildir.» dediler. Bu hususta
Hasan Basri'den rivayet edildi ki, «Çiftleri gece ve gündüz, gök ve yer, ay ve
güneş, deniz ve kara, hayat ve ölümle tefsir etmiştir. Allah ise ferttir. Onun
benzeri yoktur. Mu-teehhirler ise âyetten şu mânâyı anlamışlardır: «Bu çift,
erkeklik ve dişilik özellikleriyle karşıt olan iki emirdir.» Ve diyorlar ki
varlık âle­minde hiçbir şey yoktur ki onun erkeği ve dişisi olmasın, isterse
in­san, isterse hayvan, isterse cemadat, isterse bizim bilmediğimiz diğer peyler
olsun. Buna delil olarak şu âyeti zikrediyorlar. «Yer küresinin bitirdiği
bitkilerden, insanoğlunun nefsinden ve insanoğlunun bilme­diklerinden bütün
çiftleri yaratan Allah ortaktan münezzehtir.» (Ya­sin: 36). Müteehhir âlimler
derler ki; kevnî ilimlerin, asli kaidelerinde wrson "tesbit edilen kaide, şudur:
Kâinattaki bütün kökenler iki çiftten meydana gelir. Yeni ilmin diliyle:
elektron ve proton... denilmek­tedir bu çiftlere.

Dikkat edilsin, Kur'an ilimden kaçmıyor. Fakat
insanları ilme da­vet ediyor. Binasını onun üzerine ikame ediyor. Onlar evvelâ
ilmi is­pat ettiler, ona güvendiler, onu tahkik ettiler. Sonra onu Kur'an'da
aradılar. Şüphe yoktur ki aradıkları gün gördüler. Biz yüce marifetleri dünya
marifetlerine götürüp muhakeme etsek bu, hikmet ve insafa girmez. Kur'an'ı
beşerden yanılmış bir gurubun bulunduğu bu dar ka­feste hapsetmek, münasib
değildir. Belki boynumuza farz olan; Kur'­an'ı maddenin karanlığının
zincirlerinden kurtarmak, Kur'an'ın gök­lerinde pervaz etmek. Orada nurani ve
mutlak marifetleri uzaktan seyretmek, pırıl pırıl parlayan ilâhi hakikatleri
görmektir. Hepimiz daima Allah'tan gelen bu kitabın mevizelerini daha
berraklaştırıp üs­tün hidayetlerini daha mert bir şekilde insanlık âlemine
nakletmek için çalışmalıyız. Biz onun işaret ettiği kevni ilimler hakkında
tafsilâta ancak delil ve burhan olursa girişmeliyiz. Aksi takdirde Kur'an'ı
uygun düşmeyen tevillere götürmüş oluruz. Bu hususta onların ilmini Kadir ve
Alim olan Cenabı Hakka havale edelim. Meleklere Adem diliyle aciz­likleri
bildirildiği zaman dediklerini izleyip tekrarlayalım: «Sen ortak­tan
münezzehsin. Senin bize bildirdiğinden başka bir ilmimiz yok. Şüphesiz ki sen
âlim ve hakimin ta kendisisin.» (El-Bakara: 32).

 


 

Kur'an birçok gaybî haberleri kapsamaktadır. Kur'an
inmezden önce Hz. Muhammed de onlan bilmiyordu. Zaten Hz. Muhammed gibi bir
zatın açıkça onlara delâlet eden delillerle onu bilme imkânı da o devirde mevcut
değildi. Bununla beraber bu gaybî meseleleri derleyen Kur'an'ın Hz. Muhammed'in
veya başka bir mahlûkun nefsinden ne-bean ettiğini (fışkınp çıktığını) akıl
kabul etmez. O gayblerin âllami olan Allah'ın kelâmıdır.. Varlık âlemini ayakta
tutan, âlemin dizginini elinde bulunduran Allah... «Gaybın anahtarları onun
katındadır. On­dan başkası o anahtarları bilmez. O, yer ve denizde olanı da
biliyor.» (El-Enam: 59).

Tarihin içine gömülmüş ve Hz. Muhammed'in
zamanından uzak ulunan peygamberlerin, Hz. Muhammed'in zamanında daha olma-nş
veya bilahare meydana gelmiş veya gelecek hadiseler hakkında-i kıssalar,
istikballe ilgili kıssaların hepsi Kur'an'daki gaybî mesele-îrdir. Bunlardaki
icaz sırn hepsinde denildiği gibi vaki olmuştur. Lur'an'ın haber verdiği şekilde
ortaya çıkmıştır. Eğer maziden haber ermişse tarihin şahidliği onu doğrular.
Eğer hazınn gaybından ha-er verirse, peygamberlerin getirdiği ile dünyada yeni
keşfedilen de-eyler ve ilimler onu tasdik ederler. Eğer müstakbelin gaybından
ha-er verirse, bunu gecelerin doğruluğu, gündüzlerin getirdiği tasdik
der.

 


 

Geçmiş zamana aid olan gaybler Kur'an'da pek
çoktur. O yüce ve füce olduğu gibi Kur'an'ın karihasından tereşşüh eden kıssalar
onu msil etmektedir.    Resulü Ekrem'in
bu hususta herhangi bir dahil oktur. Meselâ Hz. Nuh'un kıssası gaybî
emirlerdendir.    Allah orada Bunlar
gaybm haberlerindendir. Sana onları vahyediyoruz. Ne sen ne kavmin daha önceleri
bunları bilmiyordunuz»  (Ali-îmran:
44).

Onlardan birisi de Hz. Musa'nın kıssasıdır. O
tafsilâtlı kıssa ki, enabı Hak orada şunları söylüyor: «Ey Resulüm 1 Biz Musa'ya
o emri rahyettiğimiz zaman sen batı yakasında değildin. Onu görenlerden de
âeğildin. Fakat biz (Musa'dan sonra) birçok ümmetler yarattık da on­ların
üzerinden yıllar uzadı. Herşey çöktü. Sen Medyen halkı içinde durmuş da
âyetlerimizi onlara okumuş da değilsin. Ancak biz seni peygamberlerden olarak
gönderdik. Musa'ya nida ettiğimiz vakit de Tur dağının yanında değildin. Fakat
Rabbinden bir rahmet olarak indirildi. Ta ki senden önce kendilerine bir
peygamber gelmemiş olan bir kavmi korkutasm. Olur ki nasihat kabul ederler.»
(El-Kısas: 44-46).

Hz. Meryem'in kıssası da mazinin gayblerinden bir
misaldir. Rab-simiz orada şunu söylüyor:

«Bunlar gaybm haberlerindendir. Sana vahyediyoruz.
Onlar ka­lemlerini suya atıp hangisi Meryemi büyütecektir diye kur'a
çektiklerinde sen yanlarında değildin. Onlar mücadele ettiklerinde de sen
yan­larında değildin.»  (Âli-İmran:
44).

 


 

Bundan bizim maksadımız, Allah; melek, cin, cennet,
cehennem ve benzerleriyle ilgili âyetlerdir. Onları görmeye Resûlüllahm imkânı
olmadığı gibi, onların hakkında vahy gelmeseydi onları bilmezdi de.. Bunun
birçok misali Kur'an'da olduğu için tafsilâtına girişmiyoruz.

 


 

Müstakbelin gaybına örnek olarak Kur'an'da Rum
hadisesini gös­terebiliriz. Kur'an «Bir kaç sene zarfında Rumlar Farslara galib
gele­cektir» (Rum: 3) buyuruyor. İşte âyet: «Elif, Lâm, Mim. Rumlar mağ-lûb
oldu. Arap ülkesine en yakın yerde. Halbuki onlar bu yenilgilerin­den sonra
muhakkak galib geleceklerdir. Birkaç yıl içinde. Eninde ve sonunda emir
Allah'ındır. O gün müminler ferahlanacaktır.» (Er Rum: 1-5).

Bunun açıklaması şudur: Hristiyan olan Roma devleti
putperest olan Fars devletinin önünde hezimete uğradı. Sene (614) Miladi.
Müs­lümanlar dindar bir devletin putperest bir devletin karşısında mağlûb
olmasından müteessir oldular. Müşrikler de ferahlandılar ve müslü-manlarla alay
ederek:

«Ey müslümanlar! Rumlar da sizin gibi bir kitab
sahibi oldukla­rını iddia ediyorlar. Ateşe tapan mecûsîlerin karşısında mağlûb
oldu­lar. Siz de bizim karşımızda mağlûb olacaksınız!» diye alay ettiler! O
zaman bu âyetler geldi ve müslümanlara müjde getirdi. Rumlar hezi­metlerinden
sonra üç veya dokuz sene zarfında Farslara galip gele­cekler. Bu müjde Kur'an'la
geldiği zaman, Rumların Farslara galib gelmesi zan bile edilmezdi. Aksine
mukaddimeler ve sebebler de buna mani gözüküyorlardı. Çünkü üzücü harbler ve
savaşlar Rumları peri­şan bir hale getirmişti. Farslar Rumların ta iç
memleketlerine girip orada savaştılar. Çünkü Kur'an «Arap Yarımadasına en yakın
olan bir yerde savaştılar» diyor. Fars devleti o zaman kuvvetli bir devletti. En
son zafer naralan ata ata savaş meydanından ayrılmıştı. Yani adet bakımından
normalde Rumların Farslara galib gelmesi muhal görünü­yordu. Bunun üzerine
müşriklerden bazıları Hz. Ebubekir'le bu habe­rin olup olmaması hususunda bahse
girdi, Allah vaadini yerine getir­di. Kur'an'ın bu peygamberlik haberi (622) de,
Hicret-i Muhammedin ikinci senesinde tahakkuk etti ve Hz. Ebubekir bahsi
kazandı.

Müstakbel gaybına ikinci bir misal daha:

Kur'an haber veriyor ki Allah, peygamberini
koruyucudur, onu halkın şerrinden hıfzedicidir. Hiç kimse onu öldürmek suretiyle
bir yara ona dokunduramaz. Onun şerefli hayatı hususunda hiç kimsenin suikastına
maruz kalmayacaktır. İşte âyet:

aAUah seni insanlardan masun kılacaktır» (El-Maide:
67).

Kur*an*ın bu haberi olduğu gibi çıktı. İslâm
düşmanlarından hiç kimse Resulü Ekrem'in öldürülmesine teşebbüsünde muvaffak
olama­dı. Halbuki adetleri çok ve istidadlan da boldu. Ama buna rağmen on­lar
Resulü Ekrem'in başına gelecek musibetleri bekliyor, fırsat kollu­yorlardı.
Fakat Resulü Ekrem asker bakımından, istidad bakımından onlardan daha zayıf
olmasına rağmen Allah onu korudu. Böyle bir fe­lâkete maruz
bırakmadı.

 
Başka bir
misal:

Müslümanların istikbaliyle ilgilenip «onlar açık
bir şekilde mu­vaffak olacaktım diyen âyetlerdir. Kur'an daha müslümanlar
Mekke'­de bulunuyorken, az ve zaif iken îslâmın belirgin hale geleceğini ve
kıyamete kadar yeryüzünde kalacağını haber verdi. İslâmın kitabı olan Kur'an da
korunacaktır ve diğer kitablar arasında sadece ona bu korunma imtiyazı
verilmiştir haberi de tahakkuk etti..

«uBiz zikri, yani Kur'an'ı indirdik ve kesinlikle
biz onun koruyu­cularıyız» (El-Hıcır: 9).

Diğer bir misal; Kur'an, parlak bir istikbal
müslümanlan bekle­mektedir, diyordu. Bu haberi Kur'an verdiği zaman müslümanlar
za-ifti ve madde bakımından böyle bir raddeye çıkacaklarına imkân ve ihtimal
verilmiyordu. Evet, Mekke döneminde inen «Es Saffat» sûresinde «Şüphesiz ki
bizim askerimiz galiblerin ta kendisidir.» (Es-Saffat; 173) buyrulmuştur. Yine
Mekkî olan «Gafir» sûresinde «Şüphesiz ki biz peygamberlerimize ve iman edenlere
Dünya hayatında yardım ede­ceğiz. Şahitlerin kıyamettiği günde de yardım
edeceğiz,» (Gâfir: 51).

Medeni olan Nur sûresinde «Sizden iman edip salih
amel işleyen­lere Allah vaadediyor ki, sizden öncekileri halife kıldığı gibi
onları da yeryüzünde halife kılacaktır. Allah tarafından onlar için seçilen
din­leri de istikrar bulacaktır. Korkularından sonra emniyet korku bedeli olarak
onlara verilecektir.» (En-Nur: 55).

 


 

Bunun mânâsı şudur ki Kur'an'da birçok âyetler
vardır. Emirle­rin mühimlerini kapsamaktadırlar. Bununla beraber âyetler uzun
bir bekleyişten sonra nazil oldular. Bu olay delâlet eder ki, Kur'an, Hz.
Mu-hammed'in değil Allah'ın kelâmıdır. Eğer Hz. Muhammed'in kelâmı olsaydı niçin
Hz. Muhammed bu konuşmayı yapmayıp da bekleyip du­rurdu? Kur'an'ın Hz.
Muhammed'in kelâmı olmadığına dair birkaç misal verelim:

 
Birincisi
Kıblenin değiştirilmesi:

Kıblenin kudsi şeriften Mekke şehrindeki Kabe'ye
çevrilmesi de­lâlet eder ki, Hz. Muhammed kıblenin Kabe'ye çevrilmesi için
sıkışıp duruyordu. Ve bunun için de yüzünü göklere kaldırıp adeta yalvarı-yordu.
Bir veya bir buçuk sene bu yalvarış devam etti. İbadetlerinde Kudusi Şerife
yönelip ibadet etti. Eğer Kur'an onun telifi olsaydı ni­çin bu yalvarışlar
oluyordu? Niçin bu bekleyiş? Eğer desen «o zaman kavmi karşı çıkardı». Deriz ki,
Kabe onların arasında «Medari iftihar» vesilesiydi. Aba ve ecdadlarının da
«Medari iftihar» larıydı. Kabe'ye yönelmeyi hiç te Resûlüllaha fazla görmezlerdi
ve üstelik sevinirlerdi.

İkincisi
Ifk hadisesidir:
İfk hadisesi (Hz. Aişe'ye yapılan
iftira ha­disesi) en şe'ni bir hadisedir. Kur'an bu hadise hakkında ancak kırk
gün geçtikten sonra nazil oldu. Eğer Hz. Muhammed'in kelâmı olsaydi derhal
söyler ve meseleyi kapatırdı. Müfterilere tatbik edilmesi ge­reken cezaları bir
gün dahi beklemeden tatbik ederdi.

 
Üçüncü
misal:

Müşrikler Resûlüllah'tan «ashab-ı kehfi» (Mağaraya
sığınanları) sordular, «Zülkarneynai sordular. «Ruhau sordular. Soru soranlara
dedi ki:

«Yarın bana gelin size haber vereyim!»

Ve bunu söylerken «inşaattan» tâbirini de unuttu.
Böylece vahyi yarın gelmedi ve yarından sonra da uzun bir zaman kesildi. Bu
durum Resûlüllaha ağır geldi. Kureyşler de Resûlüllahı yalanladılar ve dedi­ler
ki:

«Mı iham m edin Rabbi onu bıraktı, ondan buğzetti.»
Bunun üzerine, Cenabı Hak, Duna sûresini indirdi.

«And olsun kuşluk vaktine. Karanlık çöküp de sükûn
bulduğu za­man geceye. Ki Rab bin seni terketmedi, ey Resulüm, darılmadi da.»
(Ed-Duha: 7).

 
Dördüncü
misal:

«Eğer nefsinizdeki nesneleri açığa vurursanız veya
gizlerseniz mut­laka onunla Allah sizi hesaba çekecektir.» (El-Bakara: 284)
âyeti-na­zil olduğunda ashabın yüreği korkudan parçalandı. Dehşetli bir şe­kilde
korktular. Çünkü âyetten şunu anladılar: «Allah onların kalbin­den geçen ne
varsa ona karşılık kendilerini hesaba çekecektir. Velev ki kalblerinden geçen
kötü şeyler olsun.» Sonra gelip sordular:

«Şu âyet bizim üzerimize indi ve onu yerine
getirmeğe gücümüz yetmez.»

Bunun üzerine Resûlüllah onlara:

«— îki kitabın ehli sizden önce, biz dinledik isyan
ettik, dedikleri gibi demek nü istiyorsunuz? Siz deyiniz: Biz dinledik, itaat
ettik. Ey Rabbimiz affını dileriz. Dönüş te sanadır. Senin yanındadır.»
(El-Ba­kara: 286).

Resûlüllahtan bu öğüdü alan sahabi durmadan bu
âyeti tekrarlar, Allah'a yalvarırlardı. Tâ ki, «El Bakara» sûresinin son
âyetleri geldi:

«Allah herhangi bîr nefse ancak gücü yettiğini
teklif kılar.» (El-Bakara: 286).

O zaman kalbleri sükûnet buldu. Nefisleri mutmain
oldu. Anladı­lar ki seçeneklerinin kapsamında olmayan hatarat ve gelip geçici
fi­kirlerden dolayı azab görmeyeceklerdir. Kalbden geçen fikirler, kötü
hataratlar, velev ki kâfirlik dahi olsa, mükellefiyet onlarla ilgilenmez. Çünkü
onlar kulun kudreti dahilinde değildir. Kur'an'ı Kerîm'de «Al­lah ancak bir
nefse takati nisbetinde teklifte bulunur.» (El-Bakara: 286) denilmektedir.
Görüldüğü gibi, Cenabı Peygamber o suallerin ce­vabını hemen vermemiştir. Çünkü
daha vahiy gelmemişti. Eğer bu vahy yalancıların iddia ettikleri gibi onun
nefsinden doğmuş olsaydı ashabına derhal haber verirdi, onları kalblerini
parçalayan o korku içerisinde bırakmazdı. Eğer bu kelâm onun malı olsaydı,
acelece asha­bına açıklama yapardı. Aksi takdirde ilmi ketmetmiş olurdu. Halbuki
kendisi «İlmi ketmedene lanet vardır. Siz nereye gidiyorsunuz?» bu­yurmuştur.
Sonra bir misal daha zikredelim:

Münafıkların başı Abdullah ibn Ubeyy öldüğü zaman
Resulü Ek­rem kalkıp ona kendi elbisesini kefen yaptı. Ona af talebinde
bulun­mayı kastetti. Hz. Ömer Resûlüllah'a:

«Onun için sen nasıl af talebedersin ve onun
namazını nasıl kı­larsın? Senin Rabbin böyle yapmaktan seni menetmiştir.»
diyince Re­sulü Ekrem:

«Rabbim beni muhayyer kılmıştır. İster onlara af
talebinde bu­lun, ister bulunma, eğer onlar için yetmiş defa af talebinde
bulunur­san kesinlikle Allah onlann günahım affetmez, demiştir.

Ben de yetmişten fazlasını taleb edeceğim» dedi,
sonra namazını kıldı. Cenabı Hak da şu âyeti nazil etti:

«Sakın onlardan herhangi bir kimse ölürse ebediyyen
onun üzeri­ne namaz kılma. Onun kabrinin üzerine gitme.» (Tevbe: 84).

Ondan sonra Cenabı Peygamber münafıkların namazını
kılmayı terketti.

«Kur'an Resûlüllahın değildir» deyip de Resûlüllahı
bu nisbetten tecerrüd eden âyetler:

Kur'an'da okuyor ve birçok âyeti görüyorsun ki,
Resûlüllahı Kur1-an'dan bir harfi veya bir kelimeyi bilmemekle tavsif
etmektedir. Ve Kur'an'm nazil olmasından evvel «kitab ve imanın ne olduğunu
bil­miyordu» der. Allah Hz. Peygambere kitab ve hikmeti verdi. Fakat Re-sûlüllah
normal olarak onları alacak durumda olmadığı gibi hazırlıklı da bulunmuyordu.
Lâkin peygamberlik sıfatı onu hazırlattı diye Kur'-an Hz. Muhammed'e minnet
etmektedir. İstersen şu âyeti beraberce gözden geçirelim:

«Ey Habibim! Allah senin üzerine kitab ve hikmeti
indirdi. Senin bilmediğini sana öğretti. Senin üzerinde Allah'ın fazl-u kerimi
büyük­tür.» (Nisa, 150).

Şura sûresinin sonunda: «Böylece emrimizden sana
bir ruhu vah-yettik. Sen kitabın ve imanın ne olduğunu bilmezdin.» (Eş-Şura:
52).

«El-Kasas» sûresinde de şu âyeti
okuyoruz:

«Sen kitabın sana verilmesini ümid dahi etmiyordun.
Ancak bu Rabbinden bir rahmettir.» (El-Kasas: 86).

Resulü Ekrem bu feyzin kesilmesinden korktuğu için
vahy biraz geciktiğinde mahzun olurdu. Tekraren vahyin gelmesini iştiyakla
bek­leyişe giriyordu. Bu devrelerde vadiler ve dağlara gidip adeta vahyi
arıyordu. Hatta bir ara vahyi ararken büyük bir kayalıktan düşmeye yaklaştı.
Bütün bunlardan daha fazla, Resulü Ekrem, vahy esnasında elinden birşeyin
çıkmasından korkuyor. Bu korkudan sonra Cenabı Hak ona teminat verdi, sükûnete
kavuşturdu. Ondan sonra korkuyu bıraktı. Hepsinden daha fazla Allah'ın kendisine
vahyettiği ve kendisi tarafından tefsir edilen Kur'an'ı geri alıp götürmekten
korkuyordu.. Cenabı Hak bir âyetinde: «Yemin olsun ki, eğer dilesek sana
vahyetti-ğimiz Kur'an'ı kalblerden ve yazılı satırlardan gideririz. Onda onu
kalblerde ve satırlarda geri çevirecek güce karşı kendine bir vekil bu­lamazsın.
Fakat Kur'an'ı kalbinde ezberlemen ancak Rabbinin bir ih­sanıdır. Gerçekten onun
senin üzerindeki ihsanı çok büyüktür.» (El îsra: 86-87).

Acaba bu belirttiğimiz âyetlerden sonra zerre kadar
İnsaf taşıyan bir kimse çıkıp ta «Kur'an Hz. Muhammed'in kelâmıdır» diyebilir
mi? Acaba doğru olur mu ki, bir kimse çıkıp zekâsıyla övülmelerin övül­mesi,
mucizelerin mucizesi olan bir kelâmı inşa etsin? Böyle bir dü­şünce doğru olur
mu?

 


 

Kur'an etki yapmak ve bu hususta muvaffak olmak
meselesinde öyle bir noktaya varmıştır ki, gerek daha Önce indirilen ilâhî
kitaplar olsun, gerekse insanların kelâmı olsun, onlarda adet olarak bilinen her
noktayı geçmiştir. Bunun açıklaması şudur: Kur'an'm getirdiği genel ıslahat ve
Kur'an'm yaptığı dünya çapındaki inkılâb ne daha önce olmuş, ve ne de bundan
sonra olacaktır. Tarih hiçbir zaman böyle bir olayı kaydetmemiştir. Bu olayı
ancak kuvvetli bir vicdanın üzerine ka­im olan derin bir imandan gelen esaslar
üzerinde kaim olur. O, Esaslar ki, nefisler üzerinde kahir saltanatlarını
kurmuşlardır. İnsanların üze­rinde nafiz hükümleri caridir. Bu kuvvet sayesinde
onlar, daha önce tevarüs ettikleri inançlarını, ünsiyet verdikleri ibadetlerini,
üzerinde büyüdükleri ahlâklarını ve kanlarına karışan adetlerini
terketmişler-dir. Bu manevî saltanat onları bu yeni dine sarılmaya, miras
yoluyla almış olduğu eskilerin hepsini yıkmaya, ve hatta melufleri olan o
ko­nularla harbetmeye iteleyen bir saltanattır.

Evet kılıca ve diğer silâhlara başvurmazdan önce
Kur'an'ı Kerîm tek başına imanı büyük-küçük bütün topluma üflemiştir. Ve genel
bir ruhu onların arasına yaymıştır. Zira Kur'an'ı getiren kişi mekteb ve medrese
görmemiş bir kişiydi. Devlet ve saltanatı yoktu, hükümet ve ordusu mevcut
değildi. Hiç kimseyi korkutarak herhangi bir yöne yo-neltemezdi. O ancak teşvik
ederdi, ikna ederdi. Nitekim Kur'an «Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan
beyan olunmuştur» (El-Bakara: 256) buyuruyor. Kılıç ve cihadın İslâmdaki
meşruiyeti ise herhangi bir akideyi bir nefse yerleştirmek için değildir.
Herhangi bir şahsı zorla­yıp veya herhangi bir şahsı tazyik edip hidayete
getirmek için değildir. Ancak o Kur'an'ı susturmak isteyen, gerçek çağrının
önünde engel teşkil edenleri başeğdirmek içindi. Bu da yeryüzünde fitne olmasın
ve din tamamen Allah'ın olsun hedefinden geliyordu.

Kur'an'ın getirmiş olduğu bu esastır Kur'an'm
gelişmesini sağla­yan. Onun inkılâbının ateşi, ve Hidayetinin nuru bu esastır.
Kâinatı Kur'ân davetiyle diriltmek için yayılmakta olan ruh budur. Kur'an'm.
muciz üslubundan neşet ediyor bu esas... O uslub ki, nefis ve şuurları
titretmiş, kalbler ve akıllan saltanatının altına almıştır. Kur'an'ın öy­le
manevi bir saltanatı vardır ki, indiği günden itibaren düşmanları daima onun
savletinden korkuyor, onun tesir edip de akidelerini dar­madağın edeceğinden
endişe ediyorlardı. Bir memleketi fethetmeye gelen ordulardan daha fazla
Kur'an'dan korkuyorlardı. Çünkü ordular  cisimlerin ve heykellerin ötesine gidemez.
Kur'an'ın saltanatı ise tâ nefislerin derinliklerine, ruhların enginliklerine
kadar uzamyordu. Böyle bir kalkınma, böyle bir gelişmeyi belki tarih
kaydetmemişti. Kur'ân bizzat mucizelerinin yönlerinden bu yöne işaret etsin diye
Al­lah Kitabına emrinden bir ruh adını verdi:

«Böylece biz senin yanına emrimizden bir ruh
vahyettik» (Eş-Şu-ra: 52).

Kur'an'a bu âyette «Ruh» denilmektedir.

Başka bir âyette «Nur» adım verdi kitabına. «Size
Allah'tan açık­layıcı bir kitab ve bir nur geldi.» (El-Maide: 15).

Kur'an'ın müşrik olan düşmanlarına gelince; Kur'an,
kuvvetiyle onları celb ve cezbetmiştir. Bu hususta birkaç misal verip
geçelim.

Birinci misal; bu müşrikler Kur'an'a savaş
açmalarına rağmen gecenin karanlıklarında gelip duvarların üstlerine siniyorlar,
Kur'an okuyan müslümanlan dinliyorlardı. Kur'an okunan evlerin yakınla­rında
gizleniyor, Kur'an'ı dinliyorlardı. Bu durum, Kur'an onların şuurlarına hâkim
olmuş noktasından ileri geliyordu. Fakat inad ve gururlan hakka baş eğmeye bir
türlü kendilerini bırakmıyordu. Bu manzarayı Kur'an'ı Kerîm şöyle ifade
ediyor:

«Hayır, o onlara hak ile geldi. Onların pek çokları
hakkı kerih görmektedirler.» 
(El-Müminun: 70).

İkincisi; küfrün Önderleri, durmadan Resûlüllahı
Kur'an'ı Mescid-i Haram'da, araplann toplandığı panayırlarda okumaktan menetmeye
çalışıyorlardı. Ve bunun yanında müslümanlan da İslâmlıklarını be­lirtmekten
menediyorlardı.    Bu durum, Ebu Bekir
Sıddık'ın    evininönünde
Kur'an ile açıkça namaz kılmasına kadar devam etti. Kur'an'ı namazın içinde
okuyor, kadınlar, çocuklar, onun etrafında halka çevi­riyor. Okunan kelâmın tadı
ve zevki onlan sermest ediyordu.

Üçüncü misal; onlann bu şekildeki zulümlerine,
Resûlüllaha tâbi olanlan ezmelerine rağmen onlar Kur'an'ın tesirinden ürküyorlar
ve Kur'an nefislerine nüfuz edecektir diye sarsılıyorlardı. Bunun üzerine
Kur'an'ı dinlememek hususunda ittifakla karar aldılar. Kur'an okun­duğu yerde
onu kanştırmak için fuzuli konuşmalar yapma karannı aldılar. Kur'an-ı Kerim bu
manzarayı şöyle ifade ediyor:

«Kâfir olanlar dediler ki: Sakın ha! Şu Kur'an'ı
dinlemeyiniz. On­da Iağv yapın (yani okunduğu zaman seslerinizi yükseltiniz).
Umulur ki, böylece onu mağlub edersiniz.» (Füssilet: 26).

Dördüncü nokta; müşriklerin kahramanlan, Kureyşin
senadidi, küfür ve tuğyan bazan onları öyle bir raddeye getiriyordu ki, onlar
âbâ ve ecdadından gelen batıl dinlerini korumak için kılıçlannı kınından çeker,
Kur'an davetine ve Kur*an'ı getirene karşı alenen savaşa hazır olduklarını ilân
ederlerdi. Az bir zaman sonra inayetin parıltılanndan bir parıltıya tutulur,
Kur'an'ın bir sûrede ve bir âyetteki sesine kulak verip hakka başeğer, korkar,
Allah'a, Resulüne ve Allah'ın kitabına iman eder ve tâbi olurdu. Bunun delili
ikinci Halife Hz. Ömer'in Islâ-mıdır. Siyer kitablan kaydediyor ki, hicretten
önce, Resûlüllah daha Mekke'de iken, Medine'den gelip iman eden, Akaba biatında
bulunan kimselerle beraber Musab bin Umeyr ile Abdullah bin Ümmü-Mek-tum'u elçi
olarak Medine'ye gönderdi. Resûlullah'm bu iki elçisi vazi­felerinde son derece
muvaffak olmuşlardır. Medinede' fikri bir inkılâb meydana getirmişlerdi. Öyle
ki, Evs kabilesinin başı olan Muaz oğlu Sad, yeğeni Useyd bin Hüdeyre «Şu iki
kişiye gitmez misin, onlar gel­mişler bizim zaif insanlarımızı yoldan
çıkanyorlar. Git te onlan bun­dan menet». Useyid, Resûltillahın elçilerine bu
maksatla geldi ve on­lara: «Gelip de bizim zaif insanlanmızı saptırmaya sizi
getiren ve zor­layan nedir?» dedikten sonra onlan tehdid etti. Ve: «Eğer sizin
nefis­lerinize bir ihtiyacımz varsa, halktan uzaklasınız» dediler.

Allah Mus'ab'tan razı oldu. Mus'ab t>u tehdide
rağmen müminin vekar ve sebati içinde Üseyd'e şöyle cevab verdi: «Oturup bizi
dinlemez ıisin? Eğer razı olduğun herhangi bir şeyi görürsen kabul edersin,
[osuna gitmezse, senin hoşuna   gitmeyen
şeyi senden uzak tutarız.»

îdi, sonra Mus'ab Kur'an okumaya başladı. Useyd de
Kur'an'ı dinli-ordu. Useyd o meclisten müslüman olmadıkça kalkmadı. Sonra am­ası
Sad'e döndü ve ona:

«Yemin ederim Allah'a, o iki kişiden herhangi bir
zarar görme-im.» deyince amcası Muaz'm oğlu Sad öfkelendi, bizzat onları tehdit
tmek üzere yola çıktı. Mus'ab, Sad'm yeğeni Useyd'i ne ile karşılamış e, Sad'ı
da o şekilde karşıladı. Ve mesele Sad'm da müslüman olma­yla sonuçlandı. Sad
dönüp kabilesini topladı. Onlara «Sizin içinizde »enim mevkiim nedir? Beni nasıl
biliyorsunuz?» diye sordu. Dediler

— Sen bizim efendimiz ve efendimizin
oğlusun!

Sad:

«O halde sizin erkek ve kadınlarınızın konuşması,
siz müslüman lmadıkça bana haram olsun.» dedi. Efendileri Sad'm bu içten gelen
arzusu karşısında bütün Evs kabilesi birden İslama girdiler. Mutlu
ol­sun.

Hülasa ve netice olarak deriz ki: hangi yönden
Kur'an'a bakarsanız bakınız. Orada pırıl pırıl parlayan nurlardan meydana gelmiş
berrak deliller görürsün ki onlar «Kur'an, Allah'ın kelâmıdır» diye nida
edi­yorlar! Kur'an'da yalandan bir tesir, «şehadet zumdan bir ayıp, ceha­letten
bir kirlilik göremezsiniz. Gözlerini bu nurlardan kapatıp gör-memezlikten gelen
nefislerine başeğip Hz. Muhammed'i yalancılıkla (hâşa) itham edenlere hayret
ediyorum. Kur'an Hz. Muhammed'in telifidir. Rabbinin telifi değildir diyenlere
şaşmamak elde değildir. Yalancı bir insanın gizliliklerini zaman ortaya
çıkarıyor ve rezil edi­yor. «Ey ateşle oynayanlar! Ey akü ve mantık kanunlarım
hiçe sayan­lar! Nefis ve sosyal ilimlerin mahsullerine pek kulak asmayanlar,
kâi­natın kanun ve sistemlerinden gafil olanlar. Tarihin konularına ku­laklarını
tıkayanlar. Allah'ın dinine, kitabına ve peygamberine saldı­rıp alay edenler!
Size bir tek kelime söyleriz. Dinleyiniz: «Yalancının nefsine azamet sebeblerini
celbetmek için yalan uydurduğu malûm ve makuldür. Fakat sadık ve emin bilinen
bir insan, nefsinden büyüklüğün en büyüğü, saadetin en belirgini olan Kur'an'ı
nasıl uzaklaştırır? Acaba Kur'an'dan daha büyük bir şey var mıdır ki Hz.
Muhammed'in kelâmı olsun da Hz. Muhammed «bu benim değildin» desin. Ve onu
nefsine nisbet etmekten kaçınsın. Sadık ve emin (haşa) nasıl yalan uydurabilir?
Oysa Mevlâsı bu hususta şu tehdidi savuruyor:

«Eğer o peygamber bazı sözler uydurup bize isnad
etmeye kalkış-saydı elbette biz onu kuvvetle yakalar ve ondan intikam alırdık.
Son­ra da onun muhakkak kalb damannı keserdik. O vakit sizden hiç bi­riniz ona
siper de olamazdınız. Gerçekten o Kur'an takva sahihleri için bir öğüttür.
Doğrusu biz de biliyoruz ki, sizde inanmayanlar var. Mu­hakkak ki o Kur'an
kâfirler için bir pişmanlıktır.» (El Hakka: 44-50).

Batı dünyasının bilginleri son devirlerde Kur'an ve
Resûlüllah'm hayatını tetkik ettikten sonra şunu itiraf ettiler:

«Şüphesiz ki, Muhammed (S.A.V.) fıtratı sağlam,
aklı kâmil, ah­lâkı kerim, hadîsi doğru, nefsi afif bir insandır. Az rızka
kanaat geti­rir, malda tamaı yok. Saltanata meyli bulunmayan, kavminin hutbe­ler
irad etmek ve şiirler söylemekle iftihar ettikleri gibi böyle bir iftihar niyeti
olmayan, kavminin şirkinden buğzeden, putperestlik hu­rafelerini şiddetle
reddeden bir zattır. Kavminin içki, kumar, halkın malını batıl yolda yemek gibi
şehvetlerinden nefret eden bir zat idi. Bütün bunlarla ve onun siyretinde sabit
olanlarla peygamberlikten sonraki yakiniyle kesin kanaat sahibi olunuyor ki; o
kırk yaşma gel­dikten sonra güttüğü peygamberlik davasında sadıkdır. «Vahy
meleği­ni görüyorum, o bana bu Kur'an'ı okutuyor, ben Allah'ın Resulüyüm.
Kavmimin ve de diğer insanların hidayeti için gelmişim» sözlerinde
doğrudur.»

Bu araştırmacıların bazıları da şu hakikati ilân
etmekten kendisi­ni tutamamıştır:

«Eğer Kur'an'dan bîr nüsha bir sahraya atılmış
olsa, hiç kimse onun ismini ve kaynağım bana söylemese, sadece onu tetkik etmek
suretiyle Allah'ın kelâmı olduğuna kanaat getirebilirim! Zira Kur'-an'ın
başkasının kelâmı olması mümkün değildir.»

Son olarak müfessirlerin tabakatım tekrar zikredip
mukaddimeye son vereceğiz:

 


 

Sahabe arasında tefsir âlimi olarak şöhret bulmuş
on kişi vardır: Dört halife, Abdullah bin Mesud, İbni Abbas, Ubey bin Kâb, Zeyd
bin Sabit, Ebu Mus'el Eşari ve Abdullah.bin Zübeyr'dir. Hulefai erbaadan en
fazla tefsir Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Diğer üç halifeden az ri­vayet
vardır. Hicretin 32. senesinde vefat eden Abdullah bin Mesud'-dan, Hz. Ali'nin
tefsirinden daha fazla tefsir rivayet edilmiştir. Abdullah biri Abbas ise
(hicretin 68. senesinde Taifte vefat etti.) Kur'an'm ter­cümanıdır. Bu ümmetin
en büyük âlimi ve müfessirlerinin de üstadı­dır. Tefsir hususunda sayılamayacak
kadar fazla tefsir ondan nakle­dilmiştir. Çünkü peygamber «Ya Rab! Onu dinde
fakıh kıl ve ona tevili öğret» diye dua etmiştir. Daha önce de belirttiğimiz
gibi Abdul­lah İbn Abbas'ın tefsirinden en makbulü, Ali bin Ebi Talha el Haşimi,
(Hicretin 143. senesinde vefat etmiştir) rivayetidir. Buharı de bu zatın
tefsirine itimad etmiştir. Kays bin Müslim el Kufi (Hicretin 120. se­nesinde
vefat etmiştir) da Ata bin Said'den ve Abdullah bin Abbas'tan tefsir rivayet
etmiştir. Siyret sahibi îbni İshak da, İbni Abbas'tan tef­sir rivayet etmiştir.
Ebu Nasr Muhammed bin Sahib el Kelbi (146. da vefat etmiştir) de rivayet
etmiştir. Onun rivayeti en zayıf rivayettir. Hele onunla beraber Muhammed bin
Es-Süddi, (Hicretin 186. senesin­de vefat etmiştir) olursa o vakit hiç
güvenilmez.

Hicretin 20. senesinde vefat eden Ubey bin Kâb'tan
Ebu Cafer er Razi, Rebi bin Enes'ten, o da Ebu Âliye'den büyük bir tefsir bölümü
ri­vayet etti. Ubey bin Kab sahabelerin Kur'an'ı en fazla ve en güzel
okuyanıydı. Hicretin 45. senesinde vefat eden Zeyd bin Sabit el-Ensari de vahy
kâtiblerinden bir zattı. Hz. Ebu Bekir (R.A.) devrinde Kur'­an'ı cemettiği
sahifelerden, sonra Hz. Osman devrinde kurulan Kur'-an komisyonunda başkan
olarak vazife gördü.

Hicretin 44. senesinde vefat eden Abdullah bin Kays
el Eş'ari, (ki künyesi Ebu Mus'el el Eşari'dir) nin de tefsiri
vardır.

Tabiin devrinde tefsiri en iyi Mekke âlimleri
biliyordu. Onların ba­şında Abdullah bin Mes'ud ve İbni Abbas
geliyordu.

Hicretin 133. senesinde vefat eden    Mucahid bin Cebr Kur'an'ı otuz defa
Abdullah îbni Abbas'ın yanında tekrar etti!., İmam Şafii ve Buharî bu zatın
tefsirine güvenmişlerdir.

Hicretin 94. senesinde vefat eden Said bin Cübeyr,
hicretin 105. senesinde Mekke'de vefat eden İbni Abbas'ın azadlısı îkrime,
hicretin 106. senesinde Mekke'de vefat eden Tavus bin Kisani el-Yemenî,
hic­retin 114. senesinde vefat eden Ata bin Ebi Ribah el Mekkî, İbni Ab­bas'ın
talebelerinden ve Mekke'nin tefsir âlimlerindendirler. Sufyani Servi «Tefsiri
dört kişiden: Said bin Cübeyr, Mücahid, İkrime ve Dah-hak'tan alınız» buyurdu.
Kattade «Bilki tabiinin en fazla tefsir bileni dört kişidir: Ata bin ebi Ribah,
menasık hususunda en ileridedir. Said bin Cübeyr, tefsir hususunda en
ileridedir. İkrime, siyeri herkesten daha iyi biliyor. Hasan Basri, helâl ve
haramı herkesten daha iyi bili­yor.» dedi.

Küfe âlimleri İbni Mes'ud'un talebeleriydi. En
meşhurları hicre­tin 102. senesinde vefat eden Alkame bin Kayş, hicretin. 75.
senesinde vefat eden Esved bin Zeyd, hicretin 95. senesinde vefat eden İbrahim
en Nehai, hicretin 105. senesinde vefat eden Eş'şabi'dir.

Medine âlimleri hicretin 136. senesinde vefat eden
Zeyd bin Eşlem El Adevi'nin talebeleridir. Onun bir tefsiri vardır. Tefsirlerin
en meş­hurlarından ve kökenlerinden sayılır. Talebeleri; hicretin 182.
sene­sinde vefat eden oğlu Abdurrahman bin Zeyd, hicretin 179. senesin­de vefat
eden İmam Malik bin Enes, hicretin 121. senesinde vefat eden Hasan el-Basri,
hicretin 135. senesinde vefat eden Ata bin Ebu Mus-limi Horasani, hicretin 117.
senesinde vefat eden Muhammed bin Kâ-bul-Kürezi, hicretin 90. senesinde vefat
eden Ebu Aliye Refi' bin Mih-ran b. Riyahe, hicretin 105. senesinde vefat eden
Dahhak bin Meza-him, Hicretin 111. senesinde vefat eden Atiyye bin Said el-Avfî,
hicre­tin 117. senesinde vefat eden Kattade bin Hahame es-Senusî, hicretin 139.
senesinde vefat eden Rebi bin Malik, hicretin 127. senesinde ve­fat eden İsmail
bin Abdurrahman Es-Suddi el K&bir'dir.

Üçüncü bir tabaka var ki ashab ve tabiîn sözlerini
derlemişler­dir. Hicretin 198. senesinde vefat eden Süfyan bin Uyeyne, hicretin
197. senesinde vefat eden Übeyd bin el-Cerrahi el Kufi, hicretin 160. senesinde
vefat eden Şube bin Haccac, hicretin hangi senesinde vefat ettiği belli olmayan
Yezid bin Harun es-Sülemi, hicretin 213. senesin­de vefat eden Abdurrezzak,
hicretin 121. senesinde vefat eden Adem bin Ebi İyas, hicretin 238. senesinde
vefat eden îshak bin Rahveh, imam ve hafız olduğu gibi Nişaburludur. Hicretin
205. senesinde ve­fat eden Rayli' bin Ubade, hicretin hangi senesinde vefat
ettiği belli olmayan Abdullah bin Humeyr bin Cehevi, ve hicretin 235. senesinde
vefat eden imam, hafız ve Kûfe'li Ebu Bekir bin Ebi Şeybe'dirler.

 


 

Bu tabaka şunlardır: Hicretin 343. senesinde vefat
eden Ali bin Ebi Talha, hicretin 327. senesinde vefat eden îbni Ebi Hatem Abdur^
rahman bin Muhammed er Razi, hicretin 273. senesinde vefat eden İbni Maceh,
(Hadis hafızıdır) Ebu Abdullah Muhammed el Kazvinî, hicretin 410. senesinde
vefat eden Ibnu Merdüyeh Ebu Bekir Ahmed bin Musa el İsfehani, hicretin 354.
senesinde vefat eden Ebu Şeyh bin Hibban el Busti, Hicretin 236. senesinde vefat
eden İbrahim bin El Munzir hicretin 310. da vefat eden Ebu Cafer Muhammed bin
Cerir et Taberi, bu zat, asrının en meşhur tefsircilerinden bir zattı. Suyuti,
It-kanmda «onun kitabı, tefsir kitablannın en yücesi ve en büyüğüdür. Çünkü o
evvelâ hadislerin vecihlendirilmesine çalışıyor, sonra bazısı­nı diğerine tercih
eder, sonra i'raba çalışır. Sonra ahkâmı âyetlerden istinbat etmeye çalışıyor.
Onun tefsiri bir bakımdan geçmişlerin tef­sirlerinin hepsinden daha üstündür.
İmamı En-Navevî, Tehzib sahibi İbnu Ceririn kitabı tefsirde benzeri yazılmamış
bir kitabtır, der. Ebu İshak el Isferayini «Eğer bir kişi îbni Cerir'in
tefsirini elde etmek için Çin'e dahi giderse çok sayılmaz» der. İbni Cerir
arkadaşlarına şunu söylüyordu: «Sizin tefsir ilmine karşı şu anda neşeniz var
mıdır?»

Onlar:

«Miktarı ne kadar olacak?» diye sorarlardı. Onlara
cevap olarak:

«Otuz bin yaprak olacaktır.»

Dediler ki:

— Bu çalışma hayatı, tamamlanmazdan önce ifna eden
bir çalış­ma olur.

Bunun üzerine İbni Cerir üçbin yaprak kadar
tefsirini kısalttı. Subki «Tabakat-i Mufessirin»de böyle söylüyor.

 


 

Bu bahsi geçen zatlardan sonra bir gurup insanlar
çıktı. Tefsirle­ri faidelerle dolu, senedleri hafzedilmiş, kitablar telif
etmişlerdir,

1) Hicretin 310. senesinde vefat eden Ebu İshak
Ez-Zeccac, İbra­him bin Servi en Nahvi onlardan birisidir. Tefsirine
«Meanul-Kur'an» ismini vermiştir.

2) Hicretin 377. senesinde vefat eden Ebu Ali el
Farisi'dir ki, bu zat lügat ve belagatta delil idi, onun çeşitli fenler hakkında
birçok te­lifi vardır.

3) Hicretin 351. senesinde vefat eden Ebu-Bekr
Muhammed bin Hasan (ki Nakkaş diye biliniyor) el-Mısrî'dir.

4) Ebu Caferi Nuhas «Nahiv» âlimlerindendir.
Mısır'hdır. Hicre­tin 338. de vefat etmiştir.

5) Hicretin 437. senesinde vefat eden Mekki bin
Ebil Kays en Ne-havi denilen zattır.

6) Hicretin 430. da vefat eden Ebul Abbas Ahmed
bin Ahbarul-Mehdevi'dir.

İşte bu dönemde sözler isnadlan hazfedilerek
nakledildiği için sıhhatli sözler hasta sözlere karıştı. Herkes gördüğü bir sözü
tefsirine yazmaya, kalbine ne gelirse ona güvenmeye başladı. Selefi salihten
ri­vayet edilene pek bakan olmadı. Sır sahasında uyulacak âlimlerin kim­ler
olması gerektiğine de iltifat edilmedi. Karmakarışık bir vaziyet meydana
geldi.

 


 

1-
Ebu Cafer Muhammed bin Cerir Et Taberi, vefatı 310.
Doğu­mu belli değildir.

2-
Zemahşeri'nin Keşşafi'dir. (Doğumu: 467, Vefatı:
538).

3-
«Envarul Tenzil», Nasiruddin Abdullah bin Ömer el
Beyzavi-nindir. (Vefatı 692).

4-
Ebul Kasım Hüseyin bin Muhammed er Ragıb el îsfehani,
Vefatı 500'cİ yılın başında).

5-
«Mefatih ul Gayb», Fahreddini Razî'dir, (Vefatı
610).

6-
Hicretin 516. nda vefat eden Hüseyin bin Mes'ud el-Bagavi'-n
tefsiridir.

7-
Hicretin 774. de vefat eden Hafız îmaduddin Ebul Fida
ts-ail bin Kesir'in tefsiridir.

8-
Hatibi Şerbinin «Es Sirac el Münir» adlı tefsiri.
(Vefatı: 977).

9-
Ahisinin «Ruh ul Beyan»ı. (Doğum: 1217, Vefat:
1270).

10-
Buhari şerhi AYNÎ.

11-
Celaleyn Tefsiri,

12 -
«Irşadul-Aklıs-Selim  
ilâ   Mezayel -
Kur'an'il-Kerîm»    adlı bussuud
Efendinin tefsiri. (Vefat: 982).

13-
Müslimin en-Nevavi tarafından yazılmış şerhi,

14-
Merağinin Tefsiri,

15-
Sıddık - Hasan Han el-Buharî el-Kanucî (1248 )
Fet-ul-Beyan adlı tefsiri,

16-
Îsmail-Hakkî el-Bursevî Ruhul-Beyan adlı tefsiri,

17-
Allame Tantavî Cevherinin el-Cevahir adlı
tefsiri,

18-
Yirminci asrın şehidi Seyyid Kutbun «Fizilâlil-Kur'an'ı,

19-
İbnu-Kayyım el-Cevzînin «et-Tefsirul-Kayyım adlı
tefsiri,

20-
Büyük âlim Elmalılı Hamdi Yazır hocamızın «Hak dini
Kur'-dili adlı Türkçe tefsiri,

21-
Büyük Mudekkik Hasan Basri Çantay'ın   «Kur'an-ı Hakim b Meali Kerîm» adlı
tefsiri,

22-
Büyük edip   Ömer
Riza DoğruTun    «Tann Buyruğu» adlı
efsiri,

23-
Allame Cemaleddin el-Kasımî'nin   «Meha sinüt-Tevil» adlı efsiri,

24 -
Es-Seyyid Muhammed Reşid Rıza'mn «Tefsirül-Menarı»
ad-tefsiri,

25-
İmam Celalüddin Abdurrahman es-Suyutî'nin    «Ed-Durrül-lensûr Fit-Tefsiri Bil-Me'sûr»
adlı tefsiri,

26-
«Tenvirul-Mikyas»   adlı ve
İbnu-Abbas'dan   rivayet edilen
efsir,

27-
İmam-ı Suyuti'nin «el-îtkan Fiûlumil-Kur'ân» adU kitabı,

28-
Muhammed Ali es-Sabunî'nin «Tefsiru-Ayatil-Ahkâm»  adlı tefsiri,

29-
İmam Ebu-Bekr Ahmed  
er-Razî el-Cessas    (Vefat 370)
in «Ahkamul-Kur'an» adlı tefsiri,

30-
Ebu - Hayyamn «el-Bahrul-Mühit» adlı tefsiri.    (Doğumu: 654, vefatı: 745).

31-
Ebu-Abdullah Muhammed bin Ahmed el-Kürtubî'nin
«el-Ca-mi'U-Ahkâmil-Kur'ân» adlı tefsiri. (Vefatı: 671).

32- Muhammed bin Ali eş-Şevkanî (1173-1250)  «Fethül-Kadir» adlı tefsiri,

33- ibnul-Cevzî'nin    «Zadul-Mesir Fi İlmit-Tefsir»   adlı tefsiri. (Doğumu: 510, vefatı:
597).

34- Ez-Zerkeşî'nin «El-Burhan Fi-Ulumil-Kur'an»
adlı tefsiri,

35- Konyalı M. Vehbî efendinin «Hulasetul-Beyan»
adlı tefsiri,

36- İmam-ı Safi'nin «Ahkamül-Kur'an» adlı
tefsiri,

37- M. Abdül-Azim Ez-Zarkan'ın «Menahüul-İrfan»
adlı kitabı.

Bu kaynaklar yanında hadis kitablarının tefsir
bölümlerine de müracaat ettik.

Zaman zaman lûğat kitablarına da baş
vurduk.

Tefsiri bil-Mesur'da Îbni-Ceriri Taberi, Îbnu-Kesir
ve Ed-Durrul-Mensur'un bir çok bölümünü kitabımıza aktardık. Bu bakımdan
tefsi­rimize «Tefsiri-Bir-Rivaye» de denilebilir.

Yaptığımız nakilleri bazen mota mot, bazen de özet
olarak aldık.

Naklettiğimiz görüşlere ille katılıyoruz kanaati
güdülmemelidir. Ba­zı ihtilaflı meselelerde tercihimizi sunanz. Bazen her hangi
bir tercih yapmaksızın büyük muctehidlerin ihtilâflarını olduğu gibi
naklediyo­ruz. Bundan gayemiz; okuyucuyu bu değerli görüşlere muttali
kıl­maktır.

Ahkâm bahislerini mümkün olduğu kadar muctehid
imamların görüşlerini vererek naklettik.

Bazı yerlerde Alusînin «Ruhul-Meani» adlı
tefsirinden «îşâri tef­sir» diye adlandırılan bölümü malûmat için, naklettik.
Fakat peşinen söyliyelim ki orası sahamızın dışında olduğu için menfi veya
müsbet bir tavır almamız mümkün değildir.

Tefsirimiz isminden de anlaşıldığı gibi mevcud
tefsirlerin bir öze­tidir. Kanaatımızca daha lüzumlu gördüğümüz meseleleri ve
görüşleri nakletmiş bulunuyoruz. Değişik kıraatlara pek fazla yer vermedik.
Ba­zı istilahlan arabcada kullanıldığı gibi isti'mal ettik. Tefsir içinde adı
geçen zatların isimlerinin okunuş tarzını isim ve künyeleri konu edi­nen
kitablardan naklettik. Bazı müsteşriklerin adlarının Frenkçesini bulamadığımız,
için zevkimize göre yazdık.

Meal kısmında mevcud meallerden bazı âyetlerde
değişiklik görebilirsin. Muhakkak ki, onu ya Beyzavî veya Celâleyn tefsirine
gö­re tanzim ettiğimizi bil.

Tefsirimizin son cildinde genel bir fihristiyle
beraber içinde adı geçen zatların tercüme halleri verilecektir.

Cenab-ı Mevlâdan dileğimiz bu Kur'an'a olan
hizmetimizi seadeti dareynimize vesile kılmasıdır. Hem beni hem de fakru zaruret
içeri­sinde yetişmem için her fedakârlığa katlanan anne ve babamı affetme­sini
dilerim yüce Mevlâmızdan...

 


 

Kur'anı Kerîm, peygamberlerin en sonuncusu Hz.
Muhammed Mustafa'ya (Aleyhisselâtu vesselam) gelen en son ilâhî kitabdır. Bu
mübarek Kitab, tâ Kıyamete kadar bütün insanlar ve cinlere yol gös­terecek
yegâne ilâhî kaynak olarak hüküm sürecektir. Onu her türlü. saldırıdan
koruyacağını Allah (Celle Celâlühü) söz vermiştir. «Elbette (Kur'anı) biz
indirdik ve elbette onu biz koruyacağız.» (El-Hicir: 9).

Bu mukaddes kitabımız, dinimizin birinci derecede
hüküm kay­nağıdır. Dört delilin birincisi hattâ derin düşünülürse, delillerin
tama­mıdır. Bu ilâhî kaynak, bazen bir âyette değişik olarak bir kaç hükmü
birden gözlerin önüne serdiği için onu bir roman havasıyla okumak
hatalıdır.

Her cümlesini dikkatli ve itinalı okumak,
kelimelerini kılı kırk yararcasına tedkik etmek, tekrar ede, ede görünürde
kapalı görünen kelimelerin hakikatine bir oranda yaklaşmak her rnüslümanın
vazife­sidir.

Beşeriyyetiri saadetinin kaynağı olan Kur'ân Arapça
olarak in­miştir. O, ilâhî kelâmı aktaran kelimeler geniş kapsamlı kelimeler
ol­duğundan ancak onlar Kur'ân'm muhtevasını taşır, başka dillerde kul­lanılan
kelimeler bu ifadeden yoksun olduğundan Kur'ân başka dillere ancak Mealen
nakledilebilir. Hiç bir Meal aslın yüzde - yüzünü ifade edemez ve ibadetlerin
ifâsında aslın yerine geçemez. Mealleri okuyan «işte Kur'ân bu kadarcıktır.»
diyemez.

Meallanna bakarak Kur'an'm azametinde şüpheye
düşenler varsa, kusur kendilerine aiddir. Çünkü Meal, bir bakıma motamot bir
çeşit tercüme sayılır!.. Mümkün olduğu kadar Kur'ân'ın kısaca bir mânası­nı
ifade etmeye çalışır. Dünyadaki denizlere yedi deniz daha eklenip Kur'ân'daki
kelimelerin ifade ettiği mânaları yazmakda kullanılırsa, o mürekkep
yetmiyecektir. Allah kelâmının ifade ettiği mânâlar bitme­den o mürekkep
bitecektir. «De ki: Eğer Rabbimin kelimelerini yaz­mak için bütün denizler
mürekkep olsa, muhakkak ki,. Rabbimin keli-meleri tükenmeden denizler tükenirdi,
bir o kadar daha yardımcı gc-tirşek büe!..u (El-Kehf: 109).

Gerçek budur. Öyle İse hiç bir tercüme, hiç bir
Meal, hiç bir tef­sir kitabı Kur'ân'ın azametini olduğu gibi aktaramaz. Ancak
«Ehli-sünnet vel-cemaat» itikadına uygun yapılmış Meallere, ve «Selefi-sa-linin»
in inancına ters düşmiyen tefsirler Rabbimizin yüce kitabına bi­rer
anahtardırlar. Birazcık olsun onun engin ve derin mânâlarını ak­tarmaya
yardımcıdırlar. İşte bizimde kaleme aldığımız bu eser, bu sa­hada bir nebzecik
hizmete vesile olsun maksadıyle yazılmıştır. Hatta diyebiliriz ki şimdiye kadar
yazılanların bir özetidir. Bal arısının değişik çiçeklerden balı derlemesine
benzer. Yoksa «Zamahşerînlerin, «İbnû-Kesiralerin, «Beyzavblerin kalem
oynattıkları tefsir sahası ne­rede biz acizler nerdeyiz?

Mevcud Meallann hepsi de bir dereceye kadar dinî
hizmetleri ye­rine getirmeye gayret sarfettiklerinde şübhem yoktur. Lâkin çoğu
kopyacılık yoluyle meydana geldiğinden birisinde bulunan hata ve yan­lışlık
aynen diğerine de geçmiştir. Örnek olarak «El-Beyyine» sûresi­nin beşinci
âyetini gösterebiliriz. Bakınız mevcud Meallerin çoğunda bahsi geçen âyetin son
cümlesi şöyle Meallandırılmıştır: uîşte doğru din budur!..» Halbuki, elimizde
bulunan Arapça tefsirlerin hepsinde «tşte bu, dosdoğru milletin dinidir!»
şeklinde âyet mânâlandırılmıştır. Yani «Dinül-Kayyimeti» tabiri
«Dinül-MUletü-Kayyeti» şeklinde de­ğerlendirilmiştir. «El-Kayyımeti» kelimesi
«Muzafün-ileyh» kabul edil­miştir. «Din» kelimesinin sıfatı değildir. Ancak
zoraki bir teville ola­bilir. Zira «Din» kelimesi «Muzekker»dir, «El-Kayyimeti»
müennesdir. «Din» kelimesi nekiredir, «El-Kayyimeti» marifedir. Eğer mevcud
Me­allerin yazdıkları gibi olsaydı aZalika Ed-Dinül-Kayyimü» olması gere­kirdi.
Her ne İse bu bahisleri bizden sonra gelip yazdıklarımızı incele­yecek
nesillerin aziz yazarlarına bırakıp sadede gelelim. Rabbimiz bizi kusurlarımızla
başbaşa bırakmasın. Onları affetmek suretiyle bizi pak­lasın. Bildiklerimizle
amel etmemizi ve bilmediklerimizin de ilmini bi­ze nasibeylesin.
Amin.

ALİ ARSLAN

Hicrî 1404, Miladî 1984 İSTANBUL

7







[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/5-6.


[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/6-7.


[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/7-9.


[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/9-11.


[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/11-12.


[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/12-13.


[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/13-14.


[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/15.


[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/15-17.


[10] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/17-18.


[11] Bk. Menahilul - İrfan
c. 1 - 43 - Darul - İhya - Kahire bilâ tarih.


[12] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/18-21.


[13] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/21-22.


[14] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/22-26.


[15] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/26-28.


[16] Bk. Menahilul-îrfan c.
1 - 59 - Danü - ihya - Kahire bilâ tarih


[17] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/28-31.


[18] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/31-32.


[19] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/32-36.


[20] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/36-38.


[21] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/38.


[22] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/38-40.


[23] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/40-41.


[24] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/41-47.


[25] Bk. El-îtkan c. 1-62
Bulak 1378-Kahire..


[26] Bk. Menahılul - İrfan
c. 1-161 Kahire Darul-îhya bila tarih.

Ali Arslan,
Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/48-52.


[27] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/53-61.


[28] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/61-62.


[29] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/62-64.


[30] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/64.


[31] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/65.


[32] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/65-66.


[33] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/66-67.


[34] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/67.


[35] Bak. Menahüul- İrfan,
c. 1, s. 372-373 (ve devamı). Kahire Darûl-îhya.


[36] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/67-71.


[37] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/71-72.


[38] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/72-73.


[39] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/73-74.


[40] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/74.


[41] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/74-75.


[42] Bak. Menahüul-İrfan, Fi
ulûmu - Kur'an, Cild: 1 — s. 431-32-33-34 Da-rûl-îhya bila
tarih.


[43] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/75-80.


[44] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/80.


[45] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/81-82.


[46] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/82-83.


[47] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/84.


[48] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/84-85.


[49] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/85-88.


[50] Bak. el-Itkan fi ulumil
- Kur'ân c. 2/225, Bulak Tarihsiz.


[51] Bak. el-îtkan fi ulumil
- Kur'ân c. 2/225


[52] Bak. Menahılûl - İrfan
c. 1/486 Darul - îhya - Kahire bilâ tarih


[53] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/88-92.


[54] Bak. el-Itkan
Celâleddin Abdurrahman Es-Suyut c. 2/226 Bulak Tarihsiz

Ali Arslan,
Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/92.


[55] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/93-95.


[56] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/95.


[57] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/95-96.


[58] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/96-98.


[59] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/98.


[60] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/98-99.


[61] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/99.


[62] Batıniye sözü,
genellikle îsmailiyyeler için kullanılır. En meşhur kitablan fel­sefe ve
tasavvuf katışimmdan meydana gelir, inançlarına, göre, imamet, Caferi Sadık oğlu
Ismailedir. Ondan sonra oğlu Muhammededir. İddialarına göre her Batının bir
Zahiri vardır. Dehrî olan Abdullah bin Meyman hicrî ikiyüzün sonla­rında ortaya
çıktı. Gizli bir cemiyet kurdu, şeytanı planlar tatbik etti. Cemiyetin dokuz
derecesi vardır. Terakki eden en son dokuzuncu dereceye çıkar. Masonla­rın 33.
derecesi gibi. Keramite ve ihvanı safa bunlardandır. Bak. «Kenzul - ulum
vel-Luge   M. Fevid vecdi el-vaız mat.
Mısır 1323-1905. îsmailiyye Maddesi.


[63] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/99-101.


[64] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/101-102.


[65] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/102-104.


[66] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/104.


[67] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/104-106.


[68] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/106-107.


[69] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/107-111.


[70] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/111.


[71] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/111-112.


[72] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/112-114.


[73] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/114-116.


[74] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1116-117.


[75] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1116-117.


[76] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1117-120.


[77] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/120.


[78] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/120-121.


[79] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/121-122.


[80] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/122-123.


[81] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/123-124.


[82] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/124.


[83] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/124-125.


[84] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/125-126.


[85] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/126.


[86] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/126-127.


[87] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/127-128.


[88] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/128-129.


[89] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/129-133.


[90] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/133-134.


[91] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/134-136.


[92] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/136-137.


[93] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/137-138.


[94] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/138-141.


[95] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/141-142.


[96] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/142-143.


[97] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/143.


[98] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/143-145.


[99] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/145-149.


[100] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/149-153.


[101] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/154-156.


[102] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/156-157.


[103] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/157.


[104] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/157-160.


[105] Ali Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1
 
  Bugün 17 ziyaretçi (26 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol