tektekayettefsir
  BAKARA SURESİ -1
 
BAKARA SURESİ
 

 

 

101 — Onlara ne zaman Allah katında - nezdierlndeki
(kKabı) tasdik edici (ve doğrulayıcı) • bir peygamber geldiyse kendilerine kitap
verilen (o kimselerden bir güruh sanki onlar (hakikati) bilmiyorlarmış gibi
Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına atmış (ondan yüz
çevirmişidir.

102  —
Şeytanların; Süleyman'ın mülk (ü saltanat ve nübüvveti) aley­hine uydurup takip
ettikleri şeylere (yalanlara) uydular. Halbuki Süleyman asla kafir olmadı. Fakat
o şeytanlar kafirdirler ki insanlara sihri (büyücülü­ğü) ve Babil'deki iki
meleğe, Harut ve Marut'a indirilen şeyleri öğretiyor­lardı. Halbuki onlar (o iki
melek): «Biz ancak fitneyiz. (İmtihan tem gön-derllmişizdir) Sakın (sihir, büyü
yapıpta) kafir olma» demedikçe hiçbir kim­seye (sihir) öğretmeklerdi, işte
onlardan (o iki melekten) koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrendiler.
Halbuki (sihirbazlar) Allah'ın İzni ol­madıkça onunla hiçbir kimseye zarar
verici değillerdir. Onlar ise kendileri­ni zarara sokacak, onlara faide
vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı. Andol-sun, onlar muhakkak biliyorlardı ki onu
(sihri) satınalan (ona revaç veren) kimsenin ahiretten hiç bir nasibi yoktur.
Onların kendilerini cidden ne kö­tü şey mukabilinde satmış okluklarını bilmiş
olsalardı.

103  — Eğer
onlar (yahudiler, Peygombere ve Kur'ana) İman edipte (sihir yapmak gibi
günahlardan) sakınmış olsalardı, Allah katından (ka­zanacakları) sevab,
(haklarında) elbet daha hayırlı olurdu. Eğer bunu
bil­selerdi.

 

 


(Nebeze): Lügatta nebz kelimesi atmak
anlamınadır. Nite­kim Cenab-ı Hak'ın: «Nihayet onu da, ordularını da yakalayıp
attık...» (Za-riyat: 40) ayeti de bu anlamı teyit eder. Atılan bir şeye «menbuz»
denildiği gibi sokağa aülan gayri meşru çocuk için de bu tabir
kullanılır.

(Verâe
zuhûrihim):
«Onlar sırtlarının arkasına atmışlardır». Bu cümle
Araplar arasında bir kimsenin bir şeyi beğenmeylp ondan yüz çevirmesi anlamına
kullanılan bir darb-ı meseldir. Cenab-ı Al­lah şu ayetiyle buna işaret eder:
«Şuayb «ey kavmim» dedi. Size göre benim kabilem mi AKahtan daha .şereflidir ki
onu (tutup) arkanıza atılmış (değersiz) birşey edendiniz?...» (Hud:
92)

(Keennehüm
lâ ya'lemune):
«Sanki onlar (haki­kati) bilmiyorlarmış
gibi...» Ayetteki bu cümle, onları bilgisiz kişilere ben­zetmek İçindir. Zira
bitmeyen kişi, kendisine faydalı birşey de olsa önem vermez. Bu açıklamadan
sonra ayetin anlamı şudur: Onlar sanki Allah (cc) tnrafından mübarek elcisine
indirilen bir kitap olduğunu biliyorlarmış gibi Onun^ kitabını inatlarından
atarak amel etmeyi terkettiler.

(Vettebeû): «Uydular», ittiba kelimesinin fiil
haline getiri­lerek cümlede çoğul olarak kullanılmasından anlaşılan, kitap
ehlinden o-lon yahudilerdir. Zemahşeri. incelediğimiz kelimenin bulunduğu ayetin
tef-•Iriyle ilgili olarak şöyle der: «Onlar Allah'ın kitabını atarak şeytanların
okuduklarına uydular.»

(Tetlû): «Okurlar». Tetlû kelimesi, doğrudan bir
şeyi okuma manasına geldiği gibi rivayet, uyma ve konuşma manalarına da gelir.
Bu­na göre ayetin manası şudur: «Onlar, Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına
atarak şeytanların. Hz. Süleyman devrindeki sihir ve hokkabazlıklarla II-fllli
rivayet ettikleri, konuştukları ve okudukları kitaplara
uyarlardı.»

(Eşşeyâtinü): «Şeytanlar» Şeyâtîn kelimesi,
müfessirlerin bir kısmına göre cinlerden olanları, diğer bir kısmına göre ise
şeytan gibi olan insanlardan meydana gelenleri ifade ederse de tercih ettikleri,
insan ve cinlerden olanlardır. Tercih edilen bu görüşü Allah (cc)'ın şu buyruğu
da doğrulamaktadır.: «Biz (sana yaptığımız gibi) her peygam-berede insan ve cin
şeytanlarını böylece düşman yaptık. Onlcrdan kimi ki­mine, aldatmak için,
yaldızlı bir tekim söz (ler ve vesveseler) telkin eder » (Enam: 112)

(Alâ mülki
Süleymâne):
«Süleyrr.tn'ın mülkü zamanından Süleyman
ibranice bir kelimedir. Âlûsi bu kelime için: «Süley­man kelimesi. Arap dilinde
olmayan bir kelimedir. Mâhân ve Şaman keli­meleri gibi»
der.

(Essihre): «Sihir, büyü» Bu kelimeyle ilgili
olarak El-Ezheri: «Sihrin aslı bir şeyin gerçek hüviyetinin değil de onun
evrilip çev­rilip başka türlü gösterilmesidir» der.

Kurtubi ise: “Aslında sihir hile ile bir şeyi
örtmektir. Zira sihirbaz, hile ile bir takım şeyler yaparak, sihir yapılan
kimseye, bazı şeyleri olduğundan başka türlü gösterir. Serabın uzaktan su
görünmesi gibi, sihir de gerçek dışıdır.” demektedir.

Alusi’ye göre sihir, bir ilimdir. Bu bilgi ile
harika şeyler yapılabilir.

Cessas da “Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle diyor:
“Rasulullah’ın (s.a.v.) huzuruna bir gün iki kişi geldi. Bunlardan birisi, öyle
bir konuşma yaptı ki, cemaat hayrete düştü. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.)
“Öyle konuşma vardır ki adeta sihirdir, insanı büyüler.” buyurdu. Devamla
“Halife Ömer b. Abdulaziz (r.a.)’ın huzurunda bir kimse öyle bir konuşma yaptı
ki, oradakiler sanki büyülenmiş gibi oldular. Bunun üzerine halife şöyle dedi:
“Bu tip konuşmalar sihir gibi olmasına rağmen helaldir.”
diyor.

(Fitnetün): “Fitne” kelimesi, tecrübe ve imtihan
etme manalarını taşır. Arapların şu ifadesinde de bu anlaşılır. “Altını, ateşte
tecrübe ederek curufunu ayırdım.”

El-Ezheri, fitnenin hangi manaya gelirse gelsin
imtihan ve tecrübe manalarını taşıyacağını Allah’ın şu buyruklarıyla isbat eder.
“Mallarınız da, evlatlarınız da sizin için ancak bir imtihan (mevzuu)dır…”
(Teğabun: 15) “Andolsun, biz onlardan evvelkileri de imtihan etmişizdir.”
(Ankebut: 3)

Cessas ise fitneyi izah ederken: “Bir şeyin hayır
veya şer olduğunun açıklanmasına fitne denir. Zira bir şeyin hayır veya şer
olduğunun açıklanmasına fitne denir. Zira bir şeyin hali, durumu açıklanırsa o
şey hakkında malumat (bilgi) edinilmiş olur.” der.

(Felâ
tekfür):
“Kâfir olma” Sihri öğrenip kullanmakla “kâfir
olma” anlamındadır. “Felâ tekfür”ün tefsiriyle ilgili olarak Zemahşeri: “Sihrin
gerçek olduğuna inanaraköğrenen kâfir olur” diyor.

(Bi
iznillâhi):
“Allah’ın iradesiyle” Ayetteki bu ifade,
sihirde geçici bir zararın olduğuna işaret eder. Ancak Cenab-ı Hak dilerse,
sihirbaz ile sihir yapılanın arasına sihrin tesir etmemesi için bir perde
koyabilir. Dilerse koymayabilir. Ancak sihir Allah’ın takdir buyurduğu ölçüde
tesir edebilir. Selefin
görüşü bu yoldadır.

(Lemenişterâhü): “Onların sattıkları” Alusi:
“Onlar şeytanların okuduklarını, Allah’ın (c.c.) kitabıyla
değiştirmişlerdir.”
diyor.

(Halagin): “Nasib” Lugatta nasib anlamında
kullanılan bu kelimeyi Cenab-ı Hak ta Kur’an’da aynen kullanmıştır: “…Artık o
insanlardan kimi ‘Ey Rabbimiz, bize (nasibimizi) dünyada ver’ der ki onun
ahiretten nasibi yoktur.” (Bakara: 200)

Zeccac’a göre bu kelime çoğu kez hayır’da
kullanılır. Bazen de şer için kullanıldığı vakidir.

(Şerev): “Satmak.” Ayette satma anlamında
kullanılmıştır. Satın alma manasına da kullanılır. İki zıt manada kullanılan
kelimelerdendir.

(Lemesubetun): “Sevab.” Cenab-ı Allah onlara iman
ve takvalarından ötürü sevap verecektir.

 

 

 

Yahudi alimleri ve danışmanları, Allah’ın kulu ve
elçisi Hz. Musa’ya (a.s.) inzal edilen Tevrat’a sırtlarını çevirdikleri gibi,
torunları da Hz. Muhammed’eindirilen ve Tevrat’ta olanları tasdik eden Kur’an’a
sırtlarını çevirdiler.

Onlara, dedelerinden azgınlık, inatçılık ve
kibirlilik irsiyet yoluyla geçmiştir. Bunda hayret edilecek bir şey yoktur.
Yahudiler bilmiyorlarmış gibi Allah (cc)'ın elcisine indirmiş olduğu kitaba
sırtlarını çevirerek, şeytan­ların Hz. Süleyman (s.a.v.) zamanından kalma
sihirle ilgili kitap ve rivayet­lerine uydular. Halbuki Hz. Süleyman (sav) ne
sihirbazdı, ne de sihri öğ­renmekle kafir olmuştu. Şeytanlar insanlara vesvese
vererek, kendilerinin gaybı bildiklerini zannettiriyorlar. Ve sihri onlara
öğretiyorlardı. Böylece sihir halk arasında iyice yaygınlaştı. Cenab-ı Hak,
sihrin böyle yaygın­laştığı bir zamanda Babil'p iki melek (Harut ve Marut)
gönderdi. Yahudi büyüklerinin bazıları bunlara uydular. Bu iki melek halka
sihri, sihir yap­mak için değil, sihri bozmak ve mucize ile sihir arasındaki
farkı açıklamak için öğretmeye başladılar.

Cenab-ı Hak, kullarını istediği gibi imtihan
edebilir. Nitekim «Tâlût»un kavmini akarsu ile imtihan ettiği
gibi.

Hz. Süleyman (sav) devrinde sihir o kadar
yaygınlaştı ki sihirbazlar, halka görmediği ve bilmediği bazı şeyleri
gösterdiler. Bundan dolayı halk. gönderilen peygamberlerin mucizelerinden
şüpheye düştü, işte o zaman Allah (cc), Babil'e sihir yapma yollarını öğreten,
iki melek gönderdi. Bu iki melek, halkın şüphesini ortadan kaldırdılar, ve halka
sihir yapmayı öğ­rettiler. Yalnız, sihir öğrenenlere bunları kötü yolda
kullanmamalarını tav­siye eder ve şu telkinatta bulunurlardı: «Sihir yapmakla
kafir olmayın. Bu Cenab-ı Allah'ın bir imtihanıdır. Allah (cc)'tan  sakının. O'nu halka zarar verecek şeylerde
kullanmayın». Her kim sihrin zararlarından korun­mak için öğrenir ve halkı da
zararlarından korursa, kurtuluş yolunda ve iman üzerinde sabit kalır. Eğer bir
kimse de sihrin sahih olduğuna ina­narak öğrenir ve onunla halka zarar verirse,
doğru yoldan sapar ve kafir olur. Sihri iki türlü kullanmak böylelikle
mümkündür, iyi niyetle kullanan­lar, onun zararlarından hem kendilerini hem de
halkı korumuş olurlar. Kötü maksatla kullananlar, karı-koca arasını acar, halkın
arasına kin ve düşmanlık tohumlarını atarlar. Bunlar, böylelikle hem
dünyalarını, hem ae ahiretlerini yıkmış olurlar. Her kim bu tür kötü işlere
tevessül ederse ahi-retten nasibi olmayacağını bilir. Bunlarda anlayış ve idrak
bulunsa, ebe­dî hayatlarını dünyadaki küçük menfaatler karşısında satmazlardı.
Eğer sihir öğrenenler, Allah (cc)'o iman edip O'nun azabından korksalardı.
on­lara daha büyük mükafatlar verilirdi.

 

 

 

Bununla ilgili olarak İbn-i Cevzî: «Ayetin nüzul
sebebiyle alakalı iki rivayet vardır:

Birincisi: Yahudiler. Resulullah (SAV)'dan ne
sorarlarsa cevabını a-lırlardı. Bir gün «sihri» sordular ve tartışmak istediler.
Bu esnada bu âyet nazil oldu. Bu rivayeti Ebul Âliye (ra)
demiştir.

ikincisi: Hz. Süleyman (sav)'in ismi Kur'anda
geçince Medine yahu-Hllorl; «Muhommed (sav), Hz. Davud (sav)'un oğlu Süleyman
(sav)'ı pey­gamber zannediyor. Allah (cc)'a andolsun ki o sihirbazdı. Başka
birşey değildi» dediler, işte bunların sözlerini tekziben bu âyet nazil oldu. Bu
rivayeti İbn-i İshak demiştir»
[13] demektedir.

 

 

 

Birinci
incelik:
Bu ayetler, yahudilerin ne kadar kötü. bozguncu
ve iararlı olduklarını göstermektedir. Sihri yalnız yahudiler bilirdi. Sihrin
ta­rihi, yahudilerin yeryüzüne yayılmasıyla başlar. Onlar, Allah (cc)'ın
kita­bını sırtlarının arkasına atarak sihir yoluyla halkın inançlarını yok
etmeğe ve akıllarını bozmaya çalışmışlardır. Her fitnenin ve şerrin arkasında
ya­hudiler vardır. Kur'anı Kerim, yahudilerin o kötü hallerini, engüzel bir
şe­kilde tasvir eder: «...Onlar ne zaman harb için bir ateş tutuşturdularsa
Allah, onu söndürdü. (Kendilerini daima yenilgiye uğrattı). Yeryüzünde h«p
(fesatçılığa koşarlar onlar. Allah im fesatçı olanlan sevmez». (Mâide:
64)

İkinci
incelik:
Ebu Hayyan: «Kim Allah'a, meleklerine,
peygamberleri-n«, Cebrail'e Mikail'e düşman olursa şüphesiz Allah ta o gfci
kafirlerin düşmanıdır.» (Bakara. 98) «Andolsun biz sana apaçık âyetler indirdik.
On­ları fasıklardan başkası inkar etmez» (Bakara: 99) gibi ayetler ile
yahudile-rn ahiretlerini bozmaları, Allah'ın kitabına sırt çevirmeleri,
şeytanlara uy­maları, hic menfaati olmayan her yönüyle zararlı olan bilgileri
öğrenmeleri hususlarını ihtiva eden âyetler, nasıl Allah (cc)'ın vaid (kötü
İşler yapan­ları korkutmasını kapsıyorsa bu ayetlerin hemen arkasından Allah
(cc)'ın •n güzel vaadini iman edip takva üzere yaşayanlara müjdeleyen ayeti
gel­miştir. Tüm bu âyetlerin vaid'i, vaadi talep etmeyi, korkutmayı ve müj­deyi
bir araya toplaması, bir gaybdan sonra başka bir gaybdan haber ver­mesi ve
kafirlerin bozuk inançlarından doğan kötü hal ve hareketlerini sıralaması
insanların aklına hayret veren harika bir ahengi göstermek­ledir. Yine bu
ayetler hiçbir kitap okumayan, hiçbir hocadan ders almayan, bilgi toplamak için
hiçbir yere gitmeyen hiçbir danışman ile arkadaşlık, yapmayan ve ümmi olan
Resulullah (SAV)'a her zaman vahiy geldiğini ve her konuştuğunun vahiy gereği
olduğunu gösterir: «Kendi (rey'ü) hevasıntfan konuşmaz, O. O, kendisine
(Allah'tan) lika edllegelen bir vahiyden başkası değildir.» (Necm: 3-4)
Resulullah (SAV)'a engüzel tahiyye (sena ve dua)yı sunmakla şeref duyarım»
demektedir.

Üçüncü
incelik:
«Kitap ehli olan kimselerden bir güruh, Allah
kita­bını sırtlcrmın arkasına erimiş (ondan yüz çevirmişidir» Ayette «atma»
an­lamına gelen «nebz» tabiri yahudilerin haddi fazlasî ile aştıklarını ve
çir­kin bir vaziyette bulunduklarını gösterir. Çünkü onlar, Kitabullah'a
tama­men yüz çevirip emirlerini yaşamaz olmuşlardır. Hatta yahudiler, sihrin ve
hokkabazlığın çeşitli türlerini gösteren batıl şeyleri tutarak onlarla a-mel
ediyorlardı. Dolayısıyla Kitabullah'ı beğenmiyor ve Onunla alay eden bir tutum
içersinde oluyorlardı.

Seyyid Kutub bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak
«Kendilerine kitab ve­rilenler. Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına üzerine
atanlardır» âyetinin manası, gayet tabii ki inkâr edip amel etmekten
uzaklaşmaktır. Âyetin üslûbu, manayı zihin sahasından hayat sahasına intikal
ettiriyor. Ve on­ların hareketini gözle görülür bir şekilde canlandırıyor.
Yahudilerin, Allah'­ın kitabını arkalarına atmalarını, nankörlük ve inkarla
dolu. ahmaklık ve katılığın belirdiği sui edeb ve hamlığın birleştiği çirkin bir
tablo halinde beyan ediyor, öyle ki bu çirkin tabloyu tefekkür etmeye dahi zaman
bırak­mıyor. "El ile hareket ederek sırt üstü atma».yı «nebz» kelimesi ifade
edi­yor.»
demektedir.

Dördüncü
incelîk:
Ayette sihrin, şeytanla beraber anılmasından,
si» hirde, cinlerin kötülerinden yardım istendiği anlaşılıyor. Şeytanlar, halka}
gaybı bildiklerini ihsas ettiriyorlar. Halktan bir kısmı da onların İddiaları'
nı onaylayarak sıkıntılı günlerinde onlara sığınıyor ve yardım bekliyorlar.
Cenabı Allah (cc)da bu görüşü: «Filhakika şu da var: insanlardan bazı k'mseler,
cinlerden bazı kişilere sığınırlar. Demek bu suretle onların ar­gınlıklarını
(şımarıklıklcrını) artırmışlcr.» (Cin: 6) âyetiyle teyit ediyor. Bun­dan dolayı
sihirde, habis ruhlar (cinler)'den faydalanma meşhurdur.

İbn-i Cerir ve Hâkim, İbn-I Abbas (r.a.)'tan şu
hadis-i şerifi nakle­derler: «Şeytanlar göklere çıkıp oradaki alemde
konuşulanları dinlerler­di. Orada bir söz duyduklarında, ona bin tane yalan
ilave ile halkın kalb-lerine atarak, onları iğfal ederlerdi. Daha sonra bu
sözleri ile yalanlarını derleyerek kitab halinde tedvin etmişlerdi. Cenab-ı
Allah (cc), bunların yaptıkları bu çirkin İşleri Hz. Davut (sav)'ın oğlu Hz.
Süleyman (sav)'a bilıllrdl. Hz. Süleyman (sav), onların derledikleri kitabı
alarak kürsüsünün altına koydu. Hz. Süleyman (sav)'m vefatından sonra kitabını
tekrar ele unçiren şeytan, halkın içerisinde konuşarak «Size Hz. Süleyman
(sav)'ın hiç kimsede benzeri bulunmayan ve muhafaza edilen hazinesini çıkara­yım
mı?» diye sordu. Halk: «Evet. bize çıkar» dediler. Halk, şeytanın hazine diye
çıkardıkları şeyin sihirle ilgili bir kitab olduğunu gördü.»
Ve halk onu, çoğaltarak her tarafa yayılmasına yardımcı
oldu.

Allah (cc) da, Hz. Süleyman (SAV)'ın sihirle ilgili
görüş ve hareketle­rini dersimizin başındaki ayetlerle bize
bildirmektedir.

Beşinci
incelik:
Ayetin «Halbuki Süleyman asla sihir yapmadı»
yerine •Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı» şeklinde gelişi, sihrin çok kötü v«
çirkin olduğunu göstermektedir. Buradaki küfürden maksat da
sihirdir.

Haccı emreden ayette, Haec yapmaya gücü yetipde
yapmayanlar hak­kında (terk etti) yerine «Kim küfrederse şüphesizki Allah
âlemlerden gani (müstafini)dir» cümlesinde (Küfrederse) tabiri kullanılmıştır.
Halbuki küfür tabiri, gücü yetipte Haccı terk etmenin çok çirkin bir şey
olduğunu gös-lermek için kullanılmıştır.

Âyette sihir keiimesi yerine küfür
kelimesinin kullanılması, halkı nlhlrden nefret ettirmek, sihrin büyük
günahlardan olduğunu göstermek ve küfre yaklaşmaya vesile olacağını açıklamak
içindir.

Nitekim: «Biz ancak fitneyiz (imtihan için
gönderilmişedir) Sakın (si­hir, büyü yapıpta) kâfir olma» ayetinde de sihrin
küfre götüren sebepler den olduğu gösterilmiştir.

Altıncı İncelik: «Bir gün Resulullah (SAV)'ın
huzuruna iki kişi geldi. Onlardan birisi öyle bir konuşma yaptı ki oradakiler bu
hitabet karşısın­da adeta büyülenmiş gibi oldular ve hayrete düştüler.
Resulullah (SAV) yanındaki sahabelere: «Gerçekten bazı konuşmalar sihirdir»
buyurdu. Bu luıdis-l şerif sihrin insanları hayrete düşürdüğü gibi güzel
konuşmanın da hayrete düşüreceğini gösterir. Çoğu kez basit bir mevzuuda dahi
ly| bir hitap, halkın dikkatini çeker.

Resulullah (sav) güzel konuşmayı, kötü olan sihre
niçin benzetmiştir? Hasulullah (sav)'ın bu benzetişi hakiki olmayıp mecazidir.
Çünkü Hatip, halkın kalbini güzel konuşmasıyla kendine doğru çeker. Sihirbazın,
sihriy­le cahil ve bilgisiz kişilerin kalbini kendine doğru çektiği gibi. Bundan
ötürü  Resuluilah (sav), iyi bir
konuşmayı sihre benzetmiştir.

Yedinci incelik: Sihri, inanarak yapmak küfür,
inanmayarak yapmak haram olduğuna göre, Babil'e gönderilen melekler (Harut ve
Marut) onu halka niçjn öğretmişlerdir? Bu soruya şöyle cevap verilebilir. Onlar
sihri insanlar yapsınlar diye değil, zararlarından korunsunlar diye
öğretmiş­lerdir. Zira serden kaçınmak için şerri öğrenmek ve öğretmek, İyi bir
şey­dir.
Nitekim şair. şiirinde bunu şöyle dile getiriyor: «Şerri şer için
de­ğil, serden korunmak için öğrendim. Zira şerri bilmeyen kişinin şerre
düş­mesi her zaman mümkündür.»

Hz. Ömer (ra)'e; «filan kişi şerri bilmiyor»
denilince O «O'nun şerre düşmesi daha iyidir» diyor.

Âlûsî ise «O meleklerin sihri öğretmeleri, halkı
imtihan etmek ve si­hirle mucize arasındaki farkı göstermek içindir»
der.

 

 

 

 

 

Alimler, sihrin varlığı hakkında ihtilafa
düşmüşlerdir. Sihir, gerçekten varolan bir şey mi, yoksa el çabukluğu ile
yapılan bir hokkabazlık mı? Ehl-i sünnet vel cemaat alimlerinin cumhuru (çoğu)
sihrin var olduğu ve tesirinin de bulunduğu
görüşündedirler.

Ehl-i sünnetten diğer bazı alimler ile Mu'tezile
alimleri ise. sihrin ger­çekte olmadığı, ancak aldatma, saptırma ve el çabukluğu
ile yapılan bir hareket olduğu görüşündedirler.

 

 

 

Birincisi: Hayal göstermek ve aldatmak yoluyla
sihir yapma

Bunu bazı hokkabazlar, el çabukluğu ile yaparlar.
Mesela: insanların gözü önünde bir serçeyi keser, daha sonra aynı serçeymiş gibi
diğerini havaya uçururlar. Halbuki kesilen serçe, uçan değil, onun yanında
bulu­nan diğer serçedir. Zira sihirbaz el çabukluğu ile kesileni saklamış,
kesilmeyeni uçurmuştur. Firavun'un, Hz. Musa (sav) ile yapmış olduğu
müca­delede, kendi sihirbazlarının göstermiş oldukları sihirlerde bu türdendi,
öyle ki onlar (sihirbazlar), ellerindeki deri ve köselelerden içi boş bir
şe­kilde yapılmış baston ve urganların içine civa doldururlardı. Ve sinir
yapılan yerin altını dehliz şeklinde yaparak içine ateş koyarlardı. Buranın
üzerine atılan urgan ve bastonlar içindeki civanın genleşmesiyle
canlanı­yorlardı. Civa ısı dolayısıyla genleşince, içinde bulunduğu baston ve
ur­ganları ileriye veya geriye hareket ettiriyordu. Bunu gören halk bunların
yılan clduğunu zannediyordu.

İkincisi: Tesadüfler yoluylo, falcılık ve gaybı
bilme iddiasıyla sihir yap­ma

Bu tür sihri de gaybı bildiğini iddia edenler ve
falcılar yaparlar. Zira onlar, halkın sırlarını bilmek için bazı kişileri
görevlendirirler. Halktan bi­rici bunların yanına geldiği zaman, yandaşlarından
aldıkları bilgilerle, gelen şahsın bazı gizli taraflarını kendisine konuşurlar.
Bu konuştuklarını cinler vasıtasıyla elde ettiklerini iddia ederler. Cinleri de
okumayla celbettlklerl-ni ve bu yolda çalıştırdıklarını söylerler. Hatta gaibten
haberleri de onlar vasıtasıyla aldıklarını savunurlar. Halkı kendi yaptıklarına
böylece inan­dırırlar. Bunların yaptıkları ve söyledikleri, cinlerin haber
verdikleri dnğll, daha önce yandaşlarının halkın ahvalini kontrol ile
topladıkları bilgilerin neticesidir.

Üçüncüsü: Koğuculuk ve ifsat yoluyla sihir
yapma

Cessas; «Bu tip sihir, halk arasında çok yaygındır.
Bir gün kadının birisi, diğer bir kan-kocanın arasını açmayı düşünmüş. Evli
kadına ge­lerek «kocanızın başka bir kadınla ilişkisi var, seninle iyi
geçinmemesi, onunla evlenecek olmasındandır. Sana öyle bir büyü yapacağım ki,
ko­canız sizden başka hiçbir kadınla ilişki kurmadığı gibi başka kadınların
yüzlerine bile bakmayacaktır. Yalnız senden isteğim, kocanız uyuduğu za­man,
çenesi altındaki tüylerden üç tanesini ustra ile kesip bana getirmen-dir» demiş.
Kadını aldattıktan sonra, bu defa kocasına giderek «Seni çok seviyor ve aile
hayatından endişe ediyorum. Çünkü başka bir erkekle ev­lenmek kaydıyla anlaşan
eşiniz, siz uyurken ustra ile boğazınızı kesecek­tir. Onun için, bu gece çok
uyanık olmalısınız» demiş. O adam da yata­ğına girdikten sonra uyuyor gibi
davranmış. Bir ara gözlerini açıp bak­tığında, eşinin başucunda ustra ile
beklediğini görmüş. Hemen «Allah (cc), o kadından razı olsun, eğer beni ikaz
etmeseydi, gerçekten sen beni kesecekmtşsln» diyerek hanımının etinden aldığı
ustra ile onu kesmiş. Hanımının öldürülme haberi akrabalarına ulaşınca onlar da
gelip kocasını öldürmüşler. Bu olay. koğuculuğun da, sihrin bir türü olduğunu
gösterir.» der.

Dördüncüsü: Hile yoluyla, sihir
yapma

Bu sihir çeşidi, insanların akli dengesini bozacak
veya düşünce ve zekasına tesir edecek bazı gıda maddelerinin yedirilmesi ile
yapılır. Tıp kitaplarında, merkebin beyni bazı ilaçlarla birlikte bir kimseye
verildiği za­man onun akli dengesinin bozulacağı ve düşünce kabiliyetinin
azalacağı yazılıdır. Bunu yiyen insanın yaptığı işlerde bir intizam yoktur. O
insan sihir yapılmış gibi bir hal alır. Bu ve buna benzer olaylar, sihirbazlığın
ger­çekte aldatma, koğuculuk, tesadüf ve hile yoluyla yapılan şeylerden başka
bir şey olmadığını gösterir. Bunların, gerçekte hiçbir şey yapamadıkları
crtadadır.

Ebu Bekr el-Cessas bu hususta; «Daha önce de
açıkladığımız gibi si­hirbazlar tarafından yapılanlar, gerçekle ilişkisi olmayan
bir takım hile ve benzeri şeylerdir. Eğer sihirbazların, iddia ettikleri gibi
insanlara menfaat ve zarar verme, havada uçma, gaybı bilme, uzak yerlerden haber
verme, çalınan ve nerede saklandığı bilinmeyen bir mal hakkında bilgi verme ve
bunun gibi hususlarda güçleri olsaydı, bunların yer altındaki hazineleri
çıkarmaları ve halktan hiçbir şey beklememeleri lazım gelirdi. Halbuki
sihirbazlar, mali bakımdan en kötü durumdadırlar. Halkı kandırarak para kazanmak
zorundadırlar. Bu da gösteriyor ki, onların hiç biri iddialarını yapacak güçte
değildir» demektedir.

Mu'tezlle'nln delilleri

Mu'tezile'nin, sihrin gerçek dışı olduğuna dair
iddialarının delillerini kısaca zikredeceğiz.

A. «(Musa): «Siz atın» dedi. Vakta ki attılar,
halkın gözlerini büyüledl-ler, onlara korku saldılar, büyük bir sihir
(meydana)  getirmiş
oldular»

(A'raf: 16)

B.«(Musa) dedi: «Hayır, siz atın». Bir de ne
görsün:   Onların ipleri ve değnekleri,
sihirleri yüzünden, kendisine hakikat koşuyormuş hayalini ver­di. (Tâhâ:
66)

C. «Elindekini bırakıver. Bu onların yaptıklarını
yutar. Çünkü onların •anat diye ortaya attıkları ancak bir büyücü tuzağıdır.
Büyücü ise nert-d« olsa felah bulmaz.» (Tâhâ: 69)

Birinci âyet; sihrin gözle görülen birşey olduğunu,
ikinci ayet; sihrin gerçek değil, hayal olduğunu, üçüncü ayet ise; sihirbazın
hak üzere ola­mayacağını dolayısıyla sihirbaz için kurtuluşun mümkün
olmayacağını gös­terir.

D. Mu'tezile özetle şöyle demektedir: «Eğer
sihirbaz, suyun üzerinde yurüse, havada uçsa veya toprağı anında altına çevirse.
Peygamberlerin mucizelerine inanmak batıl birşey olurdu. Ve onlara lüzum
kalmazdı. Hak İle batıl'da birbirine karışırdı. Peygamber ile sihirbazı
birbirinden ayırmak mümkün olmazdı. Dolayısıyla her kişinin gösterdikleri
hakikatler aynı feyler olurdu.»

Cumhur'un delilleri

Alimlerin cumhur'unun, sihrin gerçek olduğuna ve
tesirinlnde bulun­duğuna dair delillerini kısaca
zikredeceğiz.

A.«Musa): «Siz atın» dedi. Vakta ki attılar, halkın
gözlerini büyült-diter, onlara korku soldıla.r, büyük bir sihir (meydana)
getirmiş oldular.»

(A'raf: 116)

B.«...işte onlardan (o iki melekten) koca ile karısının
arasını ayıra­cak şeyler öğrendiler...» (Bakara: 102)

C.«...Halbuki (sihirbazlar) Allah'ın izni olmadıkça
onunla hiçbir kim-•eye zarar verici değillerdir...» (Bakara:
102)

D.«Düğümlere üfüren (nefes)lerin şerrinden» (Felâk:
4)

Birinci ayet; sihrin gerçek olduğunun isbatı için
delildir. Zira «büyük bir sihir (meydana) getirmiş oldular.» cümlesi bunu
gösterir. İkinci ayot; »Ihrln gerçekten var olduğunu gösterir. Ki onunla
karı-koca arası açılıyor Ve aralarına düşmanlık gibi hoş olmayan şeyler
sokuluyor. Üçüncü ayol; sihrin zararlı olduğunu isbat eder. Yalnız bu zarar
vermenin de Allah (oo)'= in dileğiyle clacağına işaret vardır. Dördüncü ayet;
sihrin tesirinin büyük olduğunu, hatta bizimde sihirbazların üflemesiyle
düğümlediklerl sihirlerin şerrinden Allah (cc)'a sığınmamızı
emrediyor.

Alimlerin cumhuru; «Resulullah (sav) efendimize bir
yahudi tarafın­dan sihir yapıldı. Yapılan sihrin etkisinde kalan ve şikayetçi
olan Resulullah (sav) efendimize. Cebrail (sav) gelerek. «Sana yahudilerden bir
kimse sihir yapmıştır ve onuda filan yerdeki kuyunun içinde bir taşın altına
saklamıştır,» dedi. Resulullah (sav) efendimiz de o kuyuya adam gönde­rerek o
Sihri çıkarttırdı. Yapılan düğümleri teker teker (Muavtezeteyn) Fe-lök ve Nâs
surelerini okuyarak çözdü. Böylelikle daha önce şikayetçi oldu­ğu rahatsızlıklar
ortadan kalkmış oldu» Hadis-i şerifini sihrin var olduğuna ve tesirinin de
bulunduğuna delil olarak getirirler. Böylelikle iddalartnı is-batlamış
olurlar.

Ehl-i sünnet vel cemaat ile mu'tezilenin
delillerini karşılaştırdığımızda en kuvvetli delilin cumhur'unki olduğunu
görürüz. Zira sihir gerçekten var­dır ve insanlara tesir eder. Karı-koca arasına
kızgınlık sokma ve aralarını açma -Kur"an bundan bahseder- sihrin
tesirlerindendir. Sihrin tesiri ol­masaydı Kur'an-ı Kerim bize, düğümleri
üfleyerek sihir yapanların şerrin­den Allah (cc)'a sığınmamızı emretmezdi.
Sihrin tesirinin, şeytani ruhların yardımıyla olduğu bir gerçektir. Sihrin zarar
ve tesirinin, insanlara ulaş­masının Allah (cc)'ın dilemesi olmadıkça mümkün
olmayacağını kabul edi­yoruz.

Mu'tezile'nin «sihir gerçekten var ise. o zaman
sihir ile mucize bir­birine karışır, hangisinin sihir, hangisinin mucize olduğu
bilinmez» delil­lerine karşı biz şöyle deriz: «Mucize ile sihir arasındaki fark
açıktır. Zira peygamberlerin mucizelerinin ic ve dış yüzleri birdir. Hangi gözle
bakılırsa onların doğruluğuna kişinin inancı artar. Sihirde ise, iç ve dış.
görünüş ile hakikat birbirinden ayrıdır. Bu da biraz düşünme ile bilinebilir.
Mucize ile sihir arasındaki bu açık fark ile iç ve dış yapısı arasındaki
değişikliği Kur'an negüzel ifade eder: «...Onlara korku saldılar, büyük bir
sihir (mey­dana) getirmiş oldular.» (Araf: 116) Ayetteki «onlara korku saldılar»
cüm­lesi, sihir ile mucize arasında büyük bir fark olduğunu gösterir. Çünkü
peygamberlerin ümmetlerine gösterdikleri mucizelerden inanmayanlar da­hi
korkmazdı. Ve kalbleri de onlara mütemayil olurdr /ine ayetteki «bü­yük bir
sihir (meydana) getirmiş oldular» cümlesi de sihrin hakikat olma­yıp hayali bir
gösteriş olduğunu isbat edor.»

Allâme Kurtubi; «Hic kimse sihirbazlarda görülen
hasta yapma, karı-koca arasını açma, insanların aklına tesir etme, uzuvlarından
birini çalışa­maz duruma sokma gibi harikulade şeylerin, insanların gücünün
üstünde olmadığını söyleyemez. Alimler, sihirde sihirbazın anahtar deliğinden
geç­mesini, ince bir çubuğun üzerinde yürümesini, havada uçmasını, suyun
üzerinde yürümesini ve kepeğe binmesini mümkün görürler. Bununla be­raber,
bunları doğrudan sihir meydana getirmiş değildir. Tüm bu halleri herşeyde olduğu
gibi yaratan. Allah (cc)'dır. Sihir sadece bunun sebebi yani vasıtasıdır.
Mesela: Hastalığın tedavisinde kullanılan ilaçlar, iyi ol­manın sebebidir.
Gerçekte şifayı yaratan Allah (cc)'tır» Sözlerine devam­la; «Tüm müslümanlar,
sihir yoluyla bazı harika işlerin yapılabileceğini bilir. Ancak onların
yaptıkları Peygamberlere has mucize nev'lnden ola­maz. Gökten kurbağa ve
çekirgenin indirilmesi, eldeki bastonun aniden yı­lan oldurulması, ölülerin
diriltilmesi, dilsiz insanlar ile bir aylık çocukların konuşturulması gibi
harikulade haller yalnız Peygamberlere mahsustur. Sihirbazlar, bu tür harikaları
yapmak isteseler bile Allah (cc), onların va­sıtasıyla bunları yaratmaz»
der.

Ebu Hayyan ise: «Alimler, sihrin hakikati hakkında
birkaç görüşe ay­rılmışlardır. Onlara göre;

1. Sihir gerçekte, cisimleri tabii hallerinin
dışında gösterme ve mu­cize ile keramete benzeyen uçma, uzun mesafeleri kısa
zamanda kat etme gibi halleri icat etmedir.

2. Sihir, aldatma, süsleme ve hokkabazlık gibi
aslı olmayan şeyleri yapmadır. Bu ise, Mu'tezile'nin
görüşüdür.

3. Sihir, insanlara yapılan hilenin başka türlü
gösterilmesidir. Firavun sihirbazlarının, içleri bir tür kimyevi madde ile
doldurulan, altlarından giz­ilce yakılan ateşle ısıtılan deriden yapılmış bostan
ve urganları hareket eden ve yürüyen birer varlık göstermeleri
gibi.

4.Sihir, cinlerin yardımıyla yapılan harikulade
işlerdir.

5. Bazı cisimler toplanıp yakıldıktan sonra,
onların külleri üzerini» bir lOkım isimler ve dualar okunur. Okunmuş kül daha
sonra sihir İslerinde kullanılır. Bu yolla da sihir
yapılır.

6. Sihrin aslı, bir takım hayali şekil ve
rakamlardan meydana gelen Ve tılsım adı verilen birşey vasıtasıyla, yapılması
güç olan halleri, yıldu lordan veya cinlerden istifade ile
yapmadır.

7. Sihir, küfürle karışık birtakım kelimelerin
birleşimine hokkabazlık ve efsun adı verilen, hangi dille yazıldığı pek bilmeyen
duaların eklenme­siyle yapılan şeylere denir.» Sihir ile ilgili sözlerine
devamla «Bugün ki­taplarda gördüğümüz sihir türleri, yalan ve iftiradan ibaret
olup hiçbiri doğru değildir. Efsunlayıcıların çizdiği dairelerin aslı yoktur.
Tüm bu ya­lanlara rağmen cahil halk. onları dinler ve tasdik eder»
[25] demektedir.

 

 

 

Bazı alimlere gere, sihri öğrenmek mubahtır. Eğer
mubah olmasaydı, yeryüzüne gönderilen melekler (Harut ve Marut) onu
öğretmezlerdi. Bu gö­rüşü ehl-i sünnet alimlerinden Fahreddin er-Razi (ra)
benimsemiştir.

Cumhura göre ise. sihri öğrenmek ve öğretmek
haramdır. Zira Kur"-an-ı :Kerim, sihri kötülemiş ve cnun küfür olduğunu
açıklamıştır. Kur'an'ın bu ac»ktoiTH!isma rağmen nasıl helal
olabilir?

İnsanları manen helak eden yedi günahtan birisinin
sihir olduğunu söyleyen iResulüllah (sav) efendimiz; «Sizi manen helak eden yedi
günah­tan kaç asruz,» buyurdu. Ssrtıafceter «Onlar nelerdir ya Rasulûllah?» diye
sordular. Resulutlah (sev), «Allah ;(<cc)'a şir-k koşmak, sihir yapmak,
haksız yere adam cldürırvek, faiz alıp »ermek, yetim malı yemek, savaş alanından
kaçmak ve iffetli rmi'min kadınm arkasından zina isnadında bulunmaktır.»
buyurdu.

Âlûsi. sihri öğrenme ve öğretmeyle ilgili ©tarak
şöyle der: «Bazı alim-4er, sihir öğrenmenin mubah olduğunu söylemişlerdir. Bu
görüşe katılışt­ın İmam Fahreddin er-Razi şöyle izah eder: «Muhakkik alimter,
sihri bil­menin çirkin ve mahzurlu olmadığında ittifak etmişlerdir. Çünfcü iiim,
ger­çekte şereflidir. Allah Jcc). ilim hakkında şöyle buyurmaktadır: «...De ki:
«Silenlerle bilmeyenler bir olur mu?...» (Zümer: 9) Eğer sihir blinmeseydi,
mucize ile sihir arasındaki fark belli olmazdı. Böyle bir ilmin öğrenilmesi
nasıl çirkin ve haram olabilir?»

Bazı alirrler de «müftülerin sihri öğrenmeleri
vacibtir» görüşünü nak­letmektedirler. Buna göre, müftünün kısasla ilgili
fetvalarını verirken, öl­dürülmenin neyle yapıldığını bilerek vermesi gerekir.
Çünkü öldürülme se­bebini tesbit etme. vacibtîr. Öldürülme sebebi sihir olduğu
takdirde, müf­tünün, katil sihirbazın kısasını sihirle yapması (öldürmesi)
gerekir. Bu da müftünün sihri bilmesini icabettirir»
demektedirler.

Şer'i bir sebep müstesna Cumhur'un. sihrin haram
olduğuna dair gö­rüşü haktır. Fahreddin er-Râzî (ra)'nin görüşüne bazı
noktalardan itiraz yapılabilir.

1. Haddizatında sihir kötü olmamakla beraber
doğurduğu çirkin şey­ler sebebiyle iyi değildir. Sihri öğrenme ve öğretmenin
haram oluşu da sebep olduğu kötülük ve çirkinliklerden dolayıdır. Bazı
şeylerin    aslında haram olmadığı halde,
ona vesile olduğu için haram olması gibi.

2. «Mucize Be sitaJr arasındaki ayırım, yaılnız
sihri bilmekle fafkedile-btlir» görüşünü reddediyoruz. Zira olimterrn çoğunun
veya hepsinin, sihir İlmini bümedikieri halde, mucize ile sihir arasındaki farkı
bildikleri bir ger­çektir. Eğer sihir öğrenmek vacib olsaydı ilk islâm
altmîerfnln onu daha iyü bilmeleri gerekirdi.

3. Bazı alimlerin naklettikleri «müftülerin sihir
öğrenmeleri vacibtir.» görüşü sahih değildir. Zira müftünün, kısas yapılması
veya yopılmamasıy-la İlgili fetvası, sihir ilmi öğrenmesini gerektirmez.
Fetvanın sureti AIIAme Ibn-i Hacer el-Heytemi'nin  «Tuhfetü'l 
Minhac*  isimli eserinde
zikratt.ğl gibi verilir. Oda şudur; «Sihri bilen fakat gerçekten tevbe etmiş iki
adil şahidin; «Sihir, adam öldürür» şehâdeti üzerine, sihirle adam öldüren
si­hirbazın, kısasen öldürülmesine fetva verilir. Şehadet etmezlerse öldürül*
mez.»
Bu fetva sureti, müftünün sihri bilmesinin gerekli olmadığını
göstermektedir. Yalnız bilir kişilerin şehâdetlerine göre müftünün, hons-ket
etmesi gerekir.

Ebu Hayyan ise bu konuda şöyle demektedir: «Sihirde
Allah'ı değil, cin. yıldız ve şeytanları büyültmek ve Cenab-ı Hak'kın yaptığı
şeyleri on­lara isnat etmek icma-ı ümmetçe küfürdür. Bu tür sihrin öğrenilmesi
v« yapılması haramdır. Adam öldürme, karı-koca arasını açma, birbirlerini Islama
göre seven kişileri birbirine düşman etme gibi sihir kısımlarını da öğrenmek ve
yapmak kesinlikle haramdır. Bu sayılan işlerin sihirden ol­duğu bilinmeyip
yalnız ondan olabileceğine ihtimal veriliyorsa yine onu öğrenmek ve yapmak
haramdır. Sihrin hayal ettirme ve hokkabazlık tür­lerini, öğrenmek de doğru
değildir.»

 

 

 

Ebu Bekir el-Cessas: «Selef, sihirbazın
öldürülmesinin farz olduğun-da ittifak etmişlerdir. Seleften bazı alimler de.
sihirbazın kâfir olduğuna, Resulullah (sav)'ın şu hadis-i şerifini delil
göstermektedirler: «Her kim falcıya, gaipten haber verene ve sihirbaza giderek
onlardan birşey sorar, ve onların söylediklerine inanarak tasdik ederse, kafir
olur»
demek­tedir.

Değişik memleketlerdeki fıkıh alimleri, sihir
hakkındaki hükümlerle alakalı, olarak görüş ayrılığı
içerisindedirler.

İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra); «Sihirbazın yaptığı
sihir, kesin olarak bilinirse, tevbeye davet edilmeden öldürülür. O'nun «sihri
terkederek tev-be ettim* sözü de makbul değildir. Sihirbaz, sihir yaptığını
açıklarsa onu öldürmek helâldir. Müslüman bir köle veya hür bir zimmi «Biz sihir
yapı­yoruz» diye itirafta bulunursa, onların da öldürülmesi helâldir»
diyor.

ibn-i Süccâ ise: «Erkek veya kadın sihirbazlarla
İlgili şer'i hükümler, mürted kadın ve erkek hakkındaki hükümler gibidir. Bu
hüküm de şöy­ledir: önce sihirbazlığı tesbit edilen kimse, mürted gibi aralıklı
olarak üç defa tevbeye davet edilir. Sihirbaz, eğer tevbe etmez veya tevbesinde
sa­bit kalmazsa o zaman öldürülür.» imamı Azam'dan naklen sözlerine de­vamla
«sihirbaz, halk içersindeki bozgunculuğunu ayrıca sihri İle birleş­tirerek
hareket ederse yine öldürülür. Zira bozgunculukla adam öldüre­nin, kısasen
öldürülmesi genel bir hükümdür» der.

İmam Malik (ra)'den «Sihir yapan müslüman ise,
tevbeye davet edil­meden öldürülür. Zira onun açıklamaları, gizli mürted
olduğundan tevbe ettiğine delil olamaz. Yalnız ehl-i kitab (hristiyan ve
yahudiler) sihirbaz­ları, müslümanlora zarar vermedikleri sürece öldürülmez.»
demektedir.

İmam Şafii (ra)'ye göre; sihirbazın küfrüne
mücerred olarak hüküm verilemez. Ancak sihirbaz, sihri ile adam öldürüp «benim
sihrim adam öl­dürür» veya «ben, onu öldürmek için.yaptım» derse kısasen
öldürülür. «Bazen öldürür, bazen de öldürmez» derse kısas yapılmaz, sadece diyet
alınır.

İmam Ahmed bin Hanbel (ra)'e göre ise; bir kimse,
sihir yaparak adam öldürsün veya öldürmesin küfrüne hüküm verilir. Tevbe ettiği
takdirde, tövbesinin kabul edilip edilmeyeceği konusunda iki rivayet vardır.
Ehl-i kitaptan olan sihirbazlar, müslümanlara zarar vermedikleri müddetçe
öl­dürülmez.

özet olarak imam-ı Azam'a göre; sihirbazın küfrüne
hüküm verile­rek, tevbe etmesine dahi lüzum görülmeden öldürülmesi
mubahtır.

imam Şafiî (ra)'ye göre, sihrinden dolayı
sihirbazın küfrüne hüküm verilmez. Yalnız sihriyle herhangi bir müslümanı
öldürmeye kastederse, öldürülür.

İmam Malik (ra)'e göre de, müslüman bir sihirbaz,
yaptığı sihirden dolayı öldürülür. Ehl-i kitap olanlor öldürülmez. Müslüman
sihirbaz, sihir ytıptığı takdirde kafir olduğuna
hükmedilir.

Netice olarak herkesin kendi tezini isbat edecek
delilleri vardır.

 

 

 
 

1. Tevrat, Allah (cc)'ın Hz. Musa (sav)'ya inzal
buyurdukları bir kitap* lir, Kur'an da. onun muhtevasını kabul ve tasdik
etmektedir.

2. Yahudiler, Tevrat'ın hükümlerini
uygulamadıkları gibi-sırtlarının Ol kasına atarak ondan yüz çevirmişlerdir.
Onların torunları da Kur'an'a yül çevirmektedirler.

3. Hz. Süleyman, hem peygamber hem de
hükümdardı.   Yahudilerin ıİndikleri gibi
ne sihirbazdır, ne de sihri sanat edinmiştir.

4. Şeytanlar, sihri halka güzel göstermişler ve
onlara gaybı bilenlerin Kendileri olduklarını
hissettirmişlerdir.

5. Sihir, gerçekte vardır ve tesiri de görülür.
Hatta onunla karı kOCO Brom bile açılabilir

6. Allah (cc). kullarını istediği şeyle imtihan
edebilir.

7. Kim, Kur'an yolunu terkederek sihir yolunu
tutarsa, ahirette Allah |CC)'ın rahmetinden hiçbir şey
bekleyemez.

8. Ahirette karşılığı alınacak olan sevab ve
mükafatın kaynağı Allnh (cc)'a iman ve ihlasla yapılan İbadetlerdir.

 

 

 

islâm, bütün kanunlarıyla mü'minin kalbindeki
imanın devamlı ve ebf* ol olarak sağlam kalmasının ve kalbinin her yerde Allah
(cc)'la beraber olmasının üzerinde durur.

öyle ki kulun. Allah (cc)'a itimad etmesi, O'nun
her şeyi yarntlıflını »oylemesi, dünyada karşılaştığı tüm zorluklarda yalnız
Allah (cc)'tan yar­dım İstemesi, duasında O'nun gayrına yönelmemesi. Cenab-ı
Hak'tan baş­ka hiçbir şeyin kendi üzerinde etkisinin olmayacağını idrak etmesi
ve Allah |cc)'ın tabiatta yarattığı kanunların yürümesinin O'nun bilgisi, gücü
ve İradesiyle oiduğunu bilmesi, kalbinin her zaman Allah (cc)'la beraber
ol­duğunu gösterir.

Yıldızlar ve gezegenler, Allah (cc)'ın yarattığı
diğer varlıklar gibi O'-nun emrine ramdırlar. Ezelde Cenab-ı Hak'ın çizmiş
olduğu yoldan gider­ler. Onların hareketleri, Allah (cc)'ın yeryüzünde yaratıp
rızkını ve ömrünü takdir ettiği İnsanın üzerinde hiçbir etki yapamaz. Hiçbir
insanın ömrü ve rızkı, herhangi bir yıldızın doğuşu ve batışı ile artmaz ve
eksilmez. Kainat­ta her işin yönetimi Allah (cc)'ın kudretiyledir. Bir şahıs
«Ben yıldızlar ve cinler ile bağlantı kurduğum için gaybı biliyorum. Bu bilgimle
Cenab-ı Allah'ın yarattığı tabiat kanunlarını ve onun tarafından çizilen,
yıldızların akış yollarını değiştirmek gücündeyim» iddiasında bulunursa.
Kur'an'a mu­halefet etmiş, dolayısıyla İslâm'dan çıkmış olur. Şüphesiz. Allah
(cc)'ın gayrine tazim ederek, onlardan yardım beklemek ve yıldızlar ile cinlerin
Allah (cc)'ın yarattığı diğer varlıklar üzerinde etki yaptığını iddia etmek
küfürdür. Müslüman, Allah (cc)'ın bildirdiği şekilde, sihirbazın karı-koca
arasını açmaya ve zararlı işleri yapmaya gücünün yettiğini yalnız onun bu işleri
yapma güsünü Allah (cc)'tan aldığını bilmelidir.

Sihir; kafir olma ve Islâmdan çıkmaya vesile
olduğundan, Allah'ın el­cileri olan Peygamberlerden herhangi birisinin,
inanmayanlar tarafından sihirbazlıkla vasıflandırılması veya «sihirle hüküm
veriyor» tarzında ithom edilmesi, dolayısıyla getirdiği narika ve mucizeleri
sihir vasıtasıyla göster­mesi mümkün değildir. Bunun için Cenab-ı Allah,
Kur'an-ı Kerim'de bildir­diği şekilde Hz. Süleyman (sav)'ı sihirbazlıktan ve
sihirle hüküm vermek­ten tenzih etmiştir. Kur'anın buyruğu, yahudilerin O
mübarek peygambere sihir isnat etmelerinin yalan olduğunu gösterir. Bu yalan ve
iftiralar, on­ların doğru yoldan saptıklarına, cahilliklerine, Allah (cc)'ı
hakkıyla tanıma­dıklarına ve bütün peygamberler hakkında «vacip» sıfatları
bilmediklerine işarettir.

Allah (cc)'ın O şerefli elcileri, şeytan ve
cinlerden yardım istemekten uzaktırlar. Ancak cinler. Hz. Süleyman (SAV)'ın
emrine sihir yoluyla değil, Allah (cc)'ın buyruğuyla
girmişlerdir.

Bu dersimiz. Cenab-ı Hak'ka hiç kimsenin ortak
olamayacağının, O'-nun, büyük peygamberleri doğru yoldan uzaklaşmaktan tenzih
ettiğinin ve her müslümanın bilmesi vacib olan meselelerinin bir
izahıdır.

 

 

 

106 — Biz neshettiğimiz (hükmünü diğer bir ayetle
değiştirdiğimi/) vtya unutturduğumuz (geri bıraktırdığımız) bir ayetin (yerine)
ya ondan c'cha hayırlısını yahut onun benzerini getiririz. Allah'ın herştye
kemallyl» kadir olduğunu bitmedin mi? (Elbette bildin)

107.— Göklerin ve yerin mülk (ü tasarrufu)
hakikaten Allah'ın oldu-gunu ve sizin için Allah'tan başka ne bir yâr, ne de
hakiki bir yardımcı bulunmadığını bilmedin mi?

108 — Yoksa biz de (ey müslümanlar) evvelce Musa'ya
sorulduğu gM peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Kim iman (ını) küfür
İle cjlslrse dümdüz yolu sapıtmış olur. •

 

 

 

(Nensah): Lügatta nesh, birkaç anlama gelir.
Bunlar­dan biri, izale etmek, gidermek manasınadır. Kur'an'ın şu ayetinde de bu
anlamda kullanılmıştır: «Biz, senden evvel hiçbir Resul, hiç bir Nebi
gön­dermedik ki o (bir şey) arzu ettiği zcman şeytan onun dileği hakkında ille
(bir fitne meydana) atmış olmasın. Nihayet Allah, Şeytan'ın ilkâ edeceği (o
fitneyi) giderir, iptal eder...» (Hacc: 52)

Nesh'in diğer bir anlamı da nakletme, aktarmadır.
Bir kitaptan diğer bir kitaba bir meseleyi aktarma gibi. Nitekim Kur'anda da bu
anlama gel­miştir: «...Şüphe yokki neler yapıyor idiyseniz biz (hepsini
jneleklere) yaz­dırıyorduk» (Câsiye 
29)

Yine nesh, değiştirme anlamına da gelir. Mesela,
«Kadı hükmü nes-hetti (değiştirdi)» cümlesinde olduğu gibi Nesh'in değiştirme
anlamına gel­diğine şu âyet işaret eder: «Biz âyeti digsr bir ayetin yerine
(bunu neshe-derek) getirdiğimiz vakit...» (Nahl: 101)

Şeriatta nesh, âyetten çıkarılan bir hükmün, yeni
gelen diğer bir hü­kümle değiştirilmesidir. Fıkıh ve Usul-ü Fıkıh alimleri
nesh'i birkaç şekilde tarif etmişlerdir 
Biz. bu tariflerden en kısa ve veciz olan ibn-i Hâcib'in; «Nesh. şer'î
bir delilin, daha sonra gelen şer'i bir delille kaldırılmasına denir» tarifini
alıyoruz. • J «Jkı «Nünsihâ): Unutma, yani hafızadan silinme
manasınadır.

Terketme anlamına geldiğini söyleyenler de vardır.
Kur'an da bu anlama geldiğine işaret eder: «...Onlor Allah'ı unuttular (Ona
itaati bıraktılar), O da onları unuttu (onları azabına terketti)...» (Tevbe:
67)

«(Allah da şöyle) buyurmuştur: «öyledir. Sana
âyetlerimiz geldi de sen onları unuttun, işte bugün de sen öylece
unutuluyorsun.» (Tâhâ: 126)

Nisyân'ın, terketme anlamına geldiği, Ibn-i Abbas
(ra)tan rivayet edil­miştir: «Biz o âyeti terkettik. O'nun yerine başka bir âyet
veya delil getir­medik.»

«Nünsihâ» Kurralardan birinin okuduğu gibi sonu
hemze ile «nense-uhâ» da okunmuştur. «Nenseühâ»da tehir, erteleme anlamına
gelir. Nite­kim Kur'anda bu anlamda geldiği görülür; «(Haram ayları) geciktirmek
ancak küfürde bir artış (sebebi)dir...» (Tevbe: 37). Buna göre. âyetteki bu
etimle (nenseühâ) «Biz O âyeti erteledik» anlamına gelir.

Alûsi; «Âyetteki «nenseühâ» cümlesi, «biz o âyeti
levh-i mahfuz'da er-Icledik. Yani indirmedik veya zihinlerden uzaklaştırdık»
anlamındadır. Ki bu da «nünsihâ» gibi unutma manasına gelir. Âyetteki bu
cümlenin gerek •nunslhâ» gerekse «nenseühâ» olarak okunması, unutma ve terketme
anla-mine:geldiği için birdir»
diyor.

(Blhayrin
minhâ):
Ondan daha iyisi yani kolayı anlamındadır. Buna
göre âyetteki bu cümle «değiştirdiğimiz bir âyetin yerl­im) ondan daha iyisini
(getiriz)» anlamındadır.

(Veliyyln
velâ naşirin):
Veli dost (yâr) ve nasır,

ynrdımcı manasınadır. Buna göre âyetteki bu cümle
«sizi, Allah'ın azabın­dım koruyacak Ondan başka ne bir yâr, ne de bir yardımcı
vardır» ma-ıııınına gelir.

(Yetebeddelil küfre): Bir şeyi alıp diğerini
yerine koyma anlamındadır. Küfrü alıp imanın yerine koyma gibi. Allah (cc)'ın şu
nyetl bu anlamı te'yid eder: «Onlar doğru yolu bırakıp sapıklığı, mağfirete
t»*d*l azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne de sabırlıdırlar!,»
(Bakara: 175)

(Sevâessebil): Sevâe kelimesi, herşeyin ortası
anlamın ıluritr «Derken o (bizzat) bakıp bunu o çılgın ateşin to ortasında
gördü.» (Hııffat: 55) âyeti de bu manaya işaret eder.

«Sebil» kelimesi ise. hernekadar yol anlamındaysa
da, âyette doğru yol manasına kullanılmıştır. Âyetteki son iki cümlenin icmali
anlamı şöyle­dir: «Kim. küfrü imana tercih edip Allah'ı inkar ederse. Hak'ka
muhalelet »Mlgl gibi doğru yoldan döner ve korkunç bir zulmete düçâr
olur.»

 

 

 

Cenab-ı Allah (cc). vahiy hakikatini kabul
etmeyenleri açıkladıktan lonra neshin sırrını yerenlerin sözlerini redderek.
kulları için  maslahat neyi
gerektiriyorsa onu emreder. Eğer maslahat, daha sonra hükmün de­ğişmesini
gerektiriyorsa, onu kaldırır ve ondan daha hayırlısını gönderir. Zira Cenab-ı
Hak, kullarının maslahatlarını daha İyi ve hangi hükümlerin onlar için en iyi
menfaati vereceğini bilendir. Nesh'ediş zamana, kişilere ve şartlara göre
değişir. İnsanlara düşen, her yönüyle Allah (cc)'ın emir­lerine teslim olmaktır.
Çünkü Allah (cc) herşeyin en iyisini bilendir.

 

 

 

Allah (cc) icmâlen buyurur: Biz hükmünü, diğer bir
âyetle değiştirdi­ğimiz bir âyetin yerine şimdi veya gelecekte daha hayırlısını
getiririz. Hükmün değiştirilmesi, size daha vok sevab kazandırmak içindir.
Gerçek­ten Allah'ın (cc) ey iyi bilen, hükmeden ve kudret sahibi olduğunu
bilmi­yor musunuz? Cenab-ı Hak, herşeyin en hayırlısını ve en güzelini emre­der.
O, İslâm dinini, sizi zalimlerin azab halkalarına benzeyen esaret
zin­cirlerinden ve ağır tekliflerinden kurtarmak iciri göndermiştir. Allah
(cc)'ın, maslahatı bilmediği veya aciz kaldığı için, hükümleri değiştirdiği
zanne­dilmesin. Çünkü O, yalnız kullarının menfaati için hükümleri nesheder.
Al­lah (cc). kullarının yaşayış ve tavırları üzerinde dilediği gibi tasarruf
hak­kına sahiptir.

Dilediği şekilde hükümleri değiştirme yetkisi ancak
O'ndadır. Allah (cc)'tan başka, tehlikelere karşı sizi koruyacak bir yâr ve
yardım edecek bir yardımcı olmadığını biliniz. Ondan başkasına inanıp
güvenmeyiniz. Yardımcı ancak O'dıır.

Ey müslümanlar, size gelen elciye (Hz. Muhammed
(sav), Hz. Musa (sav)'ya kavminin daha önce sorduğu: «...Allah'ı açıktan bize
göster» (Nisa: 153). «... Dediler ki: «Ya Musa, onlarm nasıl Tanrıları varsa sen
de bize öyle bir Tanrı yap!» (A'râf: 138) sorular gibi -onlar saptılar ve
sap­tırdılar- böbürlenerek sormak mı istiyorsunuz? Bu soruş, yüz çevirmek için
midir? Eğer öyleyse, yahudiler gibi sapar ve saptırırsınız.
[37] Kim, küfrü imanla, sapıklığı hidâyetle değiştirirse, doğru yoldan
ayrılmış ve kendisini helak çukurlarına atmıştır. O'nun bu hareketi, Allah
(cc)'ın elem verici aza­bına nefsini orzediştir.

 

 

 

A. Yahudilerin; «Hz. Muhammed (sav)ın tutumuna
hayret ediyoruz, /Ira yapılması gerekli bir şeyi emrediyor, akabinde onu
yasaklayarak zıd-dinin yapılmasını istiyor. Bugün söylediğinden, ertesi gün
dönüyor. Kur'an tlftdlfll kitap, Allah (cc) kelâmı olmayıp O'nun sözleridir.
Çünkü O'nun Kur'an dediği kitapta, hükümler birbirini tekzip ediyor» demeleri
üzerine bu âyet nazil oldu.

B. İmam fahreddin er-Râzî, ibn-i Abbas (ra)'dan
rivayetle: «Abdullah bin Ümmiyyetü'l Mahzûmi ile beraber Resulullah (SAV)'a
gelen Kuresy'll Itlr topluluk «bize, yeraltı sularından akıtıncaya, üzüm ve
hurma aflaclarıy İn dolu bahçelerin ve konforlu bir evin oluncaya veya Allah
(cc)'tan t Mu lınmmed. benim elcimdir» yazısını getirinceye kadar sana
inanmayız» de­diler. Bunun üzerine: «Siz, daha evvel Musa'ya sorulduğu gibi
sormak m İstiyorsunuz?» âyeti nazil oldu.»
der.

C.Muhaddislerden Mücahid de: «Kureyşliler    Resulullah    (SAV)'tan Hâfâ tepesini altın yapmasını
istediler. Resulullah (SAV) onlara, «Sâfâ İt lıaslni altın yaptığım zaman,
inanmazsanız, israil oğullarına Allah (cc) ta Kılından gönderilen sofranın
[41] sonucu gibi ceza görürsünüz» dedi. On Itır Resulüliah'ın kendilerine
söyledikleri sözleri kabul etmeyerek geri dön ıluter Bunun üzerine bu âyet nazil
oldu»
[42] demektedir.

 

 

 

Birinci
incelik:
Allah (cc), Kur'an-ı Kerim'de nesh'jn
hikmetini, «tn hayırlı hükmü getirme» şeklinde zikretmektedir. Gelen yeni   hüküm, İki yenden daha hayırlıdır. Birisi,
insanlar için daha kolay yapılabilen bir hük­mün gelmesi, diğeri ise din ve
dünya işlerinde hükmün. İnsanlara daha uygun olmasıdır.

Kurtubî bununla ilgili olarak: «İkinci yön
birincisine nisbetle daha iyidir. Zira Allah (cc), insanların tabiatları İçin en
hafif geleni, en uygun elanı emreder. Cenab-ı Hak, bazen hafif olan hüküm yerine
ağır olanı da buyurur. Mesela: Aşure orucunun neshedilerek Razaman orucu
tutulma­sının emredllmesi gibi. Çünkü Ramazan orucu, kullar İçin gerek mükafat,
gerek seyab bakımından daha hayırlıdır. «Daha hayırlıdır» demekten mak­sat,
kullar için «daha uygundur» demektir» diyor.

İkinci
incelik:
Bazı alimler, âyetteki «nünsihâ» kelimesinin
hatırla­manın zıddı olan unutma anlamı ifade ettiğini kabul etmemektedirler.
Çünkü unutma veyo unutturma ifadeleri Resulüllah (sav) hakkında söy­lenemez.
Nitekim, Aliah (cc), O'na şu hitapta bulunmaktadır: «(Hablblm) seni okutacağız
da (asla) unutmayacaksın)» (A'lâ: 6). Bu âyetin ifadesi, müfessirlerin daha
önceki tefsirlerine karşı gibi görünür.

Bazı alimlerin, Resulüllah (SAV) için. unutmayı
kabul etmemelerine İbn-i Âtiyye'nln dediği gibi cevap verilebilir: «Allah (cc).
Resulü (sav)'nün unutmasını isteyebilir. O takdirde O'nun unutması, akla ve
şeriata uygun dur. Unutma, beşeri bir hastalıktır. Resulüllah (sav), bir emri
tebliğ ettik­ten sonra sahabilerden bir kısmı onu ezberleyinceye kadar
unutmazdı. Çünkü unutma hastalığından korunmuştu, masumdu. Birgün namazda bir
âyeti unutarak atlayan Resulüllah (SAV), namaz bittikten sonra cemaata dönerek:
«Ubey bin Ka'b yok muydu?» diye sorunca, cemaatın içinde olan Ka'b. «Burdayım ya
Resulallah» dedi. Resulüllah (SAV), «Öyleyse okudu­ğum âyetlerin arasından
birini unuttuğumu niçin hatırlatmadın?» dedi. Ubey bin Ka'b cevaben, «Ya
resulallah (sav), ben, o âyetin nesholundu-ğunu zannettim» dedi. Peygamber (sav)
efendimiz de «hayır, kaldırılmadı, o âyeti okumayı unutmuşum»
buyurdu.»

Üçüncü
İncelik:
«...Bir âyetin (yerine) ya ondan daha
hayırlısını ya­hut onun benzerini getiririz...» âyetinde, «ondan daha
hayırlısını getiririz» demekten maksat, yeni gelen âyetin okunuş ve nazım
(diziliş) olarak daha hayırlı değil, sadece ihtiva ettiği hükmün daha kolay ve
hafif olmasıdır. Yeni gelen âyetin daha önceki âyete, hükmün dtşında tercih
edilmesi müm­kün değildir. Çünkü Allah (cc) kelamının hepsi
mucizedir.

Ayetteki «hayır» kelimesini Kurtubl şöyle izah
eder; «Hayır» kelime­sinden maksat daha hayırlı olmasıdır. Bu âyetin icmâlen
anlamı şudur; «Ey insanlar sizin için en menfaattisinl ve hafif olanını
getirdik. Yeni ge­len âyetin hükmü daha hafifse gelecekte sizin için daha
menfaatti ola­cağından detayıdır. Nesheden ayetin hükmü ağır olursa, gelecekte
sizin için daha sevabıı ve mükafattı olacağından ötürüdür. Ramazan orucunun.
Aşure crucunu neshetmesi gibi. Nitekim Ramazan orucu. Aşure orucun­dan daha
hayırlıdır.»

Âyetteki «hayır» kelimesinin, daha hayırlı değil de
yalnız hayır anla­mına geldiğine Kur'an da işaret eder: «Kimi iyi (bir halet) le
gelirse ona bu sayede bir hayır vardır...» (Nemi: 89). Hayır kelimesiyle, bir
âyetin di­ğerine tercihi yalnız «menfaat ve sevab bakımındandır.»

Ebu Bekir el-Cessas da: «Ondan daha hayırlısını...»
ibaresi, yeni ge­len âyetin, büküm bakımından daha kolay olduğunu ifade eder.
ibn-i Ab-bas (ro) ve Katade (ra) de bunu te'yid ederler. Hiç bir alim, nesheden
âyetin, neshedilen ayetten okuma yönünden daha hayırlı olduğunu söy­lememiştir.
Zira. «Kur'an'ın bazı âyetleri, okuma bakımından diğer bazı âyetlerden
hayırlıdır» demek caiz değildir. Hepsi mucizedir ve Allah (cc) kelâmıdır.»
demektedir.

Dördüncü
incelik:
«Allah'ın herşeye kemâliyle kadir olduğunu
bllmedin mi?» âyetinde hitap, ilk bakışta Resulüllah (sav)'a İse de, O'nun
şah­sında ümmete yapılmıştır. Nitekim daha sonra gelen âyette hitap direkt
ümmetedir: «...Sizin için Allahtan başka ne bir yâr, ne de hakiki bir yar­dımcı
bulunmadığını bllmedln mi?»

ilk âyette hitabın doğrudan Resulüllah (sav)'a
yapılması, O'nun üm­metin tek önderi, imamı olmasından dolayıdır. Kur'an'ın
başka bir âyeti buna yine işaret eder: «*Ey peygamber, kadınları boşayacağınız
vakit İd-deUerine doğru boşayın...» (Talâk: 1)

Beşinci
incelik:
«...Sizin için Allah'tan başka ne bir yor, ne
d» hakiki bir yardımcı bulunmadığını bitmedin mi?» Ayette işaret ettiği gibi
hiçbir kim­se hiç bir hususta «yar ve yardımcı» olamaz. Şairlerden Ümmiyye İbn-i
Ebl Selt'in şiiri buna açıkça teyid eder: «Ey nefis, senin için Allah (cc)'tan
başka koruyucu yoktur. Yaratılmış tüm varlıkların baki kalmaları da müm­kün
değildir.»

«Fütuhât-ı İlâhiyye» kitabının yazarı; «Âyette
«yâr» ve «yardımcı» ke­limeleri arasında büyük bir fark vardır. Yâr. çoğu kez
yardımcı olmaktan acizdir; yapamaz. Yardımcı ise, bazen yardım yapacağına
yabancı olabi­lir. Onun için Allah (cc), âyette hem yâr, hem de yardımcı
ifadelerini, bu­yurmaktadır»
demektedir.

Altıncı incelik: «...Dümdüz yolu sapıtmış olur.»
Ayetinde, dümdüz ke­limesinin karşılığı «essevâü» lafzının Arap dilindeki
anlamı, herşeyin orta­sı demektir. Orta kelimesinden maksat, mutedil olmadır.
Sapıtmış kelime­sinin Arapça karşılığı olan «delle» tabirinden anlaşılan iman
etmeyenlerin önlerinde doğru ve açık bir yol varken, onların yanlış ve batıl bir
yola sap­malarının çok çirkin, kötü ve bozuk olduğunun görülmesldir. Bu, düzgün
yolda yürüyen bir adamın, yolunu değiştirip bozuk ve kötü bir yola yönel­mesine
benzer. Ki yöneldiği bu yol, onu varmak istediği yere ulaştırmaz.

 

 

 
 
 

 

 

Fahreddin er-Râzî, neshle ilgili olarak: «Biz ehl-i
sünnet vel cemaata göre nesh, naklen doğru olduğu gibi, aklen de doğrudur.
Yalnız yahudi-lerden nesh'in aklen doğru olduğunu kabul edenlerin yanında
reddedenler de vardır. Neshi aklen kabul edenler, bu defa naklen kabul
etmemektedir­ler.

Müslümanlardan bazı kişilerin de neshi inkar ettiği
rivayet edilir.
[49] Cumhur (alimlerin çoğu) neshin doğru olduğunu şöyle isbat ederler: «Hz.
Muhammed'in (sav) peygamberliği bütün delillerle isbatlanmıştır. O'nun
peygamberliği, getirmiş olduğu şeriat'ın daha önceki şeriatları neshetmesl ile
de geçerlilik kazanır, öyleyse neshin doğruluğu da isbatlanmış olur. Nesh,
geçmiş şeriatların tümünde olduğu gibi yahudllerin şeriatlarında da vardı.
Mesela: Tevrat'ta, Hz. Adem (sov)'e oğullarını kızlarıyla evlen­dirilmesinin
emredilişi yazılı iken daha sonra bu emrin bütün semavi ki-. topların
ittifakıyla yasak edilişi, yani kaldırılması gibi. Tevrak'taki bu ifade, Yahudi
şeriatında da nesh'in olduğunu gösterir.»

der.

Cessâs, tefsirinde; «Fakihlerin dışındaki müteahhir
alimlerden biri; «Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)'ln şeriatında nesh yoktur.
Onun seriotındaki neshe ait ifadeler geçmiş peygamberlerin şeriatlarının neshi
hakkındadır. Mesela: Cumertesi gününün kaldırılıp Cuma gününün kon­ması ile daha
önce Mescidi Aksa'ya doğru yönelinerek namaz kılınırken Kabe'ye yönelinerek
namaz kılınmasını emreden hükmün gelmesi gibi. Bi­zim peygamberimiz,
peygamberlerin sonu ve O'nun şeriatı da kıyamete kadar bakidir» der. Halbuki bu
iddianın sahibi (Ebu Müslim el-lsfahani) bu görüşü ile Ehl-i Sünnet vel
Cemaattan çıkmaktadır. Zira Ehl-i Sünnet Vel Cemaattan hiç kimse, böyle bir
iddiada bulunmamıştır. Saha-be-i kiramdan zamanımıza kadar bütün alimler,
peygamberimizin şeriatın­da neshin olduğuna ve akla da uygun geldiğine
hükmetmişlerdir. Başlan­gıcından günümüze kadar gelen nakillerden şüphe etmek,
ilmen mümkün clmad'ğı gibi, nesh hakkında gelen âyet ve hadislerin te'vil
edilmesi de gayr-i kabildir. Bu iddia sahibi, neshedilen ve nesheden âyetlerin
hük­münde, bir çok yanlışlıklar yaparak ümmetin icmâından çıkmıştır. Bu ada­mın
nakli tümlerdeki bilgisinin azlığı ve bu konuda ümmet arasında asır­dan asra
nakledilenlerden haberdar olmaması, O'nun böyle yanlış bir İd­diada bulunmasına
sebep oluyor zannediyorum»
demektedir.

 
Ebu Müslim
el-lsfahani'nln delilleri
 

A. Ebu Müslim; «Cenab-ı Allah (cc) Kitabını
vasfederken «Ki n« onun­dun, ne ardından O'na hiçbir bâtıl (yanaşıp) gelemez»
(Füssılet: 42) bu­yurmaktadır. Eğer Kur'anda nesh olsa, yeni gelen âyet, eski
âyetin batıl olduğunu beyanla hükmünü kaldırması gerekirdi»
der.

B. ikinci delil olarak; «Siz neshettiğiıniz bir
âyetin yerine...» âyetinden murat, Tevrat ve İncil gibi diğer    semavi   
kitapların neshidir. Kur'an’daki herhangi bir âyetin neshi anlamına
gelmez. Veya neshten makoat, Icvh-i mahfuzdan semavi kitaplara nakildir. Çünkü
nesh kelimesi, bir ya-ıının birkaç suretini çıkarmaya da denir.»
demektedir.

C. Üçüncü delil olarak da: «ikinci delildeki
âyet, neshin olduğunu göstermez. Belki nesh olursa büyük bir hükümden daha
hayırlı bir hükme geçiş olur. Buna da nesh denir. Bu ise Kur'an-ı Kerimin
herhangi bir hükmünün  tamamen  kaldırılması 
demek değildir.  Binaenaleyh bu
âyet, diğerlerinin anladığı gibi bir neshin varlığına delalet etmez.»
diyor.

Ebu
Müslim'in birhici deliline cevap:
Onun delil olarak
getirdiği: «Ki ne önünden, ne ardından ona hiçbir bâtıl (yanaşıp) geleme?....»
âyetinden maksat; insanlar tarafından diğer semavi kitaplarda yapılan tahrifat
veya değişikliğin Kur'onda yapılmayacağını göstermektedir. Kur'an öyle muci­zeli
bir kitaptır ki, Onda birbirine aykırı hükümler bulunmadığı gibi, birbi­rini
tekzip eden emirler de bulunmaz.

«Onlar hala Kur'anı gereği gibi düşünmeyecekler mi?
Eğer O Allah'tan başkası tarafından olsaydı elbet içinde birbirini tutmayan
birçok (şeyler) bulurlardı» (Nisa: 82) âyeti de, Ebu Müslim'in yukarıdaki âyeti
yanlış anla­dığını gösterir.

ikinci ve
üçüncü delillerine cevap:
ikinci ve üçüncü delilleri
ise, hiçbir hüccete .dayanmadan yapılan cok zayıf tevillerdir. Çünkü bilfiil bir
çok şer'! hükümler neshedilmişlerdir. İleride geniş olarak açıklanacağından
büroda İki misal vermekle yetineceğiz. Biri Kıble'nin, diğeri de kocası ölen
kadının iddet müddetinin neshedilmesi gibi.

 
Neshin
isbatı hususunda Cumhur'un delilleri
 

Cumhur, neshin varlığını bir çok delille
isbatlamaktadır. Bu delilleri kısaca aktarıyoruz.

Birincisi: «Biz neshettiğlmiz (hükmünü diğer bir
âyetle değiştirdiği­miz) veya unutturduğumuz (geri bıraktırdığımız) bir âyetin
(yerine) ya on­dan daha hayırlısını yahut onun benzerini getiririz...» âyeti,
nesh'in varlı­ğını açıkça gösterir.

İkincisi: Alimler, «Biz bir âyeti diğer bir
âyetin yerine (bunu neshe-derek) getirdiğimiz vakit -ki Allah neyi indireceğini
çok iyi bilendir- dediler ki: «Sen ancak bir iftiracısın.» Hayır onların pek
çoğu bilmezler» (Nahl: 101) âyeti; Allah (cc) tarafından hükümlerin ve âyetlerin
değiştirilebileceği­ni cok açık olarak bize gösterir. Ayetteki «Biz bir âyeti
diğer bir âyetin yerine getirdiğimiz vakit» cümlesi, bir hükmün kaldırılıp,
yerine diğer bir hükmün getirilmesini ifade eder. Kaldırılan âyet, ister
hükmüyle ister laf­zıyla kaldırılsın, bu neshin ta kendisidir.»
derler.

Üçüncüsü: «insanlardan (yahudi ve müşriklerden)
birtakım beyinsiz­ler: «(Müslümanların namazda kıble edinip) üzerinde durdukları
(devam et­tikleri eski) kıblesinden çeviren (sebep) nedir?» diyecekler. De ki
(Habi-bim) «Doğu da Allah'ın batı da, O, kimi dilerse doğru yola iletir.»
(Bakara: 142)

«Biz yüzünü (vahye intizar ve iştiyakından) çok
kere göğe doğru evi­rip çevirdiğini muhakkak görüyoruz. Şimdi seni herhalde
hoşnut olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. (Namazda) yüzünü artık Mescld-i Haram
tarafına (Kabe semtine) çevir...» (Bakara: 144) âyetleri, müslümanların daha
önce. namaz kılarken Mescid-i Aksa'ya yönelerek namaz kıldıklarını gös­terir.
Bilahare o hüküm neshedilerek Mescid-i Haram tarafına yönelmek
emredilmiştir.

Dördüncüsü: Cenabı Allah (cc) kocası ölen kadının
tam bir sene Id-det (birsene kimseyle evlenmemeyi, gösterişli elbise giymemeyi,
yabancı erkeklerle perde arkasından da olsa konuşmamayı, kendisini daha güzel
gösterecek zînet eşyası takmamayı ve zaruri ihtiyacı olmadıkça sokağa Çıkmamayı)
beklemesini emreden «Sizden zevceler (ini geride) bırakıp öle­cek olanlar
eşlerinin (kendi evlerinden) çtkarılmayarak yttma kadar faide-lenmesini
(bakılmasını) vasiyet (etsinler)...» (Bakara: 240) âyetinin hük­münü, dört ay
ongun iddet beklemeyi emreden: «İçinizden ölenlerin (ge­nde) bıraktıkları
zevceler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler...» (Bakara: 234) âyetiyle
neshetti.

Beşincisi: Allah (cc), savaşta bir müslümanın
sabır ve sebat göste­rerek on kişi karşısında durmasını emreden: «...Eğer
içinizden sabır «e sebata malik yirmi (kişi) bulunur onlor Ikiyüze galebe
ederler...» (Enfol 65) ayetinin hükmünü, ikiye karşı bir kişiyle durmayı
emreden: «Şimdi Al-leh sizden (yükü) hafifletti. Bildi ki size muhakkak bir zaaf
vardır. O holde e(er içinizden (azimli) sabırlı yüz (kişi) olursa ikiyüzü
yenerler, Allah'ın izniyle...» (Enfâl: 66) âyetiyle
neshetti.

Bunlar ve bunlara benzer âyetler. Kur'an-ı Kerim'de
çoktur. Vo nns hin olacağına işarettir. Herhangi bir hususta neshin kabul
edllmemnsine gerek yoktur. Alimler, kesinlikle neshin varlığında ittifak (icmâ)
etmlşlar dir. Hz. Ali (ra) bir kimseye «neshedilen ve nesheden âyetleri
blllyormıı sunuz?» diye sordu. O kişi, «hayır bilmiyorum» deyince Hz. Ali (ra)
covo ben: «Öyleyse sen helak olmuşsun ve halkıda helak ediyorsun» diyerek neshin
önemini göstermiştir.

Allâme Kurtubi; «Neshi delilleriyle birlikte
bilmeye, her ilim adamı mecburdur. Neshi, yalnız beyinsiz cahiller reddeder.
Kur'andaki hüküm âyetlerinden herhangi bir hükmün alınması, helal ve haramın
bilinmesi on cak neshi bilmekle mümkündür. Ne yazık ki, son zamanlarda İslâm'a
gir­diklerini iddia edenler, onu inkâr etmektedirler. Bunlar islâm alimlerinin
icmâı (ittifakı) ile neshin, islâm şeriatında olduğu bilgisinden mahrum­durlar.»

Sözlerine devamla: «Akıllı alimler arasında
peygamberlerin şeriatla­rının tümünün, halkın din ve dünya işleriyle ilgili
maslahatlarını ihtiva ettiği konusunda ittifak vardır. Tüm maslahatları kapsama,
her işin sonunun ne­ye varacağını bilen bir zatın işidir. O zat da maslahata
göre emirlerini değiştirebilir. Mesela: Bir hastalık üzerinde durup bütün
teşhisler sonunda hangi ilacın öncelikle verilmesine karar veren tabib gibi. Bu
konuda Allah (cc), irade ve arzusunun tecelli ettiği şekilde, dilediği zamanda,
takdir ettiği hükmü göndermiştir. Zira Cenab-ı Hak. ezelde kullarının ne
yapa­caklarını ve hangi yollarda yürüyeceklerini kemaliyle bilmektedir. Nesh
ise, Allah (cc)'ın Kitabının kendi tarafından değiştirilmesidir. Bu değiştirme,
ilim ve iradesinin değiştirilmesi anlamına gelmez. Çünkü onları değiştir­mek
veya böyle bir şeyi düşünmek O'nun hakkında mümkün değildir.»
[53] der.

 

 

 

Kur'an’da nesh üc kısma
ayrılır.

1- Âyetin hükmünün ve okunmasının birlikte
neshi.

2- Âyetin yalnız okunmasının neshi, hükmünün
kalması.

3- Âyetin sadece hükmünün neshi, okunmasının
kalması.

Birincisi: Âyetin hükmünün ve okunmasının
neshi

Böyle bir âyetin, hem okunması hem de hükmüyle amel
edilmesi caiz değildir. Çünkü, âyet tamamıyla neshedilmiştir. islâm'ın ilk
devirlerinde, süt emzirme hakkında gelen âyette, bir kadın kendi çocuğu olmayan
ya­bancı bir çocuğu doya doya on defa emzirmeyle, o çocuğa süt annesi sayılırdı.
O kadının kendi çocukları da annelerini on defa emen çocuğun süt kardeşleri
olurdu. Süt emzirmeyle ilgili âyet, Hz. Aişe (ra)'den şu şe­kilde rivayet
edilmiştir: «Kur'an-ı Kerimde «on defa emzirme vâki olursa, süt emzirmeyle
ilgili hüküm meydana gelir» âyeti vardı. Daha sonra bu âyetin hükmü ve okunması
beş defa malum emme ile neshedildi.»

Fahreddin er-Râzi; «Hz. Aişe (r.anha)den yapılan
rivayette, âyetin bi­rinci bölümü - on defa emzirmenin bilinmesi - hem okunma,
hem de hük­mü bakımından nesh edilmiştir. İkinci bölümü - beş defa. emzirmenin
bilinmesi - ise okunması bakımından nesh olunmuşta da İmam Şafii (râ)'ye göre
hükmü devam etmektedir»
der.

İkincisi: Ayetin okunmasının neshi, hükmünün
devam etmesi

Zerkeşi'nin «Burhan» kitabında dediği gibi eğer
alimler, okunması nesh olunan âyetin hükmünün muteber olduğunu kabul ederlerse
onunla amel olunur. Nitekim Nur suresinde okunması nesh olunan «Yaşlı bir
er­kekle yaşlı bir kadının (ikisi de evli) birbirleriyle veya ayrı ayrı
başkalarıyla zina yapması ile Allah'ın azabı için elbette onları
taşlayacaksınız, şüphe­siz Allah (cc) yegâne galip ve hikmet sahibidir?»
âyetinin hükmü baki ve geçerlidir.

Hatta Hz. Ömer (ra): «Eğer halkın «Ömer Allah
(cc)'ın kitabına bir âyet ekledi» demeyeceklerini bilsem bu ayeti. Nur suresine
elimle yazar­dım»
demektedir.

Ebu Hayyan, Sahih kitabında. Ubey bin Ka'b (ra) dan
naklen şöyle di­yor: «Ahzab suresi uzunluk bakımından. Nur suresi kadardı. Sonra
Ahzab suresinden bazı ayetler neshedilince kısaldı.» Ubey bin Ka'b (ra)'ın
«Ah­zab suresinden bazı âyetler neshedilince sure kısaldı» ifadesi neshin
ol­duğuna işaret eder.

Âyetin gerek hükmünün ve okunmasının neshi, gerekse
hükmünün kal-mast. okunmasının neshi şekilleri Kur'an-ı Kerimde azdır ve
bulunması nadirdir. Çenab-ı Allah (cc). mukaddes kitabını, ihtiva ettiği
hükümlerin İcra edilmesi ve okunarak sevab kazanılması için
göndermiştir.

Âyetin hükmünün neshi,
okunmasının caiz olması

Bu şekildeki nesh. Kur'an-ı Kerimde çoktur.
Zerkeşi'nin dediği gibi. 63 surede mevcuttur. Bu tür neshlere. vasiyyet âyeti,
iddet müddetiyle il­gili âyeti ve müşriklerle savaşmayı yasaklayan âyetleri
gösterebiliriz.

Şeyh Hibbetullah bin Selâmet, neshedilen ve
nesheden âyet ve ha­disleri mevzu edinen kitabında özetle: «Şeriatta ilk
neshedilen, namazın İki rekat olarak kılınmasını emreden ayetin hükmüdür. Daha
sonra nama­zın dört rekat olarak kılınmasını emreden âyet nazil olunca, namazın
iki rekat olarak kılınmasını emreden hüküm neshedildi. Bilahere önce Mes-cid-i
Aksa'ya yönelerek namaz kılınmasını emreden âyetin* gelişi. Aşure orucunun
neshedilmesi ile onun yerine Ramazan ayında oruç tutulmasını emreden âyetin
gelişi, müşriklerden yüz çevrilmesini emreden hükmün neshi ile cnlarla cihad
edilmesini emreden âyetin gelişi, ehl-i kitapla cizye verinceye kadar savaşın
emredilmesl. Veraset hukukundaki bazı hüküm­lerin neshi ile bunların yerine yeni
hükümlerin gelişi ve cahiliyet devri adetlerini belirten bütün İşaretlerin neshi
ki Hac'ta müslümanlar He cahi­liyet adeti üzere hac yapan müşrik ve kitap
ehlinin yapacakları ibadetle­rin birbirinden ayrılmasını emreden âyetin gelişini
görürüz» der.

 

 

 

Zerkeşi: «Yukarıdaki soruya iki açıdan cevap
verilebilir.

Birincisi: Kur'an-ı Kerim, ihtiva ettiği
hükümlerin bilinip tatbik edil­mesi için okunduğu gibi yalnız ibadet niyetiyle
de okunur. Allah (cc) kelâmı olduğundan hükmü neshedilse de, lafızları ibâdet
maksadıyla okunduğu için baki kalmıştır.

ikincisi: Nesh âyetleri, çoğu kez bir önceki
âyette bulunan ağır bir hükmü hafifletmek için gönderilmiştir. Âyetin
okunmasının kalışı, daha önceki hükmün ağrlığını ve Allah (cc)'ın kullarına
vermiş olduğu nimetini hatırlatmak içindir.»
[58] demektedir.

 

 

 

Alimler Kur’an’ın Kur'an’la sünnetin sünnette ve
mütevatir bir haberin yalnız mütevatir bir haberle nesheditebileceği üzerinde
ittifak etmişlerdir.

Diğer taraftan. Kuran'ın sünnet (hadis) ile,
mütevatir bir haberin ahâ-di bir haberle neshedilmesi konusunda alimler, ihtilaf
etmişlerdir. İmam Safi (ra)'ye göre âyeti, yotnız âyet nesheder. Âyetin hadiste
neshedilme­si (caiz) değildir. Alimlerin cumhuruna göre bir âyet diğer bir
âyetle nes-hedildiği gibi. sahih bir hadisle de neshedilir. Çünkü âyet ve
hadisin ihtiva ettiği hükümler yine Allah (cc)'ındır..

 
Ayetin
hadisle neshedilemeyeceği hususunda Şafii'nin
delilleri:
 

imam Şofii (ra). «Biz neshettiğimiz (hükmünü diğer
bir âyetle değiş­tirdiğimiz) veya unutturduğumuz (geri bıraktırdığımız) bir
ayetin (yerine) ya ondan daha hayıritsıru yahut onun benıerlnl getiriri» Ayetine
dayana­rak, Ayetin hadisle neshedllmeyecefll görüsünü savunur. Bu görüşünü şu
delillerle isbat eder.

Birincisi: Ayetteki «getiririz» İfadesini Allah
(cc) kendisine İsnat et* mistir. Bu da âyetin ancak ayetle neshedileceğini
gösterir.

İkincisi: Âyetteki «ondan daha hayırlısını*
ifadesinden anlaşılan, ayet veya hükmünün neshi ancak âyetle mümkündür. Çünkü
sünnet (ha-dit), katiyyen âyetten hayırlı olamaz.

Üçüncüsü: Allah (cc)'ın «Allah'ın her şeye
kemaliyle kadir olduğunu Bİlmedln mi?» ayeti, daha hayırlı bir hükmü getirmenin
O'na mahsus ol­duğuna İşaret eder. Bu buyruk, âyet veya hükmünün neshinin ancak
O'na mahsus olduğunu gösterir.

Dördüncüsü:«Biz bir âyeti diğer bir âyetin yerine getirdiğimiz
zo-

ıtun.ı (Nahl: 101) âyetindeki «bir âyeti diğer bir
âyetin yerine» İfadesi, nynt veya hükmünün neshibinin yalnız âyetle olacağını
açıkça gösterir. Uünkü «getiriz» tabirinde getirme işini kendisine isnat
etmiştir. Bu delil. Şafii'nln (ra) en kuvvetli delilidir.

 
Cumhur'un
delilleri
 

Alimlerin cumhurunun. Kur'an'ın sünnetle
neshedilebileceğl hususun-tlıı bir çok delilleri vardır. Bunları özetle beyan
ediyoruz.

A. Vasiyyet âyetinin neshi: «Sizden birinize ölüm
gelip çattığı »akit •0«r mal bırakacaksa- anaya, babaya ve yakın, akrabaya meşru
bir eu-

ı«lte vaslyyette bulunmak takva sahipleri üzerinde
bir hak olarak farzedHdl»

(•inkara: 180) âyetindeki anaya, babaya ve yakın
akrabaya, ölümden sonra ymlyn bırakılacak maldan vasiyyet etme hükmünü Hz.
Peygamber: «Ha hm ini/ olsun, varislere mal vasiyet etmeyiniz» meşhur hadisi İle
neshet nıiştlr  Bu da âyetin hükmünün
sadece âyetle değil hadisle de neshedll rtiginl gösterir.

B. «Evli bir kadınla evli bir erkek zina
yaptıkları zaman yüzer değnek vuıtın» hükmü: «Zina eden kadınla zina eden
erkeğin herblrlne yüzer değ-ttak vurun...» (Nur: 2) âyetiyle sabit iken
Resulullah (sav), vasıf ve flllle-ti Itollrtllen  kadın ve erkeğin ölünceye kadar
taşlanmalarını emrederek Ayalin hükmünü neshetmiştir. Burpdo hükmü nesheden
Resulullah (sav)'ın fiili hadisidir.

C. Alimlere göre Kur'an ve sünnetin ihtiva ettiği
hükümlerin   tümü. isimleri değişik de
olsa Allah (cc)'ındır. Zira Cenabı Hak, Rasulullah'ın hadisleri hakkında: «Kendi
(rey ve hevesinden söylemez O. O, kendisine (Allah'tan) Uka edilegelen bir
vahiyden başkası değildir» (Necm: 3-4) bu yurmaktadır.

D. Alimlerin cumhuru, Şafiî'nin delilleri
hakkında «O'nun delilleri vazıh değildir. Zira âyetteki «daha hayırlısı»
tabirinden maksat, bir nesheden hükmün, neshedilen hükümden daha hayırlı
olmasıdır. 8u Allah (cc)'ın kul­larının maslahatlarına göre zaman zaman
hükümlerini değiştirmesi, O'nun ilminin kapsamı İçindedir. Yoksa bir âyetin
lafzı diğer bir ayetin lafzından daha hayırlıdır anlamına gelmez» demektedirler.
Hal böyle olunca neshe­den hüküm ister âyet, ister hadis olsun neshedilen
hükümden daha ha­yırlıdır. Zira onların hepsi alîm ve hakîm olan Allah (cc)'ın
kullarına teş­riîdir.

Cumhur'un görüşü, diğer görüşlere tercih edilir.
Zira nesheden hü­kümlerin, nesholunan hükümlerden daha hayırlı ve daha faziletli
oluşu, gelecekteki sevabı ve kullara qetirdiği kolaylıklardan dolayıdır. Bu
konu­nun daha geniş izahı Usulü Fıkıh kitaplarında bulunur.

 

 

 

imam Fahreddin er-Râzî, «Bazı alimlere göre
nesheden hükmün nes­hedilen hükümden daha ağır olması caiz değildir. Zira Allah
(cc)'ın: «Biz ondan deha hayırlısını ve benzerini getiririz» âyeti, nesheden
hükmün bir önceki hükümden daha ağır olmayacağını gösterir. Daha ağır olan
hü­küm, daha hayırlı olmadığı gibi benzeri de olamaz. Bu görüşteki alimlere şu
cevabı verebiliriz: Daha hayırlıdan maksat, ahirette sevabı daha cok olan
anlamına gelmez mi? Allah (cc)'ın zina eden hakkındaki ilk hükmü, zina edenlerin
hapsedilmesi iken daha sonra bu hükmün kaldırılarak be­kar ise yüz değnek, evli
ise taşlanarak öldürülmesini emreden hükmün gelişi, bir gün olan Aşure orucuyla
ilgili hükmün neshedilerek otuz gün olan Ramazan orucunu emreden hükmün gelişi
ve namazların iki rekat olarak kılınmasını emreden hükümlerin neshedilerek mukim
için dört rekat-lı namazların kılınmasını amir hükümlerin gelişi, nesneden
hükmün, nes­hedilen hükümlerden daha ağır olduğunu
gösterir.

Diğer taraftan kocası ölen kadının iddet müddetinin
bir sene olduğu nu emreden hükmün neshedilerek, iddet müddetini dört ay on güne
indiren hükmün gelişi ve gece namazlarının (teheccüt) kılınmasının farz olduğunu
emreden hükmün kaldırılarak gece namazı kılmayı serbest bırakan hük­mün gelişi,
nesheden hükmün, neshedilen hükümden hafif olarak geldiği­ni de
gösterir.

Yine kıblenin Mescid-i Aksa'dan Kabe'ye çevrilmesi
de bir hükmün feshedilerek benzeri bir hükmün gelişini gösteren en bariz
misaldir»
der.

Yukarıdaki misaller, hükümlerin vâzıı
(koyucusu)'nın Cenab-ı Allah ol-(tuğunu gösteriyor. «Allah'ın herşeye kadir
olduğunu bilmiyor musunuz?» ferman-ı ilâhisi, nesheden hükümlerin ister ağır,
ister hafif, ister benzeıl oİMiın aynen kabul etmemizin imanımızın kemaline
işaret edeceğinin be yıınıdır. En küçük bir şüphe -Allah, müslümanları korusun-
insanları İsyan ve küfre götürür. Zira Kur'anı Kerimdeki bir hükmün inkarı ile
tümünü İn kur arasında  bir fark
yoktur.

 

 

 

Alimlerin cumhuruna göre nesh, yalnız emreden ve
yasaklayan âyet-lorle olur. Haber âyetlerinde olmaz. Bazı alimlere göre de haber
nevinden ulun âyetler bir şer'î hükmü öngörüyorsa, o âyetlerde nesh caiz olur Ki
Allah'ın «Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden de içki
va Uü/ol bir rızık edinirsiniz. İşte bunda da aklını kullanacak bir
kavim tgln hiç şüphesiz bir ayet vardır.» (Nahl: 67) âyeti, haber nevinden bir
âyul ol nifisına rağmen, bir şer'î hüküm ihtiva ediyor ki buda içkinin mubah
ol­duğudur. Âyetdeki «Hurma ağaçlarının meyvasından ve üzümlerden d* İçki ve
güzel bir rızık edinirsiniz» cümlesinden anlaşılan, içkinin bu clyntin ımı/uI
tarihinde mubah olduğudur. Daha sonra gelen: «Ey iman edeıılar, İçki, kumar
(tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın a malinden bir
murdardır. Onun için bun(lar)dan kaçının ki muradınıza ara-•İniz. Şeytan içkide
ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmak, •lıl Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık siz (huplnlı) vazgeçtiniz değil mi?» (Maide:
90-91) âyetleri, içkinin kesin olaruk yunak «itildiğini gösterir. Görülüyor ki,
haber neviinden âyetlerde de nosh ulur,

İbn-i Certr et-Taberî: «Allah (cc)'ın «Biz
neshettiğimiz veya unuttur­duğumuz bir âyetin...» buyruğundan, bir âyetin
hükmünü diğer bir âyetle değiştirme anlaşılır. Bu ise helali haram, haramı helal
etme, daha önce mu­bah olan bir şeyi yapmayı sakıncalı hale getirme ve sakıncalı
bir şeyi mu­bah hale getirme ve ilh... gibi hükümlerin değiştirilmesinin ancak
emre­den, yasaklayan ve mubah kılan âyetlerle olacağını gösterir. Bu âyetlerin
kendilerinde de nesh yapılabilir. Haber âyetlerinde İse nesh olmaz.»
der

Kurtubi ise: «Nesh. yalnız Resulullah (sav)ın
hayatında olmuştur. O'-nun ahirette teşrifinden sonra olmamıştır. Zaten vahy
kesildikten sonra j ortaya çıkan icmâ-ı ümmet de bu yoldadır»
[66] demektedir.

 

 

 
 

1. Kitap ve sünnetin işaret ettikleri gibi
hükümlerin neshini, Icmâ da kabul etmektedir.

2. Şerlat-ı Garra, kulların maslahatlarına azami
derecede riayet et­miştir. Bundan dolayı bazı hükümler nesh
olunmuştur.

3. Nesh, ancak helal ve haram bildiren ayetlerde
olur, haber ve kıssa âyetlerinde olmaz.

4. Hükümlerin mercii ancak Cenab-ı Haktır.  Allah (cc) kullarına dünyada selameti,
ahirette saadeti bahşeden hükümler göndermiştir.

5. Alîah (cc), her şeyin maliki ve sahibidir.
O'nun hüküm ve emirlerine teslim olmak her mükellefe
farzdır.

8. Kâmil bir müslümanın vazife?', yahudilerin
peygamberlerine sor­dukları gibi. peygamberine hangi konuda olursa olsun İtiraz
yoluyla soru sormamaktır.

7. İnsanların asi olmasına: doğru yoldan ayrılma
ve sapıkların yolun­dan gitme sebep olur.

 

 

 

Parlak İslâm şeriatı, her zaman ve mekanda halkın
maslahatlarını na­zarı itibara alarak, doğru yolda yürümelerini temin için
gelmiştir. Hükümlerin tedrici gelişi ve onlara şer'î teklifleri kabul ettirmede
herhangi bir zorlama ve meşakkati hissettirmeme yoluna gidilişi Allah (cc)'in
kullarına rahmetinin bir tecellisidir.

Allah (cc)'ın va'z ettiği nizam, inananlara
anlaşılması gayet kolay ge­len, hiç bir günahı emretmeyen, hülasa, dünyada
selameti, ahirette saa­deti için ne lazımsa onu emreden bir sistemdir ki,
kullarına onu gönder­miştir, islâmi hükümlerin insanlığın maslahatlarını
karşılamak için gön­derildiği bilinir. Bu maslahatlar zamanın ve yerin
değişmesiyle değişe­bilir.
[69] Meselâ: Bir hükme ihtiyaç olduğu zamanda Allah (cc). o İhtiya­cın halli
için bir hükmü emreder. Daha sonra bu ihtiyacın ortadan kalkma­sıyla o hükmüde
ortadan kaldırarak (neshederek), onun yerine maslahata uygun bir hüküm gönderir.
Bu nesh ediş kullar için daha kolay ve mas­lahata uygundur. Mütehassıs bir
doktorun hastasının tedavisinde hastalı­ğın seyrine göre ilaçlarını değiştirmesi
gibi. Bütün peygamberler, kalble-rln doktoru ve insanların terbiye edicileri
olarak gönderilmişlerdir. Her peygamberin şeriatı, içinde yaşadığı insanların
maslahatlarına uygun bir tarzda tedrici bir surette Allah (cc) tarafından va'z
edilmiştir. Zira ser'I hükümler ilaçlar gibidir. Bir zaman hastanın tedavisi
için verilen ilaç, ay­nı hastaya bir müddet sonra verilirse hastalık yapar.
Bundan dolayı bir kavme gönderilen şeriat, diğer bir kavmin yaşayışına uymadığı
için onlara da yapabilecekleri hükümleri ihtiva eden bir şeriat gönderilir. Bunu
da dinler tarihini okuyan ve üzerinde inceleme yapanlar bilir. Bu, hakim ve alim
olan Cenab-ı Allah'ın hükmüdür.

 

 

 

«Yaratıcı Allah (cc), Arap kavmini 23 sene gibi
kısa bir zamanda tedri­ci olarak terbiye etmiştir. Bu terbiye ediş. başka
kavimler için sosyal mü­nasebetler vasıtasıyla bir kaç nesilde mümkün olurdu.
Bundan dolayı Al­lah (cp). islam milletine kabiliyet ve güçlerine göre hükümler
göndermiş­tir. Onların kabiliyet ve güçleri terakki ettiği oranda Cenab-t Hak,
daha önceki hükmü, başka bir hükümle değiştirmiştir. Bu Allah (cc)'ın kavimler
ve fertler Icin İcra ettiği bir yoldur.

Canlı varlıklara bakıldığı zaman, onlarda
değişmenin (neshin) varlığı alıkça görülür. İnsan sperminin önce cenin, daha
sonra bebek, çocuk, gene, orta yaş ve ihtiyarlık şekline intikal etmesi kainatta
muhakkak bir değişikliğin olduğuna delildir. Kainattaki bu değişikliği kabul
etmemek mümkün değildir.

Allah (cc) tarafından bir kavim için bir hükmün
diğer bir hükümle de­ğiştirilmesi nasıl kabul edilemez? Akıllı bir insan için,
en ilkel bir yaşayışta olan Arap kavmini, insanlığın en yüksek mertebesine
ulaştıran hükümlerin ilahi bir hikmeti olduğu görülmez mi?

Kainatta neshin varlığı inkar edilemez. Bir insanın
çocukluk dönemine ait hükümler ile yaşlılık dönemine ait hükümler nasıl
birbirinden farklı ise, kavimlerin ilk ve son zamanlarına ait hükümler de
birbirinden öylece farklıdır. Bunun içindir ki hüküm sahiplerinin en büyüğü
Allah (cc)'ın, in­sanlığın maslahatı için hükümlerde nesh yapması
mümkündür.

 

 

 

Her zaman ve her yerde herkes tarafından
yapılabilen, insanlar ve cinler tarafından bir harfi dahi noksanlaştırılamayan
islâm şeriatının sı­nırlarını çizen Allah (cc), irade ettiği yerde hükümlerinden
istediklerini nes-hetmiş, yerine başka hükümler koyarak onu tamamlamıştır. 14
asırdan be­ri hükümleriyle amel edilen hatta gayr-ı müslim ülkelerde çeşitli
dillere tercüme edilen Kur'an-ı Kerim değiştirilememiştir. Diğer semavi dinler
ise, kahinler tarafından tahrif edilerek hükümleri değiştirilmiştir. Bugün
onlar­da beşeriyyeti dünyada selamete, ahirette saadete kavuşturacak hiç bir
hüküm bulunamaz.»

 

 

 

142- İnsanlardan (Yahudi ve müşriklerden) bir takım
beyinsizler: (Müslümanların namazda kıble edinip) üzerinde durdukları (devam
ettik­leri eski) kıblesinden çeviren (sebep) nedir?» diyecekler. De ki
(Habibim): «Doğuda Allanın batı da. O, kimi dilerse onu doğru yola
iletir.»

143- Böylece sizi (Ey Muhammed ümmeti) vasat (orta)
bir ümmet yapmışızdır, insanlara karşı (hakikatin) şahitler (i) olasınız. Bu
peygam­ber de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye, (Habibim) senin hala
üstün­de dura geldiğin (Ka'beyi tekrar) kıble yapmamız; O peygambere (sana)
uyanları (senin izince gidenleri) ayağının iki ökçesi üzerinde geri
denecek­lerden (irtidad edeceklerden ve münafıklardan) ayırt etmemiz içindir.
Ger­çi kıblenin bu suretle (çevrilmesi) elbette büyük bir (mesele)dir. Ancak bu
Allah'ın doğru yola ilettiği klmseter hakkında (asla varit) değil. Allah,
İma­nınızı zayi edecek değildir. Çünkü Allah, insanları çok esirgeyendir,
(on­lara) rahmet (ve inâyet)ini râyigan edendir.

144- biz, yüzünü (vahye intizar ve iştiyakinden)
çok kere göğe evirip çevirdiğini görüyoruz. Şimdi seni har halde hoşnut   olacağın   
bir kıble'ye döndürüyoruz. (Namazda) yüzünü artık Mescidi Haram tarafına
(Ka'be semtine) çevir. (Ey mü'minler). siz de nerede bulunursanız (namaz­da)
yüzlerinizi o ycna döndürün. Şüphe yok ki kendilerine kitap verilen­ler bunun
Rablerlnden gelen bir gerçek olduğunu pek iyi bHHer. Allah, onların
yapacaklarından gafil değildir.

145- Andolsun ki (Habibim) sen, kendilerine Kıble
verilenlere (kıb­le meselesine dair) her âyeti (burhanı,   mucizeyi)  
getirmiş olsan onlar (İnatlarından) yine senin kıble'ne
uymazlar.

Sen de onların kıblesine tabi olucu değilsin.
(Hatta) onların kimi kimin (Yahudiler Hristiyanlarm, Hristiyanlar Yahudilerin)
kobtesine uyucu değfl-dK Andolsun (Habibim) sana gelen bunca ilim (ve vahy) den
sonra (bil farz) onların neva (ve heveslerine uyacak olursan, o takdirde
şüphesiz «e muhakkak (kendilerine) yazık etmişlerden
sayılır)sın.

 

 

 

(Essufehâü): Arab dilinde «ince ve hafif şey»
anlamında olan sefil kelimesinin çoğulu «Essufehâü» dür. Vakarı ifade hilim
kelimesinin zıddıdır. Sefih kelimesi, daha açık anlamıyla noksan akıl­lılığı
ifade eder.
Bundan dolayı Arab dilinde çocuklara da sefih
denir.

«kim Cenab-ı Hak. diğer bir âyetinde buna işaret
eder:

«Allah'ın illi •ftına diktiği mallarınızı
beyinsizlere vermeyin...» (Nisa: 5)

(Vellahüm): Çevirmek
anlamındadır.

(Gıbletihim): Mukabele kökünden gelen kıble
kelime-

nl, yönelme anlamındadır. Bilâhare müslümanların
namazda yöneldikleri tarafa Kıble adı verilmiştir.

(vasaten): Vaset (orta) anlamındadır. Bu anlama
gel-

dlginl Cenab-ı Hak'kın diğer bir âyeti de te'yit
eder. «Ortancaları: «Ben •ite demecim mi? (Allah'ı) tenzih etmeli
değimliydiniz?» dedi» (Kalem: 28). Vrmat kelimesi, gerçekte her şeyin ortası,
yani normal manasına gelir, 21-m bir şeyde haddi tecavüz etmek iyi
değildir.

(Agibeyhi): Agibeyhi. ayak ökçesi yani İki ayağı
üzerinde geriye dönmek anlamına gelen agib kelimesinin tesniyesldlr Bunun kin
âyetteki bu cümlenin anlamı «Biz. islâm dininde sabit kalanlar İle on-ılnn
dönenleri birbirinden ayırmak için»dir.

(Lekebireten): Ayetteki anlamı, zahmetli, büyük
ve ıığır şeklindedir.

(Raûfun
rahim):
Raûfun, rahmet anlamındadır, Yalnız Allah (cc)ın
sıfatı olarak anlamı, çirkin ve kötü bir şeyi uzaklaştır mu şeklindedir. Cenab-ı
Hak. kullarından her kötü şeyden uzak durmalarını «m letüöj için. Kur'an
lisanıyla kendisine «Rauf* adını vermiştir. Rahmet keli mmi. hem sevileni hem de
çirkini ihata eder. Yani Allah (cc) «rahimdir» ıfenildiği zaman «sevdiği
kullarına rahmet ettiği gibi, fâsık ve kâfirlere d» ıtıhmet eder» demektir. Onun
için Allah (cc), kendisine «Rahim» İsmini vermiştir.

(Tegallube
vechike):
«Yüzünü çok kere göğe evirip çevirdiği»
anlamındadır. Zira gök. vahyin kaynağı ve duaların kıblonKtlr Jeccoe bununla
ilgili olarak.- «yüzünü çok kere göğe evirip çevirdiğinden» waksat. Resulullah
(sav)ın göğe baktığı zaman, gözlerini evirip çevirdiğidir. Buno göre âyetteki bu
cümlenin anlamı «çoğu kez, yüzünü ve gözlerini gök tarafına -kıblenin Ka'beye
dönüşü için vahyin nazlı olmasını istemek üzere- çevirdiğini görüyoruz»dur.»
der.

(Felenüvelliyenneke kıbleten): «Hoşnut olacağın
bir Kıble'ye döndürüyoruz» yani «Senin hoşnut olacağın bir Kıbleye dönmene imkan
veriyoruz» demektir. Âyetin bu bölümünde Allah (cc)'tan Resul (sav)'üne,
kıble'ye dönme konusunda bir müjde vardır.

(Şatrel
mescidi):
«Mescid-i Haram tarafına». Lügatta şatır, yön
anlamında olduğu gibi bazen bir şeyin yarısı manasına da gelir. Resulullah
(sav)'ın. «Temizlik, imanın yarısıdır» buyruğundaki «ya­rısıdır» sözünün Arap
dilindeki karşılığı «şatır»dır. Âyette yön anlamında kullanılmıştır. Âyetin bu
bölümünün izahı «Yüzünü, Ka'be (Mescid-i Haram) cihetine
çevir»dir.

(Ütül
kitabe):
«Kendilerine kitap verilenlerden mak­sat,
Yahudi ve Hristiyanlardır. Kitap kelimesiyle Tevrat ve incil
kastedil­miştir.

 

 

 

Resulullah (sav). Mekke'de iken namazda hep -daha
önceki Peygam­berler gibi- yönünü Mescid-i Aksa'ya çevirirdi. Yalnız en büyük
babası Hz. ibrahim (sav)'in kıblesi olan Ka'be'ye yüz çevirmeyi çok arzu
ederdi.. Re­sulullah (sav), onun davetini yenilemek ve yeni bir nizam getirmek
için gelmişti. Ka'be, kuruluş bakımından Mescidi Aksa'dan daha eskiydi.
Pey­gamber efendimiz (sav), Yahudilerin «Muhammed (sav), yeni getirdiği dinle
bize karşı iken, neden bizim kıblemize yöneliyor?» ve «Eğer bizim dinimizi
bilmeseydi. namaz kılarken kıblemize yönelir miydi?» sorularına muhatap
oluyordu.
[75] Onların tarizleri yüzünden Resulullah (sav). Mescid-i Aksa'ya yönelerek
namaz kılmayı hoş görmüyordu. Hatta Resulullah (sav), bir gün Cebrail (sav)'e
«Allah (CC)'dan arzum, namazda beni Yahudilerin kıblesin­den başka bir yöne
çevirmesidir.» dedi. Resulullah (sav), daima göğe ba­karak Allah (cc)'tan
«Kıblenin. Ka'beye çevrilmesi hususunda vahyin gel­mesini» niyaz ederdi.
[76] Allah (cc)'dcı,
Resulullah (sav)'a onları red etmesi için. Yahudilerin münafıklarından beyinsiz
cahillerin henüz kıblenin Ka'beye dönmesiyle ilgili âyet gelmeden önce,
gelecekte kıble âyetiyle alakalı söyleyecekleri sözlerini haber verdi. Ki
Resulullah (sav), onlardan gelecek üçüncü bir olaya karşı metanetli dursun ve en
kesin cevabı da versin. Hem de Kıble âyeti gelmezden önce Resulullah (sav)'ın
onlara vereceği bu haberle, risaletini tasdik eden açık bir mucize
olsun.

 

 

 

Halkın beyinsizleri -münafıklar, müşrikler ve
Yahudilerin sapıkları-«Daha önce Peygamberlerin ve Resullerin kıblesi olan
Mescid-i Aksa'dan Hz. Muhammed (sav) ve müslümanları Ka'be yönüne çeviren
nedir?» di­yecekler. Allah (cc), Resulullah (sav)'a; «Sen onlara de ki; Doğu,
batı ve tüm yönler Allah'ındır. Allah (cc), mülkünde istediğini yapmaya kadirdin
buyurdu. Allah (cc), kullarından dilediklerini dünya ve ahirette saadeti
Brlştirir.

Ey müslümanlar. sizleri hidâyete getirdiğim gibi
İbrahim Peygam­berin kıblesi olan Ka'beyi de namazda yöneleneceğiniz yer olarak
tayin ettim. Öyle ki bütün milletlerin en faziletlisi olarak sizi seçtim ve adil
hlr ümmet kıldım. Ki kıyamet günü geçmiş kavimlerin, «kendilerine gönderilen
peygamberlerin benim emirlerimi tebliğ etmediklerini» İddiaları üzerine geçmiş
peygamberlerin lehinde şehadet edesiniz.

(Ey müslümanlar) Resulullah (sav), sizin iman
ederek kendisinin ant1' mlş olduğu en son ve en mütekâmil dine ittiba ettiğinize
şahitlik edecektir Biz sana, namaz kıldığın kıble'den Ka'beye dönmeni, dine
şüphe soknnltır ile imanları sağlam olanları birbirinden ayırmak için
emrettik.

Yahudiler ve münafıklar, Mescid-i Aksa'ya yönelik
namaz kılan andık müslümanları saptırmak ve dinleri hakkında şüpheye düşürmek
İçin, «111/ ler, Hz. Muhammed (sav)'in nasıl bir peygamber olduğuna hayret mllyo
ruz? Çünkü getirdiğini iddia ettiği yeni dinin hükümlerinin, eski şeriat­ların,
bilhassa Tevrat ve İncil'in ihtiva ettiği bütün hükümleri kaldırdığını Höylediği
halde ibadetlerin en mukaddesi olan namazda onların yöneldiği kıbleye dönerek
namaz kılıyor. Onun bu tavır ve hareketleri bizleri şüp< İtelendiriyor.»
iddialarını ortaya attılar. Halbuki onlar, Ktble'nin Mescld-I Haram'a
dönüştürülüşünün Resulullah (sav)'a gelen bir emirle olduğunu çok
biliyorlardı.

Ey müslümanlar, zahir ve batın kendisine malum olan
Allah (cc), on­ların yaptıklarını çok iyi bildiği için bunun hesabını onlardan
soracaktır.

 

 

 

A. Buhari ve Müslim. El-Berrâ bin Âzib (ra)'dan
rivayet edilen bir hadis-i şerifi şöyle naklediyorlar:  «Resulullah (sav). Medine'ye İlk
geliş­lerinde ensarilerden dayısı oğullarının yanına vararak 6 ay kadar namazını
Mescid-i Aksa'ya yönelerek kıldı. Fakat O. kıblenin Ka'beye yönelik olma­sını
istiyordu. Resulullah (sav)'in Ka'beye yönelmesi ilk defa ikindi nama­zında vaki
olmuş, cemaati de onunla aynı yöne dönmek suretiyle namaza devam etmiştir.
Peygamber (sav) efendimizin ashabıyla beraber İlk defa Ka'beye yönelerek kıldığı
(Medine'de Kıbleteyn mescidinin bulunduğu şim­diki yerde) namazdan sonra
sahabelerden biri cemaatten ayrılarak Mes­cid-i Saadet'e gitti. Oradaki cemaatin
yine Mescid-I Aksa'ya yönelik na­maz kıldıklarını, hem de rükûya gitmiş bir
halde iken görünce onlara: «And olsun, ben Resulullah (sav)'ın Ka'beye yönelerek
namaz kıldığına, Allah (cc) için şahitlik ederim» dedi. Bunu duyanlar namazda
iken hemen Ka'beye yönelerek namazlarına devam ettiler. Kıblenin Ka'beye
dönmesin­den önce Mescid-i Aksa'ya yönelik namaz kılanlardan ölen veya şehit
olan­lar hakkında da: «Allah, imanınızı zayi edecek değildir» âyeti nazil oldu.
Bu âyet. kıbleninKa'beye dönmesinden önce Mescid-i Ak'sa'ya müteveccih namaz
kılanların, namazlarının kabul edildiğine delâlet eder.

B. El-Berrâ (ra) da: «Resulullah (sav), Mescid-i
Aksa'ya yönelerek na­maz kılardı. Fakat daima kıblenin Ka'beye dönmesi için
semaya yüzünü çevirerek bakardı. Bunun üzerine Allah (cc): «Biz, yüzünü çok kere
göğe evirip çevirdiğini görüyoruz. Şimdi seni herhalde hoşnut olacağın bir
kıble­ye döndürüyoruz» âyetini inzal buyurdular. O zaman müslümanlardan bir
gurubun «Kıblenin Mescid-i Haram'a dönmesinden önce bizim ve kardeş­lerimizin
Mescidi Aksa'ya yönelerek kıldığımız namazlarımızın kabul edilip edilmeyeceğini
bilmek istiyoruz» demeleri üzerine «...Allah, imanınızı zayi edecek değildir»
âyeti nazil oldu.»
demektedir.

Bu iki Hadisi Şerif, kıble âyetinin gelişindeki
hikmeti göstermeye ka­fidir.

 

 

 

Birinci
incelik:
Alloh (cc), kıblenin çevrilmesi emrinden önce,
Yahu­dilerden sefihlerin (beyinsizlerin), kıblenin Ka'beye çevrilmesinden sonra
ne söyleyeceklerini. Resulullah (sav)'a mucize olmak üzere bildirmiştir. Bu
haber veriş, Resulullah (sav)'ın peygamber olarak gelişini tasdik ve n'nun
düşmanlarına kesin bir cevap veriştir.

Zemahşerî. «Keşşaf» isimli tefsirinde özetle:
«Kıblenin dönüşünden önce, beyinsizlerin kıblenin Ka'beye çevrilmesinden sonra
ne söyleyecek-İminin Resulullah (sav)'a haber verilmesinin faydası nedir? Bu
soruya ce­vap olarak şöyle denebilir: «Düşmanların (Yahudilerin) gelecekte ne
söyle­yeceklerinden önce onlara cevap vermek, aradaki fikrî çatışmayı ketin bir
şekilde reddeder»
demektedir.

İkinci
incelik:
Allah (cc).«De ki: (Habibim) «Doğu da Allah'ın,
batı da. O, kimi dilerse onu doğru yola iletir.» âyetiyle insanlardan
beyinsizlere Yahudiler, müşrikler ve münafıklar- dimağlarını çatlatırcasına bir
red ce­vabı vermektedir. Gerçekten bütün yönler O'nundur. Hiç bir yön diğerlerin
don daha kıymetli değildir. Hiçbir yerin, kendi başına kıble olması mümkün
değildir. Cenâb-ı Allah (cc), hangi yönü dilerse, onu kullarına kıble olarak
tahsis eder. Kıbleyi çevirme konusunda Allah (cc)'ın dışında hiç kimsenin hir
şey konuşma hakkı yoktur, insan için lazım olan, Allah (cc)'a hulus u kalp İle
yönelmek ve emirlerine uymaktır. Kıblenin dönüşüyle llgll| şüph« sahipleri, en
geri zekalı ve en düşüncesiz kimselerdir.

Üçüncü
incelik:
Âyetteki «Sizi vasat bir ümmet yapmışızdır»
cümlesin­de derin bir incelik vordır. Herşeyin hayırlısı, vasat olanıdır, ifrat:
bir şeyi fazlasıyla, tefrit; bir şeyi noksanıyla yapmadır. Her ikisi de insan
İçin be­ğenilmeyen ve sevilmeyen bir haldir. Gerek Allah (cc), gerekse
Resulul­lah (sav) tarafından sevilen ve tavsiye edilen, her.ikisinin ortası yani
va nnt olanıdır. İbn-i Cerir et-Taberi: «Yahudiler, tefrite giderek kitaplarını
değiştirmişler. Peygamberlerini (Hz. Zekeriyya ve Hz. Yohya) öldürmüşler ve
dinlerinin.bir çok emirlerin! yapmamışlardır. Hristiyanlar ise, ifrata gl dorek
Hz. İsa'ya Allah (co)'ın oğlu sıfatını vermişlerdir. Müslümanlara gelince. Allah
(cc)'ın «Sizi vasat bir ümmet yapmışızdır» emrinden de an­laşılacağı üzere
dinlerinde daima vasat yolu seçmişler, ne ifrata ve ne d* tefrite düşmemişler ve
düşmeyeceklerdir, inşallah, bu hal kıyamete kadar devam edecektir»
der.

Dördüncü
incelik:
«Bu ümmetin, inkarcı olan diğer ümmetlere karşı
kıyamet günü hakikat şahitleri olmaları, onların en faziletli bir ümmet
ol­duğuna en büyük delildir. Çünkü diğer ümmetler, kendilerine gönderilen
peygamberlerin dini tebligatlarını inkar edecekler. Allah Teala (cc)'da her şeyi
daha iyi bildiği halde peygamberleri sorguya çekerek: «Tebligat yap­tığınıza
dair şahitleriniz var mı?» buyuracak. Peygamberler de «Evet, Hz. Muhammed
(sav)'in ümmetidir» diyerek onlardan şahitlik isteğinde bulu­nacaklar. Bu arzuya
karşı Resulullah (sav)'ın ümmeti, peygamberlerin le­hinde şahitlik yaptıklarında
geçmiş ümmetler: «Sizler bizlerden sonra gel­diğiniz halde nasıl bizim
aleyhimizde şahitlik yaparsınız?» diyecekler. On­larda (Muhammed ümmeti)
kendileriyle ilgiyi bilgiyi doğru olan pergam-berlerinin diliyle «Allah'ın haber
verdiğini» söylecekler. O zaman Resulul­lah (sav) gelerek «Ümmetinin âdil
olduğunu» söyleyerek tezkiyede bulu­nacak ve şahitlik yapacaktır.» biçiminde
rivayet olunmuştur.

Buhari, sahihinde Ebu Said el-Hudri (ra)'dan şu
hadis-i şerifi naklet­mektedir: «Kıyamet günü, Hz. Nuh), Allah (cc)'ın. «Sana
verdiğim emirleri, ümmetine tebliğ ettin mi?» sorusuna «Evet, Ya Rabbi» diyerek
cevap verecektir. Cenab-ı Allah (cc), bu defa onun ümmetine: «Size gönderdiğim
peygamber, emirlerimi size bildirdi mi?» diyecek, onlar da: «Bizi azaptan
korkutacak ve ibadete davet edecek hiç kimse gelmedi» diyecekler. Bu­nun üzerine
Allah (cc), Hz. Nuh (sav)'a: «Sana kim şahitlik yapacak?» diye soracak. O da:
«Muhammed ve ümmeti şahitlerimdlr» diyecek. Re­sulullah (sav) ve ümmeti de
hakikaten onun dini emirleri ümmetine aynen tebliğ ettiğine şahitlik
edeceklerdir.» Bu hadisi şerif. «Böylece sizi, vasat bir ümmet yapmışızdır,
insanlara karsı (hakikatin) şahitleri olasına. Bu peygamber de sizin üzerinize
tam bir şahit olsun diye...» âyetinin en doğru tefsiri olduğu gibi. daha önce
nakledilen rivayeti de en kuvvetli bir senetle te'yit etmektedir.

Beşinci
incelik:
«O peygambere (sana) uyanları (senin izince
giden­leri) ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden (irtidad
edeceklerden ve münafıklardan) ayırt etmemiz içindir...» âyetinin tefsiri
konusunda Ali bin Ebi Talip (ra): «Arap diline göre bilginin karşılığı olan ilim
kelimesi ile göstermek manasına gelen ru'yet kelimesi birbirlerinin yerlerine
kul tanıtabilir. Mesela: Fil suresinin başında «Sen görmedin mi?» anlamına go
len «Elemlere» cümlesi kullanılmıştır. Halbuki Resulullah (sav), olayın meydana
geldiği yıl doğmuş olduğundan fil vakasını görmemiştir. Bu cüm lenin yerine «Sen
bitmedin mi?» anlamına gelen «Elem tağJem» cümleni nin kullanılması lazım
gelirdi.»
der.

Taberi ise: «Allah (cc). her şeyin mahiyetini daha
yaratmadan önen bilir. Ancak âyetteki- «ayırt etme»yi bilme. Resul (sav)'ünün ve
velilerinin bilgi edinmesi içindir. Yani Resulullah (sav), kendisine gerçekten
uyanlm İle uymayanları birbirinden ayırsın ve bilsin. Yoksa Allah (cc)'ın biln»
demek değildir. Çünkü Araplar, herşeyi reislerine izafe ederler. Mıü.h Ömer
(ra), Irak'ı fethetti ve haracını aldı. Halbuki İrak'ı fetheden ve İmi cim alan
Hz. Ömer (ra) değil, ordusuydu.»
demektedir

ibn-i Abbas (ra), bu âyetin tefsiriyle ilgili
olarak şöyle der: «Guıc müslümanlar ile şüphe sahipleri ve münafıkları
birbirinden ayırt  utun >
İçindir.»

Zemahşerî, Keşşafında şöyle der: «İlim kelimesinden
maksat, lııyln «tme bilgisidir. Buna göre âyetin anlamı «Biz sevap
vereceklerimi/ lln ateşle azab edeceklerimizi birbirinden ayırmak içindir.»
Nitekim; «Yoksa İz -Allah içinizden savaşanlar (la savaşmayanlarjı belli
«tmeden- baldanler (le etmeyenler)! belli etmeden cennete girivereceğinizi mi
sandınıi?ı (Al'i imrân: 142) âyetinde görüldüğü gibi ilim kelimesi, tayin etme
unlunu taşıyan bilgi manasına kullanılmıştır»

Altıncı
incelik:
Allah (cc), «Ayağının iki ökçesi üzerinde geri
dönmek­lerden...» âyetindeki bu cümle ile dinden dönüp irtidat edenleri, «İki Ok
çesi üzerinde dönenler» olarak vasıflandırmaktadır. Çünkü onlar, Imun vb
(İdillerini terketmişlerdir. Dolayısıyle Allah da, Kur'an'da bu İfadeyi kul
lanmıştır.

Mürtedler yine Kur'an'da şöyle tavsif edilmektedir:
«En son arka çevir di ve büyüklük tasladı da» (Müdessir:
23)

Yedinci incelik: Cenab-ı Hakkın: «Allah, imanınızı
asla zayi edecek değildir» âyetinde «iman»dan murat, namazdır, iman, ancak
namazla tamarnlanır. O; niyet, söz ve işi ihtiva eder. Zaten iman da bunlardan
ibaret­tir. Bu âyetin nazil oluş nedeniyle ilgili olarak Kurtubî: «Alimler, bu
âyetin Mescid-i Aksa'ya yönelik namaz kılan ve kıble âyeti nazil olmadan önce
ölen veya şehit olanların namazlarının kabul edildiğini beyan etmek için nazil
olduğunda ittifak etmişlerdir. Zira Abdullah bin Abbas'tan rivayet edi­len şu
hadis-i şerif buna işaret eder; «Besulullah (sav). Allah (cc)'ın em­riyle
namazda Ka'beye yönelince sahabelerden bir gurubun, «Ya Resulul-lah (sav), daha
önce Mescid-i Aksa'ya yönelik namaz kılan kardeşlerimiz­den ölen veya şehit
olanların durumları ne olacak?» diye soru sormaları üzerine bu âyet nazil oldu»

Sözlerine devamla: «İmam Malik (ra)'de «Bu âyette
namaz, imandan değildir» diyenlerin iddialarının doğru olmadığını beyanla bu
iddiaları red­deder»
der.

Sekizinci incelik: Zemohşeri: «Gadnera»
cümlesindeki gad kelimesi, çoğul ifade eden «rübbemâ» anlamındadır. «Gadnera»
cümlesinin manası «senin yüzünü semaya çok kere evirip çevirdiğini görüyoruz»
dur. öyley­se «Gadnera» tabiri, âyette geniş kapsamlı müzari fiil-İse de, geçmiş
za­man ifade eden mazi fiil şeklindedir. Nahiv alimlerinin görüşleri de bu
yol­dadır. Bunun örnekleri: «Allah, içinizden (insanları Resululloh'tan) geri
bı­rakanları...» (Ahzab: 18). «Andolsun, biliyoruz ki onların söyleyip durduk­la
inden göğsün cidden daralıyor (Habibim)» (Hicr: 97) âyetlerinde de olduğu gibi
geniş kapsamlı müzarillil. geçmiş zaman ifade' eden mazi fiil anlamındadır»
der.

Dokuzuncu incelik: Bazı muhakkik müfessirlere göre
«Biz yüzünü çok kere göğe evirip çevirdiğini görüyoruz. Şimdi seni herhalde
hoşnut ola­cağın bir kıbleye döndürüyoruz» âyetinde. Resulullah' (sav)'ın Allah
(cc)'a karşı ne kadar güzel bir edep takındığına dair, bizler için çok ince bir
uyarı vardır. Zira o. kıblenin dönmesini arzu etmesine rağmen şifahen dua
etmeyip, vahyin gelmesini beklemiştir. Bu edeb numunesi tavra karşı, Allah Jcc).
sevdiği ve arzu ettiği bir kıbleye yönelmesi emrini âyeti ile O'na
ikram-etmiştir. Resulullah (sov)'ın kıblenin. Mescld-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a
dönmesini arzu etmesinin bir kaç sebebi vardır:

1- Yahudilerin Resulullah (sav) hakkında «Muhalif
bir din getirdiğini iddia etmesine rağmen bilim kıblemize yöneliyor»
demelerinden dolayı kıb­lenin dönmesini istiyordu.

2- Mescid-i Haram, büyük babası    Hz. İbrahim (sav)'in kıblesiydi. Onun ic-in
büyük babasının kıblesine yönelmeyi arzu ediyordu.

3- Resulullah (sav), Arapların gönüllerini hoşnut
ederek İslama gir­melerini arzu ettiğinden, kıblenin dönmesini istiyordu. Zira
Araplar Mes-Old-I Haram ve Ka'benin, en mukaddes bir yer olduğu
inanandaydılar.

4- Peygamber (sav) efendimizin menşei, Mescid-i
Haram'ın bulun­duğu emin belde Mekke-i Mükerreme'dir. O, bu şerefin doğup
büyüdüğü şehirde bulunan Mescid-i Haram'a verilmesini arzu
ediyordu.

Onuncu incelik: Âyette «Ka'be» kelimesi yerine
Mescid-i Haranı tobl-rlnin kullanılmasında bizzat Ka'benin değil, cihetine
yönelmenin farz ol­duğuna dair ince bir işaret vardır. Eğer Ka'beye denilseydi
müslüman-Itırın birçok zorluklarla karşılaşacakları aşikardı. Geniş bilgi
ileride veri­lecektir. Âyette «Kıbleye yönelme» emrinin «(Namazda), yüzünü artık
Mm-cld-l Horam tarafına çevir» cümlesiyle hususi olarak Resulullah (sav)'a,
ııkabinde «(Ey müminler) sizde nerede bulunursanız (namazda) yüzlerini-il o yana
döndürün» cümlesiyle de umumi olarak müslümanlara hitap şok-llnrio gelişi,
kıblenin islam'daki öneminden dolayıdır. Yalnız Resulullah (tıav)'a yapılan
hitab, onun şahsında ümmetinedir. Kıblenin değişmesi emri Modine'de geldiğinden,
Ka'benin yalnız Medine ehlinin kıblesi olablltot-fli, hatta Mescid-i Aksa'nın da
yine kıble olarak kalacağı zannedillrdl. Tüm İm menfi düşünceleri bertaraf etmek
için hem Resulullah (sav)'a. hem dt ümmetine ayrı ayrı hitablar
gelmiştir.

Bununla ilgili olarak Er-Râgib: «Âyette, Resulullah
(sav)'a hususi JS-Mide hitab edilmesi, onun şeref ve arzusuna uymak, daha sonra
mü'mln-Inıo umumi hitab edilmesi de, kıblenin Resul-u Ekrem (sav)'in şahsına hn»
olduğunun anlaşılmaması içindir. «Gecenin birazından gayri (scatlerlndo) kalk»
(Müzemmil: 2) âyetinde görüldüğü gibi hükmün yalnız Resulullnh (Rnv)'a has
olması gibi. Kıblenin dönüşünde büyük bir inkilâb olduğundan Allah (cc), O'nun
ümmetine doğrudan hitabda bulunmuştur.»
[89] der.

 

 

 

 

 

Kur'an-ı Kerimdeki birçok âyetlerde ve olaylarda
«Mescid-i Haram» lüzü geçer. Bu kelimenin birçok manaları
bulunmaktadır:

1- Mescid-i Haram'dan maksat. Kabe-i
Muazzama'dır. «(Namazda) yüzünü artık Mescidi Haram tarafına (Ka'be semtine)
çevir» âyeti de bu anlama işaret eder.

2- Mescid kelimesinden bütün mescitler anlaşılır.
Buna da Resulul-l.ah (sav)'ın: «Benim bu mescidimde (Medine mescidi) kılınan bir
vakit na­maz, Mescid-i Haram'ın dışındaki mescidlerde kılınan 1000 vakit namaz-'
dan daha hayırlıdır.»
[91] ve «Mescid-i Haram, benim şu mescidim (Me­dine mescidi) ve Mescid-i Aksa
dışındaki hiçbir mescide ziyaret maksa­dıyla gidilemez.»
hadis-i şerifleri
delâlet eder.

3- Mescid-i Haram'dan maksat, Mekke-i
Mükerreme'dir. Nitekim: «Kulunu (Muhammed, sav) bir gece Mescid-i Haram'dan
(alıp) Mescid-i Aksa'ya kadar götüren (Allah her türlü noksanlıklardım)
münezzehtir...»

(İsrâ: 1) âyeti buna işaret etmektedir. Zira «İsrâ»
ve «Mirâc» hâdiseleri Mek­ke-i Mükerreme'de meydana gelmiştir. «Onlar küfreden,
sizi Mescid-i Ha­ramdan ve alıkonulmuş hediyyelerin mahalline ulaşmasından men
eden­lerdir...» (Feth: 25) âyeti de, Mescid-i Haram'ın Mekke olduğunu gösterir.
Zira onlar (kâfirler), müslümanların Mescid-i Hararr.'a değil, Mekke'ye
girmesine engel oluyorlardı. Bu hadise, âyetteki Mescid-i Haram'ın Mek­ke-i
Mükerreme olduğuna delalet eder. İsrâ süresindeki Mescid-i Haram'­dan maksat da,
Mekke-i Mükerreme'dir. Dolayısıyle her iki âyetteki «Mes­cid-i Haram» sözünden
maksat, bizzat Ka'be değil, Mekke-i Mükerreme'dir.

4- Mescid-i Haram, Mekke'nin harimi kabul edilen
mahallin ismi­dir. Buna «Ey imcn edenler, müşrikler ancak bir necistir. Onun
için bu yıl­larından sonra onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar...» (Tevbe: 28)
â-yeti de işaret eder. Çünkü «yaklaşmasınlar» emrinden murat, müşriklerin
Mekke-i Mükerreme harimine girmelerinin yasaklanmasıdır. Kıble âyetinde-ki;
«(Namazda) artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir» cümlesinde geçen
«Mescid-i Haram» sözünden maksat, bizzat Ka'be'dir.

 
 
 

 

 

Kıble (Ka'be)'ye yönelmek, namazın farzlarındandır.
Ona yönelmek-sizin kılınan namaz, sahih değildir.' Yalnız savaş meydanında
kılınan na­maz ile kara. deniz ve hava taşıtlarında kılınan sünnet ve nafile
namazItırda vasıta hangi yöne doğru gidiyor veya dönüyorsa o yöne dönülür. lira
İmam Ahmed bin Hanbel (ra), Müslim (ra) ve Tirmizi {ra) İttifakla; fttttulullah
(sav)'ın devenin üzerindeki mahfe'de, onun yöneldiği yöne doğru mıtıiüz
kıldığını rivayet etmişlerdir. Bu hususu; «Maşrlk da Allah'ındır, Mugrıb da.
Onun için nereye (hongl semte) döner, yönelirseniz Allah'ın yiliu (kıblesi)
oradadır. Şüphe yok ki Allah vo'sidir, hakkıyla bilicidir.» (Htıkara: 115) âyeti
te'yid eder.

Alimler arasında, kıblenin farz oluşu hakkında
hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Yalnız Ka'be'nin bizzat kendisine mi yoksa
bulunduğu tarafa mı yönelmek gerekeceği konusunda görüş ayrılığı vardır. Şafii
ile Hanbell'ye Uöro namazda bizzat Ka'benin kendisine yönelmek farzdır. Hanefi
ile Mcı-llki'ye göre ise namazda Ka'benin bulunduğu tarafa yönelmek farzdır. Bu
uörüş ayrılığı, namaz kılan adamın bizzat Ka'benin karşısında olmadığı ynııl
namaz kıldığı yerden baktığı zaman O'nu görmsdiği takdirdedir, Dİ» Ö«ı bir
İfadeyle halkı müslüman olan ülkeler—Mekke şehri hariç—de mül-İdmanların namaz
kıldıkları yerlerde Ka'beyi görmedikleri zamandadır.

Alimler arasında, namaz kılan kimselerin Ka'beyi
görmeleri halindi bizzat O'nun kendisine yönelmelerinin farz olduğu hususunda
görüş ayrı­lığı yoktur. Yani namazda Ka'beyi gören için bizzat kendisine
yönelmek farzdır.

Birinci görüşün (Şafiî ile Hanbelî) sahiplerine
göre, namaz kılan kim-»enin, Ka'beyi görüyorsa bizzat kendisine, görmüyorsa
Ka'benin bulundu-Ou tarafa—Ka'benin bizzat kendisine isabet edecek
şekilde—yönelmeli furzdır.

ikinci görüşün (Hanefî ile Maliki) sahiplerine göre
ise, bir kimse namui kılarken Ka'beyi görmüyorsa, onun için Ka'benin bulunduğu
tarafa yönol-ıııek farzdır.

 
Şafiî ve
Hanbeli'nin delilleri:
 

Şafiî ve Hanbeliler; Kıble hususunda Kur'an, hadis
ve kıyas'tan aldık­ları delillerle görüşlerini isbat
ederler.

A. Kitab (Kur'an)'dan aldıkları delil, «(Namazda)
yüzünü artık Mcscld-I Haram tarafına (Ka'be semtine) çevir...» âyetinin
zahiridir. Âyette, semtin karşılığı anlamındaki «şatır» kelimesinden maksat,
namaz kılanın tam kar­cısına gelen semttir, öyleyse Ka'benin bizzat kendisine
yönelmek farzdır,

B. Sünnet (hadis)'ten aldıkları delil ise, Buhar!
ve Müslim'in Üsâme bin Zeyd (ro)'den rivayet ettikleri şu hadisdln «Resulullah
(sav), Mekke'nin fethinde Kabe-j Muazzama içindeki putları temizlettirdikten
sonra  için© girdi ve her tarafına
dönerek dua etti. Ka'benin içinden çıkıp karşısında İki rekat namaz kıldıktan
sonra da Resulullah (sav) sahabelere Ka'beyi göstererek «Şu (Ka'be) sizin
kıblenizdir» buyurdu». Şafiî ve Hanbelî alim­leri; «Hadiste Türkçe'de karşılığı
«şu» olan «hazini» kelimesi ile başlayan (şu kıbledir) cümlesi, inhisarı ifade
eder. Yani kıblenin yalnız Ka'be oldu­ğunu gösterir»
derler.

C. Kıyas yoluyla getirdikleri delil de,
Resulullah (sav)'ın Ka'beyi ta'zim konusundaki emirlerinin tevatür derecesinde
olmasıdır. Namaz, dinin en büyük şiarıdır. O'nun sihhati, Ka'benin bizzat
kendisine dönülerek şerefi­nin artırılmasını İcap ettirir. Öyleyse bizzat
Ka'benin kendisinin kıble olma­sı kesindir.

Ka'benin bulunduğu yönün kıble oluşu şüphelidir.
Namazda en ihti­yatlı yola riayet etmek farz olduğuna göre, onun sihhati için
Ka'benin bu­lunduğu yöne değil, bizzat kendisine yönelmek farz olur.

 
Maliki ve
Hanefi'nin delilleri:
 

Maliki ve Hanefi'lerin mezhep görüşlerinin
delilleri ise kitap, sünnet, sahabilerin amelleri ve aklî
delillerdir.

A. Kur'andan aldıkları delil; «(Namazda) yüzünü
artık Mescid-i Haram tarafına (Ka'be semtine) çevir...» âyetinin zahiri
anlamıdır. Allah (cc), â-yette Ka'benin yönü dememiş, Mescid-i Haram yönü
tabirini buyurmuştur, öyleyse Mescid-I Haram semtine yönelen kimse, namazın
farzlarından olan kıble (Ka'be) ye -Ka'benin bizzat kendisine isabet edebilir
veya etmeye­bilir- dönme farzını yerine getirmiş olur.

B. Sünnetten (hadisten) aldıkları delil ise;  «Batı ile doğunun arası kıbledir» [95] ve «Ka'be; Mescid-i Haram içinde bulunanların, Mescid-i Ha­ram; Mekke
hariminde bulunanların, Mekke'nin harimi ise yeryüzünün dogu, batı. kuzey ve
güneyinde bulunan ümmetimin kıblesidir.»

hadis­leridir.

C. Sahabelerin amellerinden çıkardıkları delil de
şudur: Mescidi Saa­detin dışındaki diğer bir mescidin (Kıbleteyn mescidinin)
cemaati, Me«-cid-i Aksa yönüne doğru sabah namazlarını kılıyorlardı.
Sahabelerden bi­risi, o mescide gelerek namaz kılanlara hitaben «Kıblenin
Ka'beye dön­dürüldüğünü bilmiyor musunuz?» deyince onlar,   hiçbir delil aramaksızın Ka'be yönüne
döndüler. Resulullah (sav), o cemaatin namazda iken Ka'bo yönüne dönüşlerini
duyunca sükût etti. Onun sükûtu ise, namazlarının doğ­ru olduğuna
işarettir.

Ka'benin bizzat kendisine yönelmek, ancak hendesî
çalışmalarla müm­kündür. Kıbleteyn mescidindeki cemaatin, gece namazda iken
Ka'be yönü­ne dönmeleri ve Resulullah (sav)'ın onların yaptıklarını duyduğu
zaman sükût etmeleri, kıblenin, Ka'benin bizzat kendisine yönelmek değil, bulun
duğu yere (Mescid-i Harama) yönelmek olduğuna işarettir.

D. Aklî delilleri ise
şunlardır:

1- Namaz kılan kimsenin yönünün, Ka'benin bizzat
kendisine Isa bet etmesi. Mekke civarındaki yerleşim bölgelerinde oturan
müslümanlıır için dahi çok zordur. Mekke'den çok uzak yerlerde —Dünyanın her
tarafın da— oturan müslümanlar için bu zorluk daha da çoktur. Eğer Ka'benin
1>I/-zat kendisine yönelmek farz olsaydı, kılınan namazların hiçbiri sahih
ol­mazdı. Çünkü Ka'beden uzak yerlerde namaz kılan müslümanların takıl ben
20'şer metre en ve boyundaki Ka'beye yönlerinin isabet etmesi mum kün değildir.
Bundan dolayı O'nun istikametine doğru kılınan namazların sihhatli olduğu
hususundaki ümmet icmaından, uzak yerlerde kılınan no mazlar için Ka'benin
bizzat kendisine değil, bulunduğu yere (Mescidi Ha ram'a) yönelmenin farz olduğu
bilinir.

Allah (cc)'ın «Allah, hiç kimseye gücünün
yeteceğinden başkasını yüklemez...» (Bakara: 286) buyruğu, hiç kimseye gücünün
üstünde yük-yüklenmeyeceğinin işaretidir.

2- Asr-ı Saadetten günümüze kadar Müslümanlar,
mescid ve camiler yapmışlardır. Mihrabın yerini (Ka'benin yönünü) uzun hendesi
hesap ve ölçümler yapmaksızın yalnız pusula veya güneş ışınları ile tayin ederek
yapmışlardır. Ka'benin bizzat kendisine, kıble yönünü isabet ettirmek çok
zordur. Günümüze kadar hiçbir alim, hendesi ölçüleri bilmenin farz olduğuna
hükmetmemlştir. Dolayısıyla namazda Ka'benin bizzat kendine değil, bulunduğu
tarafa (Mescld-i Harama) yönelmek farzdır.

Her iki gurubun (Şafii ve Hanbeli ile Maliki ve
Hanefi) delillerini özet halinde aktardık. Salim bir akılla, tarafsız bir gözle
bakıldığı zaman, İkinci gurubun (Maliki ve Hanefî) -Dünyanın uzak yerlerinde
meskun müslüman-ların kıbleleri hususundaki- delillerinin daha kuvvetli olduğu
görülür. Zira İslâm, hiçbir zaman insanlara gücünün yetmeyeceği bir şeyi
emretmez.

Kıble hususundaki mezheb görüşlerinin çetinliğini,
özellikle namazda Ka'beyi göremeyen musalli (namaz kılan kimse) için daha da zor
olduğunu hisseden birinci gurup; «Namazda Ka'beyi gören adam için kıblenin
bizzat Kc'beye isabet etmesi, görmeyen için de Ka'beye yöneldiği zaman yönünü
O'na isabet ettirmeye kasdetmesi farzdır» demişlerdir.

Bu açıklamadan anlaşılan, iki gurup arasındaki
görüş ayrılığının şek­lî olduğudur. I. guruptakiler (Şafiî ve Hanbelîler).
Ka'beyi görmeden namaz kılan adam için, bizzat Ka'beye yöneldiği inancını
taşımasının yeterli ola­cağını söylemişlerdir, öyle bir inanç ki bütün engeller
kalktığı zaman Ka'benin bizzat kendisine yöneldiğini namaz kılan kimse görür.
Onların görüşlerinde bir itidale (yumuşamaya) gidildiği açıkça görülür. Allah(
cc). insanları en doğru yola iletendir.

Allâme Kurtubî, «El Camiü'l Ahkâm fi Tefsir
el-Kur'an» isimli kitabın­da: «Alimler, namazda Ka'beyi görmeyen kimsenin.
Ka'benin bizzat ken­disine mi, yoksa yönüne mi döneceği konusunda ihtilaf
etmişlerdir. Bazı âlimlere göre, Ka'benin bizzat kendisine yönelmek farzdır.
İbn-i Arabi bu görüşün zayıf olduğunu söyler. Zira o, insanların yapamayacağı
bir tekliftir. «Allah hiçkimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez»
(Ba­kara: 286) Bazı alimlere göre de namazda Ka'benin bizzat kendine değil,
bulunduğu tarafa yönelmek farzdır. Bu görüşün sahih olduğu üç ayrı de­lille
isbat edilir:

1. Ka'benin bizzat kendisine değil, bulunduğu
tarafa yönelmek gerekir. Çünkü Allah (cc), insanlara gücünün üzerinde bir şeyi
emretmez.

2. Kur'an, Ka'benin bizzat kendisine değil,
bulunduğu tarafa (Ka'be semtine) yönelmeyi emreder: «(Namazda) yüzünü artık
(Mescld-i Haram) tarafına (Ka'be semtine) çevir.»

3. Alimler; «Namazda uzun bir saf, Ka'be eninin
çok fevkindedir. Me­sela; Eni azami 20 metre olan Ka'be'ye müteveccih namaz
kılan kişilerin, 100 metre boyundaki saflarında Ka'be istikametinde olanların
namazı sahlh, diğerlerinin değildir. Böyle bir hükmün hiçbir şer'i delili
olamaz. Kıb­le, Mesçid-i Haramın dışındakiler için Ka'benin kendisi değil. O'nun
bu lunduğu semttir.» demişlerdir.» der.

 


 

Kıbleyle ilgili görüş ayrılıklarından birisi;
«Ka'be üzerinde kılınan na­maz, sahih midir? Kılınırsa hükmü nedir?.»
şeklindedir.

Şcıfiiler ile Hanbelilere göre. Ka'be üzerinde
kılınan namaz, sahih de­ğildir. Çünkü Ka'be üzerinde namaz kılan kimse, O'na
değil, başka bir tarafa yönelmiştir.

Hanefilere göre ise, Ka'be üzerinde kılınan namaz,
kerahetle sahihtir, Çünkü kıble. Ka'be değil, onun bulunduğu yerdir. Ka'be
üzerine çıkmak İte edeb dışıdır.

 


 

Malikilere göre. bir* kimse namaz kılarken
karşısına bakar. Cumhura pöre ise. namazda secde ettiği yere bakmak sünnettir.
Kadı Şüreyh, «ilr kimse, namaz kılarken ayakta secde yerine, rükû da ayaklarının
bulundu» Qıı yere, secde de burnunun geldiği yere, oturduğu zaman da namai
kıl­dığı yere veya seccadeye bakmalıdır.» der.

Kurtubî ise, «Kıble âyeti, Maliki'nin görüşünü
açıkça te'yid eder Zira «(Namazdan, yüzünü artık Mescidi Haram tarafına (Ka'be
semtine) çevir.» buyruğu, namaz kılan kimsenin secde yerine değil, karşısına
bakmamın «mretmektedir.» diyor.

Ibn-i Arabî de: «Namaz kılan kimse, mutlaka önüne
bakmalıdır. Çun ku başını eğerse farz olan kıyamı eksik yapmış olur. Yani,
kıyamın ayakKı olması nasıl farz ise. başın da dik durması öylece farzdır.
İnsan, uzuvları nın en şereflisi olan başını eğerek secde yerine baktığında,
onun İçin lor-luk ve meşakkat vardır. Halbuki dinde hiçbir zorlama yoktur ve
Allah (cc) İla Resül(rav)'üde emretmemiştir.»
[99] demektedir.

Cumhur'un görüşü sahihtir. Zira namaz kılan kimse,
namazda İken •ecde yerine bakarsa, Ka'beye yönelmesine hiçbir zararı olmaz.
Onların, secde yerine bakmak sünnettir» demelerinin hikmeti, namazda başka bir
şeyle meşgul olunmaması ve kalbe huşu'nun yerleşmesine vesile olması İçindir.
Allah (cc), daha iyisini bilir. Konuyla ilgili diğer bilgiler, fıkıh
kitap­larından öğrenilebilir.

 

 
Ayetlerden
Alınacak Dersler

 

1. Yahudilerin, kıblenin değiştirilmesi
hususundaki itirazları, beyinsizlik ve cahilliklerlndendir. Zira onların
itirazları, salim bir akla ve mantığa da­yanmaz.

2. Bütün yenler gerek yaratılış, gerekse mülkiyet
bakımından şüphesiz Allah (cc)"ındır. Öyleyse Cenabı Hak: «Bir yönden, diğer bir
"yöne dönün» diye emrettiği zaman, hiç kimse itiraz etme hakkına sahip
değildir.

3. Resulullah (sav)"ın ümmeti, -Allah (cc),
kıyamet günü, onların di­ğer ümmetler hakkında şahitliklerini kabul edecektir-
ümmetlerin en fazl-letlisidir.

4. Kıblenin dönüşü, insanla^ için bir imtihandır
ve doğru mü'minler ile münafıkları birbirinden ayırt etmek
İçindir.

5. Resulullah (sav), Allah (cc)'a karşı olan
edebinden ötürü, kıblenin dönmesini bizzat dua ederek istememiştir. Bu eşsiz ve
üstün edebe karşı Allah (cc), ona seveceği ve razı olacağı bir kıble yönünü
ikram etmiştir.

6. Ka'be-i Muazzama, Peygamberlerin babası
[101] Hz. ibrahim (sav)'in kıblesidir. Allah (cc), bu kıble ile mü'minlerin
kalbini celbedip bir araya toplanmalarını temin
etmiştir.

7. Kitap ehli (Hristiyan ve Yahudiler), kıblenin
dönüşünün hak ve Al­lah (cc)'ın buyruğuyla olduğunu gayet iyi biliyorlardı.
Onların itirazları, mü'minler arasında fitne çıkarmak içindi.

 


 

Ka'benin bugünkü şekliyle temelini Hz. İbrahim
(sav) atmıştır. O, yer­yüzündeki bütün müslümanların kıblesidir. O'nun dikey
istikametinde bu­lunan Beytü'l Ma'mur da semâ ehlinin (meleklerin) kıblesidir.
Onlar (Me-lekler)'da orayı tavaf ederek Allah (cc)'ı teşbih ederler. Allah (cc),
hik­meti gereği tevhid ümmetini bir kıble etrafında toplayarak Hz. İbrahim
(sav)'e Beyt-i Atik (Ka'be)'in; emniyet ve ilahî nurun tecelli yeri, hacc
ya­pılma mekahı. her sınıf ve kavimden İnsanların blraraya gelerek Allah (nc)'n
yönelme ve ezelde kendisine vermiş oldukları ohdi yerine getlrm» mnhalll, kendi
aralarında buluşup tanışma ve anlaşma yeri olması için ynpılmasını emretti.
Nitekim Allah (cc), Kur'anda buna işaret eder: «Tâ ki kendilerine ait
menfaatlere şahit (ve hâzır) olsunlar. Allah'ın rıiık olarak kendilerine verdiği
dört ayaklı davarlar (kurbanlıklar) üzere malum olan gtinlerde Alloh'ın adını
ansınlar.» (Hacc: 28)

Resulullah (sav), 16 veya 17 ay Mescid-i Aksa'ya
yönelik nama/ M riıklnn sonra Allah (cc), O'nun Ka'beye yönelerek namaz
kılmasını emret II Kıhloye dönme emrinde -Halkı imtihan ederek doğru mü'minlerl
ynlnn çii münafıklardan ayırıcı ve seçkin kıldığı bu ümmete insanlığın
önderliğini İticin odlcl- büyük bir hikmet vardır. Nitekim bu hususa Kuran
işaret «d»ı «Allah uğrunda (nasıl savaşmak lazımsa öylece) hakkıyla clhad edin.
Slil o »oçtl. Din (işlerin)de üzerinize hiçbir güdük de yüklemeoi. (Tıpkı) bo
Ihımız İbrahim'in (tevhid) din (inde olduğu) gfci. Size daha evvel (gönder tllgl
kltcblar) da, bu (Kur'anda) müslümanın adını -Peygamber tliln üre rlnlze şahit
olsun, sizde (bütün insanların üzerine şahitler olaeınıt diye (Allch)
vermiştir...» (Hacc: 78)

Allah (cc), tevhid sembolü, iman menbaı ve
peygamberlerin 11/  İbrahim (sav)'ın
kıblesi Ka'benin şerefini daha da yüceltsin. O'nıın «I Kılında milyonlarca
mü'minin kalbi birleşir. Zira Ka'be. birleşme knynııgı vb kellme-l şehâdet üzere
toplanma vesilesidir. Ka'beye yönelme emrinde, Yahudiler ve münafıklar için
hayret edilecek bir şey yoktur

İmam Fahrddin er-Râzî (ra); «Alimler, kıblenin yönü
hususunda birçok hikmetler anmışlardır. Bunlardan birkaç tanesini
aktarıyorum.

1. Bir kimse, büyük bir hükümdarın huzuruna
girince yüzünü   O'no tnm olarak çevirir,
saygı ifade eden sözler söyler, hizmette ve dilekte bu Ummaya gayret eder. Bunun
gibi, namazda kıbleye yönelen kim«e, ho kıımdara yüzünü dönen kimseye benzer.
Namazdaki kıraat ve teşbihim, huzurunda Meliki övme. rükû ve secde ise; Sultana
yapılan hizmet glhlıllr Aynı zamanda secde, Allah (cc)'a karşı aczini ve zaafını
ifadedir.

2. Namazdan maksat, kalb huzuru ile Allah (cc)'ın
huzurunda bulıu. maktır. Bu huzur, yalnız, namazın tümünde sağa sola dönmeden,
nablt bir yerde durarak tayin edilen bir semte yönelmeyle elde edilir, öyleyse
blf yerin şerefine binaen kıble olarak belirlenmesi, en hayırlı ve en sağlam bir
yoldur.

3. Allah (cc), mü'minlerin birbirlerini
sevmelerini ve anlaşmalarını •« ver. Nitekim, bu hususa Cenab-ı Hak. Kur'anda
işaret eder.  «Heplnlt, toptan sımsıkı-
Allah'ın ipine sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzeri­nizdeki nimetini
düşünün. Hani siz (birbirinizin) düşmanları idiniz de o, kalblerinizi (İslama
ısındırıp) birleştirmişti. İşte onun bu ni'meti sayesinde (din) kardeşleri
olmuştunuz...» (Âl'i İmrân. 103)

Eğer mü'minler, namaz kılarken ayrı taraflara
yönelseler, o zaman ara­larında ayrılık olduğu hemen ortaya çıkar. Halbuki Allah
(cc). mü'minlere —aralarında tam bir uyum olsun diye— belli bir yönü tayin
ederek oraya yönelmelerini emretmiştir.

4. Allah (cc); «Hatırla o zamanı ki biz Beyt'in
yerini İbrahim'e» «Bana hiçbir şeyi eş tutma, Beytimi tavaf edenler, kıyam
edenler, rükû, sucûd edenler için iyice temizle» diye merci yapmıştık.» (Hacc:
26) âyetiyle Ka'-beyi kendisine tahsis ettiğini, mü'minlerj de ubudiyyet
(kulluk) sıfatıyla ken­dine izafe ederek; «Ey iman eden kullarım, şüphesiz ki
benim arzım geniş­tir. O halde ancak bana ibadet edin.» (Ankebut: 56) emri ile
onları, diğer insanlardan ayırarak mümtaz bir yer verdiğini bildirir. Allah
(cc), sanki mü'minlere hitaben; «Ey mü'min. sen kulum, Ka'be ise evim
[103] dir. Kıf-dığın namaz bana hizmetindir. O halde evimde yapacağın hizmette
yüzünü ve kalbini bana çevir.» buyurur.»
[104] der.

 


 

158 — Şübhe yok ki «Safa» ile «Merve» Allah'ın
şeairindendlr. lft« kim O «Beytui (Ko'beyi) hacc veya umre (kasdı) ile ziyaret
ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde üzerin* bir beis yoktur. Kim gönlünden
koparak (vacib olmayan amellerinden) bir hayır işlerse (mükâfatını görür). Çünkü
Allah, tcatlerin ecrini veren, (her şeyi de) hakkıyla
bilendir.

 


 

(Essafa vel
mervete):
Essafâ, safa kökünden türe­yen bir kelime olup
lugatta kaypak taş manasına gelir. Kur'anda da k)u anlamda gelmiştir: «Onun
hali, üzerinde bir toprak bulunupta kendisin* şiddetli bir yağmur isabet eden,
bu suretle o, kendisini kaskatı bir ıaı halinde bırakmış olan kaypak bir kayanın
hali gibidir...» (Bakara: 264)

Alimlerden Müberret; «Safa kelimesi, hiçbir yerine
toprak ve çamur bulaşmayan kaya anlamındadır.»
[106] der.

Nohiv ve lügat alimi Halil'e göre Merve kelimesi;
beyaz, kaypak ve çok sert kayaya denir.

Alûsî ise; «Safa ve Merve kelimeleri, kaya
türlerinin çokça bulunduğu İki dağa isim olarak verilmiştir.»
[107] demektedir.

(şeâiriltâhi): Şeâir kelimesi, şeîret kelimesinin
çoğu­ludur. Lügatta, alâmet manasınadır. Safa ile Merve, islâm dininin alâmet ve
İbâdet yerleridir. Şeâir kelimesi, bir çok ibâdet çeşitleri için de kulla­nılır.
Tavaf, ezan, safa ve kamet gibi.

(Hacce): Lügatta Hacc, kasdetme ve bir şeye çok
yö­nelme anlamındadır. Şair, şiirinde haca; «insanlar, Zeberka'nın cilalı evi­ne
çokça giderler»
[108] biçiminde kullanmıştır.

Şeriatta Hacc, Allah' (cc)'ın kadim beytini
(Ka'beyi) tavaf, sa'y, ara-fatta vakfeye durma ve diğer menâsık-ı Hacc
[109] vazifelerini yapmaya te­şebbüs «e kasdetmeye
denir.

(İğtemere): Lügatta Umre, ziyaret anlamındadır.
Ziya­ret yapana muğtemir denir. Şeriatta Umre, fleytullah'ı Hacc zamanı dışın­da
tavaf, safa ite Merve arasında sa'y ve başını tam traş veya saçlarını kısaltma
gibi ibâdetlerin yapılmasına denir. Umre de Arafat vakfesi, Müz-delife'de gece
yatma ve Seylan'ı taşlama gibi menâsıkler yoktur. Geniş bilgi için fıkıh
kitaplarına bakılabilir.

(Cünâha): Lügatta cünah kelimesi, cim'in  ötresi ile okunduğunda günaha meyletme
anlamındadır. Bazı alimlere göre günaha meyletme değil, bizzat günaha denir.
«Lisânü'l Arab» kitabının müellifi Ibn-i Menzur «Cünah, günaha meyletme
anlamındadır.» der.

İbn-i Esir de: «Cünah kelimesi, hadislerde çokça
geçen bir kelimedir. Âyet, hadis ve Arab edebiyatı şiirlerinde çokça kullanılan
cünah kelimesi, günah ve meyletme manasınadır. Buna göre âyette, bu kelimenin
geçtiği kısmın icmali manası: «Safa ile Merve arasındaki sa'yde sizin için
günah, çetinlik ve sıkıntı verecek hiçbir şey yoktur.»
demektir.

(Yettavvafe): Tavaf anlamında olan bu kelimenin
aslı «Yetetavvefe»dir. Baştaki ta harfi dad'a idgam edilir. Mesela: Müzemmil
kelimesinin aslının Mütezemmil ve Müdessir kelimesinin aslının Mütedes-sir oluşu
gibi.

 


 

Ey mü'minler, gerçekten Safa ile Merve-Allah (cc),
kullarına şiar et-mlştlr-dininin alâmetlerindendirler. Mü'minler, o iki yerde
Allah (cc)'a dua, llkir ve kendisine yaklaştırıcı amellerle ibâdet ederler. Safa
ile Merve ara­lında sa'y, Haccın menâsiklerinden olduğu gibi, dininin de
şiarlarındandır ve onda noksanlık yapmak sahih (doğru) değildir. Zira O, hâkim
ve alim Allah (cc)'ın teşriidir. Öylekj Hz. İbrahim (sav)in; «...Ey Rabbhniz,
bize İba­det edeceğimiz yerleri (Hacc amellerini) göster (öğret)...» (Bakara:
128) münacaatından sonra Safa ile Merve arasında sa'y etmesi, kendisine
om-todlldi.

Ey mü'minler, sizden her kim Allah (cc)'ın atik (en
eski) beytini Hacc vaya Umre için ziyaret ederse, Safa ile Merve arasında sa'y
yapmaktan çekinmesin. Mü'mine sa'y etmekten ötürü her hangi bir zorluk ve günah
da yoktur. Müslüman, Allah (cc)'ın rızasını talep ve emrini kabul ettiği İçin
«tı'y yapar. Müşrik ise putların rızasını kazanmak için sa'y
yapar.

Ey müminler, siz, alemlerin Rabbı Allah için sa'y
ediyorsunuz. Muş-ilklere benzeme korkusuyla Safa ile Merve arasında sa'y yapmayı
ter-kolmeyiniz. Müşrikler, küfür için sa'y ederlerken sizler, bana inandığınız,
«İçimi tasdik ettiğiniz ve emrime itaat ettiğiniz için sa'y ediyorsunuz. Safa
İla Merve arasında sa'y etmekte sizin için ne günah ve ne de günaha tema yi il
vardır. Bir kimse ikinci defa Hacc veya Umre yaparsa Allah (cc) kıya-met günü
eda ettiği nafile Hacc veya Umreden dolayı en hayırlı mükafatı verir.

 


 

A. Urve bin Zübeyr (ra), Hz. Aişe (r.anha)'ye
««Şübhe yok ki «Safa* İla «Merve» Allah'ın şeairindendir. işte kim o «Beyti»
(Ka'beyi) Hacc vt ya Umre (kasdı) İle ziyaret ederse, bunları güzetce tavaf
etmesinde üze­rin» bir beis yoktur...» âyeti için ne diyorsunuz? Ben hiç bir
kimsenin Safa lln Merve arasında sa'y yapmayı terkederek günaha gireceğini
zannetmi­yorum.» diye sordu. Hz. Aişe (r.anha)'de; «Ey kardeşimin oğlu. çok
çirkin lılr söz söylüyorsunuz. Eğer âyet, anladığınız ve te'vil ettiğiniz gibi
olsa «Invaf etmesinde üzerine bir beis yoktur» tarzında gelmesi gerekirdi,
Halbuki bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: Ensariler (Medine müslümanları), Ulamı
kabul etmeden önce «Menat» ismindeki putlarının 
adını anarak, ibâdet maksadıyla zorlukla Safa i!e Merve arasında sa'y
ederlerdi. En-sarîler. İslâmı kabul ettikten sonra Resulullah'a: «Bizler,
müslüman olma­dan önce Safa ile Merve arasını zorlukla sa'y yapardık. Şimdi
onların arasında sa'y yapmayı müşriklere benzemek korkusuyla terk mi edelim?»
demeleri üzerine Allah (cc). bu âyeti inzal buyurdular.» sözlerine devam­la;
«Resulullah (sav), onların arasında sa'y yapmayı sünnet kıldı. Hiçbir müslüman
Safa ile Merve arasındaki sa'yı terkedemez»
[112] dedi.

B.
Buharî ve Tirmizi, Enes (ra)'den: Safa ile Merve
arasında sa'y yap­ma hususunda sorulan soruya Hz. Enes (ra); «Biz, Safa ile
Merve ara­sında sa'y yapmayı cahiliyyet dönemi adetlerinden biliyorduk. İslâm
dini gelince sa'y yapmayı bırakıp terkettik. Bunun üzerine, sa'y hususunda âyet
nazil oldu» dedi.»
[113] hadisini rivayet etmişlerdir.

 

 
Ayetin
Tefsirindeki İncelikler

 

Birinci
incelik:
İmam Fahreddin er-Râzî. «Bu âyetin, bir önceki
âyet­le ilgisi şöyledir: Allah (cc). bir önceki âyette, Hz. Muhammed (sav) ve
ümmetine. Hz. İbrahim (sav)'in şeriatı ile islâm dininin mütekâmil bir din
olduğunu, Kıble'nin Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a dönüştürülmesi ile beyan
etmiştir. Ka'benin inşa tarihi ile Hz. ibrahim (sav)'in zevceleri Hz. Hacer
(r.anha)'ln iki dağ (Safa ile Merve) arasında sa'y yapmasına bak­tığımızda, her
ikisinin de Hz. ibrahim (sav)'in dininin şiarlarından olduğunu görürüz. Bundan
dolayı Allah (cc), sa'y yapma hükmünü, kıble âyetinin hemen arkasından ferman
buyurmuştur.»
[115] der.

İkinci
incelik:
Safa ile Merve arasında sa'y yapma, ya farz, ya
vacib veya sünnettir. Allah (cc), bu hükmü yapan için neden «hiç bir günah
yoktur?» buyurmaktadır? Bu soruya şöyle cevap verilebilir: «Cahiliyyet dev­rinde
Safa tepesinde «İsaf» ismi verilen bir put, Merve tepesinde ise «Nâilet» adı
verilen diğer bir put vardı. Müşrikler bu iki tepe arasında sa'y yaparlarken o
putlara ellerini sürer ve yüzlerine mesh ederlerdi. Bu­nun üzerine müslümanlar,
onlara benzememek için Safa ile Merve arasın­da sa'y yapmaktan kaçındılar.
Mü'minlerin bu hareketi üzerine «sa'y yap­makta bir günah yoktur» âyeti nazil
oldu. Zira müslümanlar, putlar için değil. Allah (cc)'ın emrine inkıyaden sa'y
yaparlar.

Üçüncü
incelik:
Şükür, bir nimet ve iyiliğin karşılığında
yapııan medh ve senadır. Allah (cc)'ın kullan medh ve senası ise muhal (mümkün
değil) dir. Zira hiçbir kimse, Cenab-ı Hak'ka ne bir yardım ve ne de bir ihsanda
bulunabilir. Âyetteki «Muhakkak Allah (cc). şâkirdir» ifadesi, şükreden değil,
amellerin karşılığı mükafat ve ecirleri veren anlamındadır.

 


 
 


 

Fakihler, Safa ile Merve arasında sa'y yapma
hususunda üç kısma ayrılmışlardır.

1. Sa'y yapma. Haccın rükünlerindendir. Kim say
yapmazsa, Haccı batıl (geçersiz)dir. Bu, Şafiî ve Maliki mezheblerinin görüşü
olduğu gibi imam Ahmed bin Hanbel (ra)'in iki rivayetinden birisidir. Onlar da.
Saha­belerden İbn-i Ömer (ra), Cabir (ra) ve Aişe (r.anha)'dan rivayet
etmiş­lerdir.

2. Safa ile Merve arasında sa'y yapma, rükün
değil. Haccın vaclble-rindendir. Hacı. sa'y yapmayı terkederse, kurban (koyun
veya keçi) ket»-mesi lazımdır. Bu görüş, imam-ı Azam Ebu Hanife (ra) ile İmam
Sevrl (ra)nindir.

3. Sa'y yapmak, vacib değil, sünnettir. Bir kimse
sa'y yapmayı terke-derse hiçbir şey lazım gelmez. Haccı tamamdır. Bu görüş,
sahabelerden Ibn-i Abbas (ra) ve Enes bin Malik (ra)indir. imam Ahmed bin  Hanbel (ra)'den de böyle bir görüş rivayet
edilmiştir.

Birinci görüşün (Şafiî ve Maliki'nin)
delilleri:

A. Resulullah (sav)'ın; «Sa'y yapınız. Zira Allah
(cc), muhakkak onu size farz kılmıştır.» hadisidir.

B. Resulullah (sav)'ın Veda Haccında Safa ile
Merve arasında sa'y yaptığı sabittir. Hatta o. Safa tepesine yaklaşırken; «Şüphe
yok ki «Safa» İle «Merve» Allah'ın şeairindendir...» âyetini okuyarak sa'y
yapmaya baş­lamış ve «Siz sa'y yapmaya Allah (cc)'ın başladığı —âyette önce Safa
ke­limesi geçer— ile başlayınız» buyurmuştur.

Resulullah (sav), Hacc esnasında Sa'yın 3di şavt
—Safâ'dan Merve'-ye 4 gidiş, Merve'den Safa'ya 3 gidiştir—ını tamamladıktan
sonra saha­belere «Benden Haccın menâsikinj öğreniniz» buyurarak kendisine
uyulmasını emretmiştir. O'nun bu emri, sa'y yapmanın farz olmasından dola­yıdır
ve Haccın rükünlerinden olduğuna işarettir.

C. Müslim, Hz. Aişe (r.anha)'nin; «And clsun Safa
ile Merve arasında sa'y yapmayan kimsenin haca tamam değildir.»
[118] buyruğunu rivayet etmiştir.

D. Alimlere göre, Safa ile Merve arasında sa'y
yapma şavtlarına yal­nız Harem-i Şerifin bir bölgesinde müsaade edilmiştir.
Onlar da Beyti ta­vaf etme gibi, Hacc ve Umrenin
rükünlerindendir.

İkinci görüşün (Ebu Hanife ve İmam Sevri'nrn)
delilleri:

imam-ı Azam Ebu Hanife (ra) ile İmam Sevri (ra),
sa'y yapmanın Haccın rükünlerinden değil, vaciblerinden olduğunu şu âyet ve
hadisler­den aldıkları delillerle isbat etmişlerdir.

A. «Bunları (Safa ile Merve) güzelce tavaf
etmesinde üzerine bir beis yoktur...» âyetinden, onları tavaf edenler için bir
günahın olmadığı anla­şılır. Âyetin ifadesi, sa'y yapmanın rükün olduğuna değil,
mubah olduğu­na işarettir. Resulullah (sav)'ın sa'y yapması, bizlere onu vacib
kılmıştır. Şu halde sa'y yapma; müzdelife vakfesi, şeytan taşlama ve kudüm
tavafı gibi, terki kurban kesme ile telâfi edilen hacc
vaciblerindendir.

B. Şâ'bi'nin rivayet ettiği şu hadistir: «Ben
(Urvet bin Müdris et-Tâî) Muzdelife'de Resulullah (sav)'ın huzuruna vararak; «Ya
Resulullah (sav). Tayyi dağından geliyorum. Yol güzergahındaki tüm dağ ve
tepelerde vakfe (durup, dua) ettim. Benim için başka bir hacc yapmak var mıdır?»
dedim O; «Her kim. bizimle şu namazı —Muzdelife'de akşam namazını yatsıya tehir
ederek, her ikisini beraber kılma— eda eder. Muzdelife'de vakfeye durur ve arefe
günü Arafat'ta gece veya gündüz vakfe yaparsa. Haccını tamamlar»
buyurdu».

Bu hadisten delil çıkarma iki açıdan olabilir.
Birisi, bu hadiste Safa ile Merve arasında sa'y yapma yoktur. Diğeri, sa'y
yapmak Haccın farz ve rükünlerinden olsaydı, Resulullah (sav)'ın, hadiste adı
geçen şahsa açıklaması gerekirdi. Zira Resulullah, o'nun Haccın rükünlerinden
haber­dar olmadığını biliyordu.

Üçüncü göriişi'n (İbn-i Abbas (ra), Enes bin Malik
(ra) ve İmam Ah-med bin Hanbel' (ra)'in bir rivayeti)
delilleri:

Sa'y yapma, haccın vacib ve rükünlerinden değil,
sünnetlerindendlr. 0u görüş sahiplerinin delilleri
şunlardır:

A. «...Kim gönlünden koparak (vacib olmayan
amellerden) bir hayır İşlerse (mükafatını görür). Çünkü Allah, taatlerin ecrini
veren, (her şeyi de) hakkıyla bilendir.» âyeti, sa'y yapmanın haccın farz veya
vaciblerinden de-Oll, açıkça sünnetlerinden olduğunu gösterir. Bir kimse, bu
âyetin zahirine göre sa'y yapmayı terkederse haccında bir noksanlık olmaz ve
terkinden Mürü de ceza kurbanı terettüp (vacib değil)
etmez.

B. «Hacc, arefe'dir» hadisi, arefe vakfesini
yapan kimsenin haccının tamam olduğuna işarettir. Bu ise, hacc amellerinin
tamamlandığını göste­rir. Bazı hususlarda bir kısım ameller terkedilse dahi,
asıl farzlar işlendiği için hacc tamamlanmıştır bu görüş sahiplerine
göre.

ibn-l Cevzî bununla ilgili olarak: «imamımız Ahmed
bin Hanbel (ra)'-dtn Safa ile Merve arasında sa'y yapma hususunda muhtelif
rivayetler varit olmuştur. Alimlerden El-Esrem; «Sa'y yapmayı terkeden hacının
hac-cı caiz (kabul) değildir.» naklini yaparken Ebu Talib de; «Sa'y yapmayı
hılnrek veya unutarak teıketme de bir sakınca yoktur. Yalnız terketme, uygun
görülmez.» naklini yapmaktadır. Diğer taraftan Meymunî'de sa'y yııpmanın sünnet
olduğunu İmam Ahmed bin Hanbel (ra)'den nakleder» iler

Mugnî kitabı yazarı, ikinci görüşü (Ebu Hanife (ra)
ve İmam Sevrl (m)'nin) daha faziletli (iyi) olduğundan tercih eder. Zira sa'y
yapmanın vorlb olduğunu söyleyenlerin delilleri, onun bir vacibi tamamlayıcı bir
va-c ıh değil, kendi başına mutlak bir vacib olduğuna işarettir. Hz. Alşe (r.
nnha)'nin «So'y yapma vacibdir» sözü, ona muhalif olan sahabelerin
gö-ıııçleriylo çatışır.

Sahih elan, Şafii ve Malikilerin görüşüdür. Zira
Resulullah (sav), Sa­la İle Merve arasında sa'y yaptıktan sonra sahabelere
hitaben; «Haccın menâsikini benden öğreniniz» buyurmuştur. O'na uymak ise
vacibdir. Sa'y yııpmanın sünnet olduğunu savunanların; «Her kim gönlünden
koparak (voclb olmayan amellerden) bir hayır işlerse (mükafatını görür).»
âyetini ılnlll getirmeleri, yeterli değildir. Zira Taberî Tefsirinde de dendiği
gibi âyet; hlr kimse farz olan haccını edadan sonra nafile bir hacc veya umre
ya­parsa anlamındadır. Kj bu sa'y yapmanın sünnet olduğuna işaret etmez. Allah
(cc), en iyi bilendir.

 


 

1. Safa ile Merve, İslâm dini şeairinden olduğu
gibi ibadetlerimizin de bir sembolüdür.

2. Safa ile Merve arasında sa'y yapma, Hz. İsmail
(sav)'in annesi Hz. Hacer'e vâki olan tarihi bir olayın
canlandırılmasıdır.

3. Müşriklerin cahiliyet devrinde sa'y yaparken
Sufâ ile Merve tepe­lerindeki putlara el sürmeleri, müslümanların sa'y
yapmalarına mani de­ğildir.

4. Beyt (Ka'be)i, hacc veya umre için ziyaret
eden kimselere sa'y yap­mak vacibdir.

5. Farz dışında nafile hacc veya umre yapmak,
insanların imanları­nın kemâlini gösterir.

6. Allah (cc), kendisine kulluk yapanlara en iyi
mükafatları verecek­tir.

 


 

Allah (cc); mü'minlerin hacc ve umre yaparken Safa
ile Merve ara­sında sa'y vazifesini ifa etmelerini, taatın bir sembolü ve dinin
şiarlarından saymıştır. İnsanlık tarihinin en eski hatıralarından olan sa'y
yapma, aynı zamanda tarihî bir hadiseyi de
canladırmaktadır.

Yalnız Allah (cc)'ın emrine uyan Hz. İbrahim (sav),
oğlu Hz. İsmail (sav) ve hanımı Hz. Hacer (r.anha)'ı, hiç kimsenin bulunmadığı,
hayat emaresinin görülmediği ve meskenin de yapılmadığı bir çölde bıraktı.
Çün­kü Allah (cc), Hz. İbrahim (sav)'e çölün ortasındaki susuz, ağaçsız ve
mey­vesiz yerde eski Beyti'nin inşasını emretti ve insanların kalbini oraya
mey-leettirmeyi irade buyurdu. Hz. ismail (sav), o tarihte annesinin kucağında
süt emen bir çocuktu. Hz. İbrahim (sav), o'nu ve annesini bugün Haram-i Şerifin
bulunduğu yere bırakıp geri dönerken Hz. Hacer (r.anha), o'na hitaben; «Bizi
insansız, meskensiz ve başıboş çölde bırakıp nereye gidi­yorsunuz?» dedi. Hz.
İbrahim (sav), Allah (cc)'ın emrini yerine getirememe korkusuyla geri dönüp
hanımına cevap vermeden yoluna devam etti. 0'-nun bu hareketi üzerine Hz. Hacer
(r.anha) arkasından yetişerek; «Bu yaptığınızı Allah (cc) mı emretti?» diyerek
tekrar sorunca, Hz. İbrahim (sav)'de; «Evet» cevabını verdi. Bunun üzerine Hz.
Hacer (r.anha) «Allah {cc), bizi burada korur» diyerek geri
döndü.

Hz. İbrahim (sav) giderken Mekke'de bugün «seniyye»
ismi verilen yere geldiğinde yüzünü Ka'benln bulunduğu yere çevirerek onları
gördü. Fakat onlar, Hz. İbrahim (sav)'i görmüyorlardı. O, ellerini kaldırarak;
«Ey Rabbimiz, ben evlatlarımdan kimini, senin mukaddes olan evinin yanında
ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Sebebi şudur ki, Rabbimiz dosdoğru no-mazlarını
kılsınlar. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyi ettir.
Önlerin şükretmeleri me'mul olduğu için kendilerini bazı mey­velerle
rızıklandır» (İbrahim: 37) duasını yaptı ve uzun. susuz, ağaçsız vo otsuz
çölleri aşarak asıl vatanı Filistin'e gitti. Hanımı ve oğlunu ise. yolnu Allah
(cc)'ın hıfz ve himayesine bırakmıştı. Hz. Hacer ve oğlu, o vadldo yapayalnız
kaldılar. Yiyecek ve içecekleri yanlarındaki tulumda bulunun su ile kuru
meyvelerden ibaretti. Suları bitince Hz. Hacer (r.anha) ve oğlu susadılar.
Susuzluktan oğlu (Hz. ismail)'nun helak olacak hale gelmeni üzerine Hz. Hacer
(r.anha), su bulmak için en yakın yer Safa tepesine çıkıp etraft» su
bulunabilecek yerlere bakarken, bir taraftan da mutlak bir ölümle karşılaşan
oğluna bakıyordu. Safa tepesi ve civarında su umu resi göremeyince koşarak Merve
tepesine çıktı. Fakat orada da su omu resine rastlayamadı. Bu iki tepe arasında
—bugün hacılar ona benzottt rek yaparlar— 7 defa sa'y yaptı. Gücünü kaybettiği
bir sırada uzaktan hlı ses işitti ve sesin sahibine doğru yönelerek; «Sesinizi
duydum. Yanım/tlu bana yardım edecek bir kimse varsa gönderiniz» dedi. Daha
sonra imi günkü Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde çok güzel şimali bir kikinin
bulunduğunu gördü. İnsan zannederek ona doğru koştu. Yanına vaıdıûı zaman onun
Allah (cc)'ın bir meleği olduğunu gördü. O Meleğin kandilli rını yere vurmasıyla
Allah (cc)'ın alametlerinden olan bugünkü Zonı/nın suyu fışkırmaya başladı.
Melek, Hz. Hacer (r.anha)'e hitaben «Hiç korkma gelecekte burada Allah (cc),
oğlun ve babasına beraberce Beyt'lnl Infd ettirecektir.» buyurdu.
/13)

Jbn-i Abbas. (ra), sa'y yapma hususunda; «Bugün
müslümanların yap­mış olduğu sa'y, Hz. Hacer (r.anha)'in Safa ve Merve
aıasındaki torlhl «a1-ylni canlandırmak içindir.» der.

Yazdıklarımız, tarihî bir hadisenin özeti ve ebedî
hatırasıdır. Kİ Al­lah (cc), orada en eski Beyti'nin imarını irade ile haccın
.menâslklnl ve yüce islâm dininin şiarlarının yapılmasını
emretmiştir.

— Bu kıssayı Sahih-i Buhari'den özetleyerek
aktardım

 


 

159  —
Hakikat indirdiğimiz o acık acık âyetlerimizi ve doğruyu - biz kitapta insanlara
onun pek aşikâr bir surette bildirdikten sonra - gizle­yenler (yok mu?) işte
onlar (m hali) onlara hem Allah lanet eder ve hem lanet etmek şanından olanlar
lanet eder.

160  — Ancak
tevbe (ve riicu) edenler, (hareketlerini) düzeltenler ve (hakikati gizlemeyip)
iyice açıklayanlar başka Ben artık onların günah­larından geçerim. Ben en çok
tevbeyi kabul edenim, en çok esirgeyenim.

(bakara suresi)

 


 

(Yektümûne): Lügatte kitman kelimesi, gizlemek ve
ört­mek anlamınadır. Er-Râgıb bu hususta şöyle der: «Kitman. hadisi (sözü)
gizlemek manasınadır»
[124] Âiusi de. «Ketm, ihtiyaç duyulan bir şeyin açıklanmasını kasten
terketmek demektir. Bu ise, ya onu gizlemekle, ya da ynrlne başka bir şeyi
koymakla olur. Yahudiler —Allah onlara lanet etsin— kelm'in her iki şeklini de
kullanmışlardır»
[125]
demektedir.

(El-Beyyinâti): Lügatte beyyiye'nin çoğulu    olarak

İNter akli ister hissi olsun açık bir delâlet
manasınadır. Âyetlere beyyine donilmesi. kestedilen şeyin üzerindeki -ister
hissi, ister akli olsun- perdeyi kaldırmak içindir.
[126] Âyette geçen «beyyinat» tan murat, Resulüllah (sav) hakkında Tevrat ve
incil'de inzal buyrulan âyetlerdir.

(Vel
Hüdâ):
Hüdâ kelimesi, insanların doğru yola gitmesine
vesile olan herşey anlamındadır. Ebussuud; «Âyetteki Hûda'dan murat, Resulüllah
(sav)'a inanıp, uymanın vacib olduğuna delâlettir,»
[127] der.

(Yelanehümullâhü): Bu cümlenin anlamı şudur:
«Allah (cc) onları tardederek. rahmetinden
uzaklaştıracaktır».

(Ellâınûne): Ibn-i Abbas (ra), «Âyetteki bu
kellmoden maksat, yeryüzünde insan ve cinlerin dışındaki tüm canlı ve cnnuif
varlıklardır. Buna göre cümlenin anlamı şöyledir: Hakikati gizleyenleri (ya
hudileri), yeryüzünde insan ve cinlerin dışındaki tüm varlıklar lanetler»
[128] der.

Mücahid ise bu hususta şöyle demektedir: «Lanet
edenler, yeryüzün» de insan ve cinlerin dışındaki tüm canlı varlıklardır. Zira
Rasulüllah (iav), hayvanların hal lisanıyla «yeryüzünde insanların günahlarından
dolayı yağmura hasret kaldık» dediklerini buyurur.»

Sahih olan şudur: Onları (lanetlenenleri),
Melekler. Peygamberler v* bütün müslümanlar lanetler. Zira Allah (cc), bu âyetin
hemen arkasından, «Muhakkak Allah'ın, Meleklerin, bütün insanların laneti
onların tep««ln«,

işte onlar. Onların cezaları!» (Âli İmrân: 87)
âyetini inzal buyurmuştur. Zaten Kur'an'ın bazı âyetleri, diğer bazı âyetlerini
tefsir eder.

(Tâbû): Ketm etmekten dönmek
anlamınadır.

(Ve
eslehû):
Bozulan bir şeyi düzeltmek
anla-mındadır.

(Ve
beyyenû):
«Yahudilerden tevbe edenler, daha önce
Resulüllah'ın (sav) vasıflarından veya dinin hükümlerinden ket-mettiklerini
halka açıklamışlardır» anlamındadır.

(Ettavvâbürrahimü): «Ben en çok tevbeyi kabul
edenim, en çok esirgeyenim» manasınadır.

 


 

Kitab ehli (yahudi ve hristiyanlar), kitaplarında
halkın ihtiyaç duyduğu veya öğrenmek istediği mevzuları ketmediyorlardı.
Bilhassa son Peygam­ber Resulullah (sav)'ın gelişini müjdeleyen âyetleri, «halk
ona inanmasın» diye kasten gizlemişlerdi. Bunların yaptıkları
misallendirilebilir: Evli bir ki­şinin zinadan sonra taşlanması hükmü ve bazı
hükümlerin yerine kendi arzuları doğrultusunda başka hükümler koymaları gibi.
Ayrıca âyetleri İs­tedikleri biçimde te'vil ederlerdi, işte Allah (cc), bunların
yaptıklarını bu âyetleriyle çok açık bir şekilde ifade ile onlar ve
benzerlerinin üzerine daimi bir lanetin geldiğini tescil etti.

 


 

Allah (cc) Icmâlen şöyle buyurur: «Hakikaten bizim
açık açık indirdi­ğimiz âyetleri ve Hz. Muhammed (sav)'ın Allah (cc)'ın kulu ve
resulü oldu­ğuna delâlet eden delilleri halktan gizleyenler (yahudiler ve
hristiyanlar), bilhassa yanlarındaki Tevrat ve incil'de O'nun gelişiyle ilgili
yazılı âyetle­ri bildikleri ve vasıflarını tanıdıkları halde ketmediyorlardı.
Allah (cc), ki­tab ehlinden Peygamberimize iman eden bazı kimselerin
bulunacağını ve vasıflarını şöyle beyan eder: «(Onları) nezdlerindeki Tevrat ve
İncil'de (is­mini ve sıfatını) yazılı bulacakları Ümmi Nebi olan O Resul'e tabi
olanlar­dır.» (A'raf: 157) Bu âyet. Tevrat ve İncil'de Hz. Muhammed (sav) in
va-

«idarinin mevcut olduğunu çok açık bir şekilde
gösterir. Resulullah (sav)'-in vasıflarını ketmedenler. istedikleri zaman
diledikleri hükümleri kaldırıp yerine başka hükümler koyanlar ile Tevrat ve
incil'de değişiklik yapanlar tart edilmeye, Allah (cc)'ın rahmetinden
uzaklaştırılmaya ve melekler ile tüm halk tarafından lanetlenmeye layıktırlar.
Yalnız Allah (cc)'ın, Peygam­berlerine (Hz. Musa ve İsa'ya) vahyettiği emirleri
açıklayanların ve Hz. Mu­hammed (sav)'e iman ederek durumunu düzeltenlerin
tevbelerini Cenubi Hak kabul eder. Rahmet ve mağfiretini yağdırır. Çünkü Allah
(cc) kul ların tevbeierini çokça kabul eden, her zaman ve her yerde
esirgeyendir»

 


 

1. Kitap ehline, Resulullah (sav)'ın gelişi ve
vasıfları hususunda soru sorulduğu zaman onlar, düşmanlıklarından bu hususta
haber vermeyip gizliyorlardı. Onların ketmetmeleri üzerine bu âyet nazil
oldu.

2. Allâme Süyûti, «Dürrü'i Mensur» isimli
tefsirinde İbn-i Abbaı'len rivayetle şöyle der: «Muaz bin Cebel (ra) ve bazı
sahabiler, Yahudi alim larine Tevrat'tan bazı şeyler sordular. Onlar bu sorulara
cevap vermeye ruk ketmettiler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.»

 


 


 

Âyet, kitaplarında yazılı bulunan Peygamber
Efendimiz (8av)'ln vuııf kırını halktan gizleyen Yahudi hahamları ve hristiyan
bilginleri ruıkkırtdu nazil olmuştur. Âyetin nüzul sebebi de buna delâlet eder.
Âyet, Allah (cc)'ın âyetlerini ketmeden ve şer'î hükümleri gizleyen her bilgini
kaplar /İra Usul-u Fıkıh alimlerinin dediği gibi ahkâm âyetlerinde muteber olun,
nüzul sebebindeki hususilik değil, âyetin terkibindeki umum  ifade eden lafızlardır. Âyet, umumu ifade
eden bir cümle-ki başında terkiplerin nere-ninde kullanılırsa kullanılsın umumu
ifade eden «ellezine»-ile gelmiştir Dundan ötürü âyetin nüzul sebebi her ne
kadar hususi ise de ihtiva ettiği hükümler umumidir.

Ebu Hayyân, bu hususta şöyle demektedir: «Âyet, her
ne kadar husuil bir sebebe dayalı olarak nazil olmuşsa da, terkibindeki
ketmedenler, n<ı vu kitap kelimeleri umumu ifade eder. Dolayısıyla âyetin
kapsamına, hnlt açıklanmasını istediği dinî bilgiler sorulduğu zaman,
açıklamayan her ', his girer. Bu hususu, Resulullah (sav)'ın, «İlmî bir mesele
sorulduğu zaıiı>".

onu söylemeyen kimsenin ağzına kıyamet günü ateşten
bir gem vurulun
[134] hadis-i şerifi açıklar. Sahabiler —Arapların en fasihi ve Kur'an'ın
anla­şılmasında müracaat mercii olanlar— de âyetin umumu ifade ettiği
ka-naatindedirler. Ebu Hüreyre (ra). «Hakikat, indirdiğimiz o açık açık
âyet­lerimizi ve doğruyu gizleyenler yok mu?...» âyeti olmasaydı ben hiçbir
ha­dis-i şerifi nakletmezdim»
[135] der.

 


 

Alimler, «Hakikat, indirdiğimiz o açık açık
âyetlerimizi...» âyetine is­tinaden Kur'an okumasını ve dinî ilimleri öğretmek
için ücret alınmasının caiz olmadığını söylerler. Zira âyet, ilmin açıklanması
ve yayılmasını em­retmektedir, insan yapmakla mükellef olduğu bir işi yaptığı
zaman ücret almak hakkına sahip değildir. Mesela: Namaz kılan kimse, kıldığı
namaz­dan ötürü bir ücret alamayacağı gibi. bir kimseye namaz kılmayı
öğret­mekle de ücret alamaz. Bundan dolayı öğretme —namaz gibi— insanlar üzerine
farzdır. Ancak son devir alimleri, halkın dinî ilimleri öğretmekten yüz çevirip
dünya metaı ile meşgul olduklarını, Kur'an hafızları için dinî ilimlerin tamamen
yok olacağını, bu nedenle de halkın cahil kalacağını gö­rerek Kur'an okumak ve
dini ilimleri öğretmek karşılığında bir ücret alınma­sını mubah saymışlardır.
Bazı alimler de dini ilimleri layıkıyla öğrenme ve öğretme hususunda ücret alma
ve vermeyi vacib görmüşlerdir. Vakıfların yapılış sebepleri araştırıldığı zaman,
yalnız Kur'an ilimlerinin korunup ne­silden nesile intikal ettirilmesi için
meydana getirildiği görülür.

Mütekaddimin alimleri ise, öğrenme ve öğretme
karşılığında ücret alınmasının haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Zira
ilim,, ibâdet­tir, ibadet karşılığı ücret almak ise
haramdır.

Ebu Bekir el-Cessâs: «Hakikat, indirdiğimiz o açık
açık âyetlerimizi ve doğruyu gizleyenler yok mu?...» âyeti, dinî ilimlerin
açıklanmasının gere­ğine delâlet eder. ilmî bir meselenin açıklanması karşılığı
ücret almak caiz değiidir. İnsanın yapmakla yükümlü olduğu ibâdet karşılığında
ücret alma­sı uygun olmaz. Bu ibâdetlerden birisi hatta en büyüğü, bilmeyenlere
onu öğretmektir. Dinî ilimlerin öğretilmesi, fakat karşılığında bir ücret
alınma­ması hususuna, «Allah'ın indirdiği kitaptan (Peygamberin vasıflarına
dair) bir şeyi gizleyipte onunla az bir bahayı (hasis bir menfaati) satın
alanlar (yok mu?) Onlar karınlarına ateşten başka (bir şey) yemiş olmazlar.
Kıyamet günü Alloh, onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Onlar İçin pek
acıklı bir asap vardır.» (Bakara: 174) âyeti de delâlet eder. Allah'ın «onunla
az bir bahayı satın alanlar» emri, İslâmi ilimleri öğretme karşılı­ğında ücret
almanın bütün yönleriyle yasak olduğunu gösterir. Sahabller-den birisi,
Resulullah (sav)'a gelerek «Kavmime müslüman olmaları İçin 100 koyun verdim»
dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav). «Var-dlğin koyunları geri al.
Eğer islâm'ı terkederlerse. onlar islâm'a donünceye kadar savaşırız» buyurdu. Bu
hadis-i şerif, İslâm'î ilimleri öğretme ve yayma karşılığında bir şeyin alınması
ve verilmesinin yasak olduğunu gös­termektedir.»
[137] der.

Bu izahlardan anlaşılan şudur: Kur'an okumayı ve
islâm'î ilimleri öğ­retme karşılığında ücret almak batıldır (doğru
değildir).

Fahreddin er-Râzî ise: «Fakihler. «hakikat
indirdiğimiz o açık a<-ık âyetlerimizi ve doğruyu gizleyenler yok mu?...»
âyetini delil alarak, islâmi İlimleri öğretme karşılığında ücret almanın, caiz
olmadığına hükmeder­ler. Âyet, öğrenmenin farz olduğuna delalet eder. Farz bir
emrin, ifası kar­şılığı ücret almak caiz değildir,»
[138] demektedir.

Fakihlerin görüşü; ilmi, ibâdet derecesine
yükseltiyor. Bu görüş imi lakdire şayandır. Yalnız şer'î ilimler, müteahhirin
(sondevir) alimlerin üâ« ret hususundaki görüşlerine (ücret alımının mubah
olması) rağmen gün yoçtikçe azalmaktadır. Eğer biz. «Mütekaddimin (eski devir)
alimlerin bu husustaki fetvalarını kabul edersek, alınan maaş ve ücretleri
yasaklarsak, şer'i ilimleri öğreten ve öğrenen hiç kimse kalmaz»
deriz.
[139]

 


 

1. Yahudi ve hristiyanlar, halkın Resulullah
(sav)'a ve Kur'an'a İman etmelerine mani olmak için. O'nun İncil ve Tevrat'ta
yazılı sıfatlarını gizle­miş ve ketmetmişlerdir.

2. Alimlerin ilmi gizlemesi, üzerlerindeki
emanete —ki öğretmektir— hlyanettir.

3. İslâmi ilimleri yaymak veya yayılmasına vesile
olmak, beşeriyyetln hidayete gelmesi için vaciptir.

4. Şer'i hükümlerden birisini gizleyen kimse,
ebedi lanete uğrar. Yal­nız tevbe etmek kafi değildir. O'nunla beraber
yaşayışını ıslah etmesi ve amellerinde ihloslı olması gerekir.
[140]

 


 

Semavî dinler; beşeriyyeti hidayete ve küfrün
karanlıklarından islamın aydınlığına kavuşturmak için gelmiştir. Hiçbir kimsenin
kıyamet günü sorguya çekildiği zaman «ben öğrenmedim veya öğretilmedim»
ma­zeretini ileri sürememesi için İslâm, cahil kimseye öğretmeyi, sapık kişiyi
doğru yola getirmeyi ve bütün insanları Allah (cc)'ın emirlerini yapmaya
çağırmayı, emreder.

Allah (cc). açık açık indirdiği âyetleri ve
doğruyu, yalnız insanlığı doğ­ru yola ve hayra sevketmek için göndermiştir. Dini
ilimleri ketmetmek ve halka öğretmemek ise, Peygamberlerin tebliğ etmekle
vazifeli bulunduğu yüce göreve ve alimlere emanet edilen tebliğ vazifesine
hiyanet etmektir. Zira Allah (cc), kitap gönderdiği kimselerden emirlerini hemen
insanlara anlatmaları ve onu gizlememeleri için misâk (teminat) almıştır. Allah
(cc), halkın muhtaç olduğu bir şeyi bilhassa dinî meseleleri ketmeden ve şer'î
hükümlerden herhangi bir hükmü gizleyip söylemeyenlerin, çok elem ve­rici bir
azaba düşeceklerini te'kitle beyan eder. Çünkü herhangi bir İslâmi meseleyi
ketmetmek, büyük günahtır. Bu fiili yapan kimse, lanetlenmeyi ve Allah (cc)'ın
rahmetinden uzaklaşmayı haketmiştir.

ilmi yaymak, ibadet olduğu gibi, onu ketmetmek de
cinayettir. Zira Resulüllah (sav) «din hususunda benden duyduğunuzu bir âyetle
de olsa tebliğ ediniz» buyurmuştur.
[141]

 


 

172  - EV
iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin (madda< tan ve manen) en
temiz olanlarından yeyin, Allah'a şükredin 
eğar (hakh katen) O'na kulluk ediyorsanız.

173  — O.
size ölüyü (murdar hayvanı), kanı, domuz etini, bir Allah'­tan başkası için
kesileni katiyyen haram kıldı. Fakat kim bunlardan ya-mlye muztar kalırsa
-(kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek mik tan) geçmemek şartıyla- onun
üzerine günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok yarlığayıcıdır. hakkıyla
esirgeyicidir.

 


 

(lillâhi): Şükür kelimesi,-hürmetle nimeti İtiraf
etme anlamındadır. Bu ise iki yolla olur. Birincisi, nimet vereni sena et­mekle,
nimet vşrdiğini itiraftır. Diğeri ise, nimeti, nimet sahibinin razı oldu-0u
tarzda kullanmaktır.

(Uhille II
ğayrillâhi):
İhlâl kelimesi, sesi yükseltme anlamında olduğu gibi, çocuğun
dünyaya gelişinden hemen sonra ağlayarak sesini yükseltmesine de denir.
Müşrikler, bir hayvanı kestikleri

sırada Lat ve Uzza isimli putlarının adlarını
sesıerlnl yükselterek anarlar­dı. Buna göre âyetin icmali anlamı şudur: «Putlar,
tağutlar ve Allah (cc) isminin dışındaki diğer adlarla kesilen hayvanların
etleri size haram kılın­mıştır.»
[142]

(Udturre): Udturre kelimesi, zaruret içinde olan
kim­senin hayatını kurtaracak kadar haram bir şeyi yiyebilmesi
anlamındadır.

(Bağın): Lügatta bağiy kelimesi, hayrı ve şerri
taleb edene

denir. «Ey hayrı taleb eden kimse, yüzünü bize
çevir.» hadisinde de bu anlamda kullanılmıştır. Âyette yalnız şerri taleb eden
anlamında gelmiştir. Zeccac'a göre bağiy kelimesi, fesat bir şeyi kasdetmek
manasınadır.

(Âdin): Üdvan kökünden türeyen âdin kelimesi,
haddi aş­ma ve zulmetme anlamındadır. Buna göre bağiy denildiği zaman,
ihtiya­cından fazlasını yemek, âdiy denildiği zaman ise. helal yiyecekleri bulma
imkanı varken haram olan şeyleri yemek, demektir.
[143]

 


 

Allah (cc), mümin kullarına yaşadıkları müddet
içersinde helal kazanç­lardan, menfaat veren güzel rızıklardan ve yemeleri leziz
olan -Allah ta­rafından mubah kılınmıştır- şeylerden yemelerini emretmiştir. O,
verdiği bu nimetler karşılığında da iman davalarında doğru ve sadık, emirlerini
kabul ve hükmüne razı, arzu ve isteklerine tapınmıyor ve yalnız O'na iba­det
ediyorlar ise, kendisine şükretmelerini buyurmuştur.

Cenab-ı Hak. sağlam tabiatlı insanların dahi
kaçtığı çirkin ve pis şeyler ile insan bünyesine zararlı şeyleri yemenin haram
olduğunu en açık bir tarzda beyan etmiştir. O, murdar bir hayvan etini, kanı,
domuz etini, putlara, batıl tapınaklara ve Allah isminin dışındaki bir varlık
adının anıl-masıyla kesilen hayvan etlerinin yenilmesini de haram
kılmıştır.

Yalnız zarurete düşen bir insan, yukarıda açıklanan
haramlar dışında hayatın) devam ettirecek bir şey bulamazsa, o zaman hayatını
kurtaracak kadar bu haramlardan yerse, günahkar olmaz. Zira zaruretler, bir çok
mah­zurlu şeyleri mubah kılar. Cenab-ı Allah, kullarının günahlarını setreder ve
bağışlar.
[144]

 


 

Allah (cc), önceki âyetlerde kendisine ortak
koşanların, ortak koştuk­ları şeyleri, Allah (cc) gibi sevdiklerini beyan
etmektedir. O. onların ortak koşmalarının, bu ortakları niçin o kadar
sevdiklerinin ve halkın reisleriyle her noktadaki münasebetlerinin sebebinin,
yalnız dünya malı sevgisi ol­duğuna işaret etmiştir. Ve tüm insanlara hitapla
yerden çıkan nimetleri temiz ve helal olmaları şartıyla yemeyi emretmiştir. «Ey
insanlar, yerdeki şeylerden helal ve teiniz olmak şartıyla yeyln. Şeytanın
adımlarına uyma­yın. Çünkü o size apaçık bir düşmandır.» (Bakara: 168). Cenab-ı
Hak, ço­ban arkasından intizamlı bir şekilde yürüyen koyunlar gibi, akılsız,
şuur­suz, hürriyetsiz ve idraksiz liderlerin arkasından giden mukallit
kâfirlerin hallerini de beyandan sonra, «Ey iman edenler, size rızık olarak
verdiğimiz şeylerin en temiz olanlarından yeyin.» âyetiyle. hassaten mü'minlere
hitap etmiştir. Zira müminler, anlamaya, ilim öğrenmeye ve doğru yoldan gitmeye
daha lâyık ve uygundurlar.
[145]

 


 

Birinci
incelik:
Âyetteki «tayyibat» (temizlik)'den maksat,
helal rızık-lardır. Allah (cc)'ın helal kıldığı her şey temiz, haram kıldığı her
şey ise pistir. Ömer bin Abdulaziz (ra)'e göre «pâMtan murat, yenen şeylerin
de­ğil, kazancın temiz olmasıdır. O'nun bu görüşünü, şu hadis-i şerif te'yid
eder: «Resulüllah (sav), «Hakikaten Allah (cc) temizdir, ancak pâk olanı
huzuruna kabul eder. Allah (cc) elçilerine emrettiğini, mümin kullarına da
emretmiştir,» sözlerine devamla «Ey Resuller, temiz ve helal olan şeyler­den
yeyin. Güzel amel (ve hareketlerde) bulunun. Çünkü ne yaparsanız hakkıyla
bilenim.» (Mü'minün: 51), «Siz rızıklandığınız şeylerin en temiz­lerinden
yeyin...» (Tâ hâ: 81) âyetlerini okudu ve bir kimse, tozlu topraklı ve yorgunluk
veren uzun bir yolculuktan sonra ellerini göğe doğru kaldı­rarak «Yarabbi,
yarabbi...» diyerek dua yapmaya başlar Halbuki onun yediği, .içtiği, giydiği ve
gıda olarak aldığı her şey haramdır. O'nun duası kabul olur mu? buyurdu»
[146]

Temiz rızık hakkında Rasulüllah (sav)ın
beyanlarından daha güzeli ol­maz.

İkinci
incelik:
Allah (cc), kullarına yerden çıkan şeylerin
temiz ve he­lal olanlarının yenilme ve içilmesini mubah kılmıştır. Allah (cc)
haram şey­ler az olduğundan, onlardan bahsetmiştir. Haram olduğu beyan edilen
şeylerin dışında kalan herşey ise, mubahtır.

Üçüncü ve
dördüncü incelik:
Gramerle ilgili olduğundan yalnız
Alusi ile Ebussuud'un görüşlerini önemine binaen alıyoruz.

Âlûsi: «Hürmetin, hassaten haram şeylerin
kendilerine izafe edilmesi, murdar ölen bir hayvanın hiçbir uzvundan istifade
edilemeyeceğine işaret eder»
[147] der. Ebussuud ise, «Domuz eti, Kur'an da niçin anılmıştır? Bu so­ruyu
şöyle cevaplandırabiliriz: Domuzun diğer parçaları da etlerine tabi­dir. Eti
haram olan hayvanların, diğer uzuv ve parçalarının yenilmesi ve kullanılması
haramdır,»
[148] demektir.[149]

 


 


 

Âyetteki «haram kılma» tabiri, ölmüş hayvan ve
kanın bizzat kendi­lerine isnat edilmiştir. Her ikisinin tümü haramdır.
Fakihler, âyetin haram kıldığı şeyin murdar ölmüş hayvan eti mi, yoksa
faydalanılacak diğer men­faat türleri mi? olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Eti haram olan bir hayvanın satılması ve herhangi bir şeyinden faydalanılması
murdar oldu­ğundan —şer'î delillerin istisna edeceği bazı menfaatlenme türleri
hariç— haramdır.

Bazı alimlere göre murdar ölmüş hayvanın yalnız
etinin yenilıuesı ha­ramdır. Çünkü. Allah: «Siz rızıklandığınız şeylerin en
temizlerinden ye-yiniz...» (Tâ hâ: 81). «Kim bunlardan yemiye muztar kalırsa
kimseye sal­dırmamak ve haddi geçmemek şartıyla onun üzerinde    günah  
yoktur.»

(Tâ hâ: 82) âyetleriyle onların görüşünü teyid
eder.

Cessâs ise bu hususta şöyle demektedir: «Âyetteki
«haram kılma» ifadesi, menfaatlenmenin bütün türlerini kapsar. Murdar ölmüş bir
hayva­nın herhangi bir parçasından hiçbir surette faydalanılamaz. Çoban köpe­ği
ve av için eğitilmiş hayvanlara dahi o etten yedirmek haramdır. Çünkü murdar bir
eti onlara yedirmek de bir nevi menfaatlenmektir. Allah (cc) mutlak bir
ifadeyle, onun tümünün haram olduğunu buyurmaktadır. Mur­dar hayvanın bazı
azaları hususunda özel delillerle helal edilen kısımları hariç hiç bir şey ile
menfaatlenmek caiz (doğru) değildir.»
[150]

 


 

Âyet, ölmüş hayvanın, kanın, domuz etinin ve Allah
ismiyle değil, başka varıkların ismi ile kesilen hayvanların etlerinin haram
olduğunu beyan eder. Ölüm, hayvanların sebepsiz olarak kendiliğinden ölmesine
veya şer'l bir kesişin dışındaki öldürülmeye denir.- Cahiliyet devrinde Araplar,
ölen veya öldürülen hayvanların etinin mubah "olduğunu iddia eder ve
yerlerdi,

Allah (cc)'ın, ölmüş hayvan etini haram kılması
üzerine müşrik Arap­lar, bu hususta mü'minlerle mücadele ederek «Kendi kendine
ölen bir hay­vanın etini yemiyorsunuz da kendi kestiğiniz hayvanın etini niçin
yiyor­sunuz? diyorlardı. Bunların bu soru ve mücadeleleri üzerine: «...Filhakika
şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına mutlaka tolkln-lerde
bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesizki siz de Allah'a «ş
tanıyanlarsınızdır.» (En'âm: 121) âyeti nazil oldu. Âyet. kesin olarak mu», r'k
Arapların, ölmüş hayvanın eti hakkındaki yanlış düşünce ve Iddularını
reddetmekte ve mü'minlerin Allah (cc)'ın emirlerine sımsıkı sarılmaları
gn-roktiğine işaret etmektedir.

Ölen hayvanın tümü, kesin nasla haram kılınmıştır.
Yalnız ölen hayvan­ların bazılarının etinin yenilmesi hususunda bir çok hadis-i
şerifin İnil»-nai hükümler getirdiği bilinmektedir.

A. «Resulullah (sav)'ın: «Bize ölmüş hayvanlardan
iki tür ve İki kon helal kılınmıştır. Balık ve çekirge ile ciğer ve dalak»
buyurdu»
[151] hadlHiülr.

B. «Resulullah (sav)'ın: «Denizlerin suyu temiz,
içinde yaşayıp öltn İse helaldir» buyurdu
[152] hadisidir.

C. Sahiheyn (Buhari ve Müslim)'de Cabir bin
Abdullah (ra)'dan   «Ebu Ubeyde bin
Cerrah ile Kureyşlilerin  bir
kervanının  önünü  kesmek 
İçin Bahile gitmiştik. Azığımız da bir dağarcık hurmaydı. Sahile
yaklaştığımız­da uzaktan bir kum yığını görünüyordu. İyice yaklaştığımızda onun
kum yığını değil, ölmüş bir balina balığı olduğu gördük. Ebu Ubeyde bin C«r<
rah önce «Bu, ölmüştür, yenilmez»  dedi.
Fakat daha sonra «Biz Alluh (cc)'ın elcisinin elcileriyiz. Resulullah (sav) bizi
göndereceği vakit «Yarruk ve içmek hususunda sıkıntıya düştüğünüz vakit, ölmüş
bir şey de bulsanıl yeyln» buyurdu» dedi. Bunun üzerine orada kaldığımız müddet
içersinde balinanın etinden yiyerek kilo aldık. Medine'ye döndüğümüzde sahilde
ye­diğimiz ölmüş balina balığı etj hususunu sorduğumuzda Resulullah (sav), «O'nu
ancak Allah (cc), size rızık olarak denizden çıkarmıştır. Sizde onun etinden
halâ var mı? Varsa getirin, bende yiyeyim» buyurdu. Bunun üzerine onun etinden
Resulullah (sav)'a gönderdik. O'da ondan yedi.»
[153] hadisini rivayet etmişlerdir.

D. ibn-i Ebi Evfâ'nın rivayet ettiği: «Biz.
Resulullah (sav) ile 7 defa savaşa katıldık. Savaştaki yiyeceğimiz de
çekirgeydi,»
[154] hadisidir.

Fakihlerin cumhur'u (çoğu), naklettiğimiz hadisleri
delil olarak, deniz hayvanlarından ölenleri, âyetteki «ölen hayvan» ifadesinden
istisna etmiş­lerdir. ^Yalnız Hanefi alimleri, denizde ölüpte sırtüstü dönen
balıkların ye­nilmesinin haram, denizde ölüpte kenara atılan, sırtüstü değil de
yan veya karın üzerinde düz duran balıkların etinin yenilmesinin helal olduğuna
hükmederler. Çünkü Resulullah (sav): «Denizin sahile attığı balıklardan veya
denizde ölen balıkların etinden yeyiniz. Denizde ölüpte sırtüstü dön­mek
suretiyle suyun üzerinde dolaşan balıkları yemeyiniz»
[155] buyurmuş­tur.

Maliki alimleri ise, ne şekilde olursa olsun
denizde ölen balıkların hepsinin helâl okluğuna hükmederler. Yalnız ölen çekirge
etinin yenilmesi haramdır. Zira onlar, bunun helâl olması için hiçbir sahih
delil tesblt ede­memişlerdir.

Kurtubi: «Çoğu fakihler. tüm canlı veya ölü deniz
hayvanlarının etinin helâl ofduğuna cevaz vermişlerdir. Maliki mezhebi de bu
görüştedir. Yal­nız İmam Malik (ra), su domuzu hususunda hüküm vermekten
çekinmiştir. Çünkü Ö, «Siz ona domuz dediğiniz için hüküm vermekten kaçınıyorum»
der. İbn-i Kasım ise. «Deniz domuzunun haram olduğunu zannetmiyorum» demektedir»
[156] diyor.[157]

 


 

Fakihler. kesilen bir hayvandan ölü olarak çıkan
cenin etinin yenilip yenilmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir, imam-ı azam
Ebu Hanife (ra), cenin etinin yenilmeyeceğine hükmetmiştir. Zira cenin ölmüştür.
Allah (cc), ölen bir hayvan etinin yenilmesini kesin olarak haram kılmıştır.
Eğer hayvanın kesiminden sonra içinden canlı bir cenin (yavru) çıkarsa, mü­barek
hayvanlar gibi kesilerek yenir. Kesilmediği takdirde cenin etinin ye­nilmesi
haramdır.

İmam Şafiî (ra). İmam Munammed (ra), İmam Yusuf
(ra) ise bir hay­vanın kesiminden sonra içinden ölü olarak çıkan cenin etinin
yenilmesinin helal olduğuna hükmederler. Zira onlar, Resulullah (sav)'ın:
«Ceninin ke-•İmi, anasının kesimi iledir» hadisi ile delil getirirler.
[158]

İmam Malik (ra)'e göre hayvanın kesiminden sonra,
içinden çıkan uenlnln uzuvları tam ve düzlenmiş ise eti yenir. Eğer araları
tamamlan­mamış veya tüylenmemişse yenilmez.

Kurtubî ise bu hususta şöyle der: «Hayvanın
kesiminden sonra İçin dan ölü olarak çıkan cenin eti yenir. Zira cenin, hayvanın
uzuvlarından herhangi bir uzuv gibidir. Uzuvların yenmesi gibi. cenin eti de
yenir.»
[159] İmamı Azam'ın görüşünü destekleyen alimler. İmam Şafiî (ra), İmam Mullk
(ra) ve İmam Muhammed'in (ra) delil olarak naklettikleri hadisi; •Osnlnln
kesimi, anasının kesimi iledir» hadisinden anlaşılan,    hayvanın katimi gibi ceninin de kesilmesi
lazımdır. Hadisin bu şekilde anlaşılması ineklerini Arapların darb-ı
mesellerinde görmek mümkündür: «Sözüm sö-undur. Mezhebim mezhebindir»
sözlerinden anlaşılan «sözüm; sözün gibi •İr, mezhebim; mezhebin gibidir»
biçimindedir. Bu durum şu Arap şiirin­in de anlaşılır: «Senin gözün, onun
gözüdür. Senin gerdanın, onun ger-1 Hunidir.» biçiminde tefsir
ederler.
[160]

 


 

Ata'ya göre ölmüş hayvanın iç yağları ve derisinden
faydalanmak »•illidir. İç yağlar, gemilerin yağlanmasında ve derilerin
tabaklanmasında Mılkınılır. Ayetteki haram hükmü, hassaten ölmüş hayvan etinin
yenilmesi tı« ulttlr. Bu görüşünün delili: «De ki. «bana vahyolunanlor arasında
yiyen Wr kimsenin yiyeceği içinde horam edilmiş bir şey bilmiyorum. Yalnız
ae-tak olu gerek dökülen kan...» (En'âm: 14) âyetidir. Zira âyetteki «yiyen Mı
kimsenin yiyeceği içindeki» cümlesi, yalnız ölmüş hayvan etinin hu-mıhı olduğunu
beyan eder.

Cumhur ise kesinlikle ölmüş hayvan eti ile diğer
uzuvlarının haram görüşündedir. Bu görüşlerini de. «O. size ölüyü...... haram
kıldı»

Ayallyle tesbit ederler. Zira onun haram olmasından
maksat, her yönüyle lııyıkılonmadır. «Resulullah Efendimiz (sav). «Allah (cc).
yahudllere -Ce-imiIı ı Hakk lanet etsin- hayvanların iç yağlarının yenilmesini
haram kıl-•tuşu  Onlar ise iç yağlarını
eriterek sattılar. Karşılığında aldıkları paralan da yediler.» buyurdu.» hadisi
de delâlet eder ki, haram bir şeyi ye­mek haram olduğu gibi. onu satıp
karşılığında alınan parayı yemekte haramdır. Şu halde ölmüş bir hayvanın,
herhangi bir uzuv ve organını satarak faydalanmak caiz değildir. Yalnız bundan
ölmüş hayvan organ­larından faydalanma hususunda gelen istisnai hükümler
hariçtir.
[161]

 


 

Alimler, kan, haram ve necis olduğundan yenilmemesi
ve faydala: mlmaması hususunda ittifak etmişlerdir. Allah (cc), (dersimizin
konu­su) âyette «kamı mutlak şekilde, aksın veya akmasın haram kıl­mıştır. En'âm
suresinin 145. âyetinde İse, «dökülen kan» tabirinde kan kelimesini, «dökülen»
sözüyle vastflayarak anmıştır. Bunun üzerine fakihler <kan»t mutlak haram
eden âyeti, «dökülen kan»ı zikreden âyetle tefsir ederek, yalnız dökülen kanın
haram olduğuna hükmetmişlerdir. Çünkü bir âyet. diğer bir âyeti tefsir' edebiHr.
Hz. Aişe (r.anha): «Allah (cc), âyette «dökülen kan» tabirini buyurmasaydı.
halkın damarlardaki kanları temiz­lemesi gerekirdi. Bu ise son derece zordur.
Halbuki dinde hlc bir çetinlik yoktur» der.

Damarlar da ve etin içinde kalan kanın haram
olmadığı İse icma İle tesbit edilmiştir. Ciğer ve dalak, birer kan parçası
oldukları halde helal­dir. Bu helal oluş. imam Ahmed bin Hanbel (ra) ve Ibn-I
Mace'nin rivayet ettikleri hadis ve icma İle sabittir.

Kurtubi. bu hususla ilgili olarak şöyle der: «Kan,
kesinlikle haramdır. Yalnız damar ve ette kalan kan, haram değildir. Hz. Alşe
(ra)'den rivayet edilen, «Resulullah (sav) zamanında çömlekte et pişirirdik.
Çömlekte kan­dan mütevellid sararmış bir et suyu oluşurdu. Bizim onu yediğimizi
Re­sulullah (sav) gördüğü halde bir şey buyurmazlardı» hadisi, et ve damar­larda
kalan kanın haram olmadığını gösterir.»
[162]

 


 

Âyet, domuz etinin haram olduğunu beyan eder. Bazı
Zahiri mezhebi
[163] alimlerine göre domuzun etleri haram, iç yağları ise helaldir. Çünkü
Allah (cc), âyette «domuz eti» demiş, «İç yağı»
dememiştir.

Cumhur, domuz iç yağının, eti gibi haram olduğuna
hükmetmiştir Çünkü etinin çoğu yağ olduğundan, ic yağları da kapsar. Sahih olan
da cumhurun görüşüdür. Allah (cc)'ın domuz etini zikretmesi, tümünün haram
olduğuna delalet eder. Domuz, şer'İ usullerle kesilse dahi yine haramdır, Onun
etinin haram oluşun da sayısız tıbbî ve içtimaî hikmetler
vardır.

Fakihler, domuz kılından istifade edilip
edilmeyeceği konusunda İhtilaf etmişlerdir, imam-ı Azam Ebu Hanife (ra) ile İmam
Malik (ra)'e göre, do­muz kılının dikişte iğne yerine kullanılması
caizdir.

imam Şafii (ra)'ye göre ise, domuzun kılından dahi
istifade etmek ha­ramdır. Çünkü kıl da, onun bir
parçasıdır.

imam Ebu Yusuf (ra)'a göre de, domuz kılıyla iğne
gibi dikiş yapmak veya onu başka türlü kullanmak
mekruhtur.

Kurtubî domuz kılıyla alakalı olarak; «kılı dışında
domuzun tümünün haram olduğunda ittifak vardır. Onun kılı ile dikiş dikmek
caizdir. /İni Resulullah (sav) devri'de ve daha sonraki zamanlarda İnsanlar,
domu/ kılını ayakkabı dikişinde kullanmışlardır. Peygamberimiz (sav)'den sonra
ki hiçbir imamın «onu kullanmayın» dediklerini bilmiyoruz. Bu da gönler mektedlr
ki Resulullah (sav) ve daha sonra gelen İmamlar devrinde, onun kullanılmasına
cevaz (müsade) verilmiştir.»
[164] der.

Alimler, su domuzu hakkında ihtilaf etmişlerdir,
imam-ı azam Ebu Ha­nife (ra)'ye göre, âyetin umumuna bakılınca su domuzu eti
yenilmez. Imum Malik (ra). İmam Safi (ra), imam Evzâî (ra)'ye göre de. denizde
olan her şeyin yenilmesinde sakınca yoktur.
[165] Konuyla ilgili geniş İzahat fıkıh kitaplarında görülebilir.[166]

 

Yedinci
Hüküm: Zarurette Kakm Kimse, Murdar Ölmüş Hayvan Etinden Ne Kadar
Yiyebilir?

 

Alimler, «zarurette kalan bir kimsenin ölmüş murdar
hayvanın elin­den doyuncaya kadar mı, yoksa hayatını kurtaracak kadar mı
yemelidir?» hususun da İhtilaf etmişlerdir.

imam Malik (ra)'e göre zarurette kalan kimse, ölmüş
murdar hay­van etinden doyuncaya kadar yiyebilir. Zira zaruret hali, haram
hükmünü kaldırır ve onu mubah kılar.

Cumhur (Şafii-Hanbelî-Hanefi alimlerine)'a göre ise
zarurette kalan kimse, ölmüş murdar hayvan etinden hayatını kurtaracak kadar
yiyebilir. Zira o eti yemeyi mubah kılan, zarurettir. Ancak zaruret miktarınca
yiye­bilir.

Alimler arasındaki ihtilafın sebebi; «...Kim
bunlardan yemiye nuıztar kalırsa - (kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek
miktarı) geçmemek şartıyla - onun üzerinde günah yoktur» âyetinden anlaşılandır.
Zira cum­hur, âyette saldırma anlamına gelen «baği» kelimesini; zaruret olmadan,
ölmüş murdar hayvan etinden yeme. haddi aşma anlamına gelen «adi» kelimesini de
zaruret hududlarını aşma olarak tefsir etmiştir. Âyeti bu şe­kilde tefsir eden
cumhur, ondan şu hükmü çıkarmıştır: Zarurette kalan kimse, ölmüş murdar hayvan
etinden hayatını kurtaracak kadar yiyebilir.

imam Malik (ra) ise âyetteki «baği» ve «adi»
kelimelerini «İslâm Dev­let Başkanlarına isyan edenler» tarzında tefsir
etmiştir. Bundan dolayı O. zarurette kalan kimsenin, ölmüş murdar hayvan etinden
doya doya yiye­bileceği hükmünü vermiştir. Allah (cc). her şeyin en iyisini
bilendir.
[167]

 


 

1. Allah (cc), mü'minlere helal kazançla temiz
şeylerden yemelerini mubah kılmıştır.

2. Cenab-ı Hakkın sayısız ve hesapsız nimetleri
karşısında, mümin lerin şükretmeleri vacibtir.

3. Doğru müminlerin Allah (cc) için yaptıkları
ibadetler de ihlâslı ol­maları şarttır.

4. Allah (cc), kullarına temiz şeyleri değil, pis
şeyleri yemeyi haram kılmıştır.

5. Cenab-ı Hak, insanlara zaruret halinde, haram
ettiği şeylerden ye­meyi mubah kılmıştır.
[168]

 


 

Allah (cc), mümin kullarına temiz şeyleri yemeyi
mubah, ölmüş mur­dar hayvan, kan. domuz eti ve pis şeyleri de haram kılmıştır.
O. insanları nefislerine azab vermekten ve helal nimetleri yememekten men
etmiştir. Çünkü müşrikler, Allah (cc)'ın haram kılmadığı bir tokım şeyleri —
«Bani-ist»
[169] ve «Sâibet» [170] gibi— kendilerine
haram kılmışlardı.

Kitab ehlinden hristiyanların en yaygın mezhebine
göre. insanları Al­lah (cc)'a en çok yaklaştıran ameller, nefse hakaret, azap
verme. Onun lemlz kıldığı nimetlerden nefsi men etme, «ruha. hayat hakkı yoktur»
İnan-n ile vücuda eziyet verme gibi hareketlerdi. Bu yanlış hükümler, onların
din adamları tarafından va'z ediliyordu. Allah (cc)'ın gönderdiği şeriatların
hiçbirin de böyle batıl hükümlerin izi dahi yoktur. Ondan dolayı Allah (et,),
lutlu İle bu ümmeti vasat bir ümmet kılmıştır. Zira O, insan vücudunun hakkı
olan gıdayı verdiği gibi, ruhuna ibâdet yoluyla hayat hakkı da tunı
mistir.

Her türlü temiz şeyleri mubah, pis şeyleri haram
kılan Allah (cc). v«r iliği nimetlere karşılık kendisine şükretmemizi
emretmektedir. Bizi. hay vunlar gibi yalnız cisme, melekler gibi yalnız ruha
önem veren kılmamış, mutedil bir şeriatla kâmil bir ümmet
yapmıştır.

ölmüş murdar hayvan etinin haram oluş hikmeti,
ondaki zarartordan dolayıdır.

Bu tür bir hayvan, ya hastalıktan veya ani bir
sebepten dolayı Ölmüş Kır, Hastalanarak ölen bir hayvanın  vücuduna mikroplar yayıldığındım, •II
hastalık mikroplarıyla dolu olur. Eğer bu etten yenirse, hastalığın tıı •unlara
geçmesi imkan dahilindedir. Ani bir sebepten murdar ölen bir hayvanın vücudunda
ve kanında birçok zararlı cisimler bulunur, teşekkül eder. O etten yenilirse,
insana zararlı mikroplar geçebilir. Tüm bu »«bap İmden ötürü Cenab-ı Hak, ani
ölüm veya hastalıkla murdar ölen hayvan «linin yenilmesini haram
kılmıştır.

Dökülen kanın haremliği; kirli ve zararlı olduğu
içindir. Onda bir ook rararlı mikrop ve elementler birikmiştir. Tıp dahi. bunu
tesblt etmiştir,

Kanı dökülmeden yenen etin mikropları vücuda
yayılarak   İnsanı uasta
eder.

Domuz etinin horam oluş hikmeti; domuz, birçok pis
şeyleri yer. On­ları yediği için de pistir. Çok saldırgan mikropları vücudunda
taşıdığından onun etinden yiyen kimsenin vücudunu bu mikroplar tahrip etmeye
başlar. Domuz etini yiyen kimse, onun huyundan da alır. Zira domuzun
yaratılı­şında hiç bir hayvanda olmayan pis ve kötü huylar vardır. Bunların
ençok bilineni, eşini kıskanmamasıdır. Domuz etini çok yiyen halk
toplulukların­da kıskançlık duygusunun tamamen kaybolduğunu görürüz. Batı
ülkelerini gezip görenler, bu durumu daha yakından bilir.

islâm şehidi Seyyld Kutub, bu hususta şöyle der:
«Domuz sağlam ve temiz bünyeli herkesi tiksindirir. Asırlarca evvel Allah (cc)
tarafından ha­ram kılınan bu hayvanın etinde, kanında ve barsaklarında son
derece teh-keli kurtçuklar bulunduğunu bugünkü İlim tesbit etmiştir. Bazı
kişilerin İddialarına göre, ilerlemiş bugünkü pişirme vasıtalarının kullanılması
ve etlerinin yüksek hararetle kaynatılması sonucunda bu zararlı kurtçuklar
ölmekte ve tehlike arzetmemektedir. Bu kimseler, ilmin asırlarca yaptığı
a-raştırmalar sonucunda ancak bir tek zararı keşfettiğini unutuyorlar. Kim,
domuz etinde henüz keşfedilmemiş daha bir çok mikropların bulunmadığı­nı kati
olarak söyleyebilir?

Beşeri ilimleri yüzlerce yıl gerilerde bırakan
islâm şeriatı, güvenilme-ye, bağlanılmaya daha liyakatli değil midir? Bırakalım
kesin hükmü de. İslam şeriatının helal kıldığını helâl, haram kıldığını haram
kabul edelim. Zira bu hüküm, bizzat Hakîm ve herşeyin en ince noktasına kadar
bilen Allah (cc) tarafından gönderilmiştir.»
[171]

Allah (cc) ismiyle değil, başka bir isimle kesilen
hayvanlara; yani ke­silirken Allah (cc)'tan başkasına teveccüh edilerek kesilen
hayvanların etleri, kesinlikle haramdır. Bu haram oluş, herhangi bir sebepten
dolayı değil, yalnız Allah (cc)'tan başkasına teveccüh edilmiş olduğundandır.
Çünkü islâm, vücut temizliği kadar kalb. ruh ve düşünce temizliğine de önem
vermiştir. Bu manevi pislik, maddi ve hakiki pislikten bir cüzdür, islâm,
teveccühün kayıtsız şartsız Allah (cc) için olmasını şart koşar,
em­reder.
[172]



 

178  — Ey
iman edenler, maktuller hakkında size kısas (misilleme) y» zildi (farz edildi).
Hür hür ile. köle köle ile, dişi dişi İle (kısas olunur)  fa kat kimin (hangi katilin) lehinde maktulün
kardeşi (velisi) tarafından eüil bir şey afvohinursa (hemen kısas düşer). Artık
örfe uymak (şer'ln ve aklın İyi gördüğünü yapmak, borcu) ona (maktulün velisine)
güzellikle ödemek (lazımdır). Bu, Rabblnizden bir hafifletme ve esirgemedir. O
halde kim bu (afhrden ve edadan) sonra (katile veya taraftarlarına muhaseme ve)
teca­vüzde bulunursa onun için pek acıklı bir azab vardır.

179  — Ey
salim akıl sahipleri, kısasta sizin için (umumi) bir hayat vardır. Tâ ki
(katilden) sokmasınız).

 


 

(Kutlbe): Müfessir Ferrâ: «Kur'anın neresinde
«kütibe aleyküm» İfadesi bulunursa o, «furiza aleyküm» yani «farz kılındı»
anla-mındadır»
[173] der. «Kütibe» kelimesi. Arap dili ve edebiyatında da «farz kı­lındı»
manasınadır. Şair Ömer bin Rebia. «Bize savaş farz kılındı»
[174] mis-rain da «Kutibe»
kelimesini «furize» anlamında kullanmıştır.

Taberî'ye göre. âyetteki «...size kısas yazıldı»
cümlesi, «...size kısas farz kılındı» onlamındadır. Arap dili ve edebiyatında
«yazıldı» anlamındaki «kutibe» kelimesinin, «farz kılındı» anlamındaki «furize»
kelimesi yerine ; kullanıldığı çokça görülmektedir.
[175]'

(El-kısâsü): Kısas kelimesi, herhangi bir şahsın
yaptığına aynıyla karşılık verme anlamındadır. *

(El-Katlâ): El-Katlâ kelimesi, katlin çoğuludur.
Ve öldürülenler anlamındadır. Taberî'ye göre. insanlar tarafından öldürülene
katil veya maktul denir. Kendi eceliyle ölene de. mevt (ölüm) adı verilir.
[176]

(Uflye): Lügatta ufiye kelimesi, yüz
çevirme ve günah-ton döndürmek anlamındadır. Ayetteki anlamı şudur: öldürülen
kişinin kar­deşi veya diğer bir yakını tarafından, öldüren şahsın katlini
terkedip on­dan diyet almaktır.

(Feittlbâün bllmağrûfl): örf ve adet ile diyet
istemek anlamındadır. Yani ölen adamın velisi (kardeşi, babası veya oğlu)
öldürenden. Şeriatın tayin ettiği kan bedelini alırken güzel bjr şekilde İsteyip
almasıdır, öldürenin de ödeyeceği diyeti (kan bedelini) geciktir­meden tayin
edilen zaman da münakaşasız ödemesidir.

(Femen
Iğtedâ):
Ayetteki bu cümlenin anlamı şudur: Bir kimse,
öldürülenin diyetini aldıktan sonra katili veya bir yakınını öldürürse, haddi
tecavüz etmiş olur ve Allah (cc) İndinde ona azab vardır.

(El-elbâbi):Salim akıl sahipleri anlamındadır. «Lüb» kelimesinin
çoğuludur.
[177]

 


 

Allah (cc) icmâlen şöyle buyurur: «Ey iman edenler
.size bir kişiyi öl­dürene kısas yapmak farz kılınmıştır. Bir kısmınız, diğer
bir kısmınım zulmetmeyiniz. Hür hürü, köle köleyi, kadın kadını öldürürse, siz
de onu Ol­durunuz. Adalet ve eşitlikten ayrılmayınız. Aranızda olan zulmü
terkodlnlı İlli hür karşılığında birkaç hürü. bir köle karşılığında bir hürü,
bir kadın karşılığında bir erkeği öldürmeyiniz. Ki bu zulüm ve düşmanlık olur
Kim, kınası terkederek diyet almaya razı olursa, kan dökmeden, dostluk ve mert
nuniyet dahilinde, maruf bir şekilde diyet istesin ve alsın. Katil veya vt-Hol
de. anlaşılan diyet miktarını tam olarak, zamanında ve güzellikle öd»,
rnelidir.

Ey mü'minler, kısası affedip diyete dönmek, fazlını
izhar için Allah tarafından size bir hafifletmedir. Diyet hükmü, ancak
mü'minlere emredil. Hîlşdlr. Halbuki yahudilerin şeriatında kısastan başka bir
hüküm yoktur Artık bundan sonra kim haddi tecavüz ederse, onun için pek acıklı
bir cı/ub vardır. Yani bir kimse, diyet aldıktan sonra katili öldürürse. Allah
|co| itirafından pek elem verici bir azaba müstahak edilir. Çünkü o, kııaı
yerine aldığı diyet ile katile dokunmayacağına söz
vermiştir.

Ey salim akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat
vardır. Kısastukl ha­yat, başlangıçta katilleri başkasına tecavüz etmekte
alıkoymakla başlar, öldüreceği kimsenin hayat bedelini, kendi hayatıyla
ödeyeceğine İnanan kimse, bu işi yapmaktan mutlaka vazgeçecektir. Bu suretle kan
dökül­mesinin önü alınmış ve herkes kendiliğinden korunmuş olur. Halkın
haya-tını teminat altına alan kısas -ki dünya ve ahiret saadeti ona bağlıdır
Al­lah (cc)'ın bir kanunu ve dinin bir hükmüdür.
[178]

 


 

A. Bu âyetin nüzul sebebi, Katâde (ra)'nin şu
rivayetidir: «CahiMyet devimde insanlar arasında zulüm ve düşmanlık Yoğundu.
Birbirine düşman İki kabile.arasında savaş hazırlıkları yapıldığı bir sırada,
kabilelerden öl-ıftlnln birKoiesi.diğer kabilenin bir kölesi tarafından
.öldürüldüğün de. kö-

lesi öldürülen kabile, diğerlerinden daha şerefli
ve üstün olduğunu göster­mek için. «öldürülen kölemizin karşılığın da onlardan
bir hür kişi öldürürüz» veya bir kadın, diğer kabileden bir kadını öldürünce,
katledilen kadının kabilesi, «öldürülen kadınımız karşılığın da. ancak bir hür
erkek öldürürüz» derlerdi, işte bu nedenle. «...Hür hür ile. köle köle İle,
(fişi dişi He kw<» olunur» âyeti nazil oldu.»
[179]

B. Said bin Cübeyr (ra)'in-. «İslâm'ı kabul
etmeden kısa bir süre önce iki Arap kabilesi arasında kadın ve kölelerin dahi
öldürüldüğü büyük bir savaş yapılmıştı. Aralarında öldürülen ve yaralananlar da
vardı, islâm o-luncaya kadar da birbirlerinden kısas ve diyet namına hiçbir şey
almamış­lardı. Silah ve servet bakımından diğerine göre daha zengin olan kabile,
«öldürülen bir köle veya kadınımızın yerine onlardan hür bir erkek öldü-rünceye
kadar anlaşma yapmayacağız» diyerek yemin ederlerdi. Bunun üzerine «Ey iman
edenler, maktüHer hakkında »ize kıta» (mlsMeme) ya­zıldı (farz kılındı)...»
âyeti nazil oldu»
[180] rivayetidir.[181]

 


 

Birinci
incelik:
Allah (cc). kısas karşılığı diyeti meşru
kutmakla mü­minlere İkramda bulunmuştur. Halbuki diyet. Tevrat'ta yoktu. Buhari.
ibn-i Abbas (ra)dan: «israil oğullarına gönderilen şeriatta kısas vardı. Fakat
diyet yoktu. Bu hüküm, yalnız müminlere emredilmiştir. «Ey İman edenler,
maktuller hakkında tize kısas (misilleme) yazıldı (farz edildi). Hür hürle, köle
köleyle, drsi dişiyle, (kısas olunur). Fakat kimin (hangi katilin) lehin­de
maktulün kardeşi (velisi) tarafından cüzi bir şey arvokınursa...» âye­tinde
«afv» den maksat, kasten adam öldürmekte diyetin, Hz. Muhammed (sav) ümmeti için
kabul edildiğidir. Ayetteki «Artık örfe uymak (serin ve aklın İyi gördüğünü
yapmaK borcu) ona (maktulün velisine) güzellikle öde­mek lazımdır.» cümlesinden
murad da. diyeti kabul eden kan sahibinin, örf ve adalete uyarak memnuniyet
İçersinde, güzellikle onu almasıdır. Kâ-' tll veya velisinin de anlaşılan diyet
miktarını, tam olarak, güzellikle ve İhsanla ödemesidir.

«Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve esirgemedir»
emrinden kasıt, daha önceki ümmetlerde diyet hükmünün olmadığıdır. Kısas
karşılığında diyet almayı kabul etmek, bir kişinin ölümünden çok hafif olduğu
gibi katilin de hayatını bağışlayarak korumak demektir, islâm şeriatındaki bu
hüküm-

lerln, daha önceki ümmetlerdekl şerl hükümlerden
daha hafif olduğunu gösterir. «O hakle kfcn bu (affeden ve edadan) sonra (katile
veya tararlar nna muhaseme ve) tecavüzde bulunursa onun için pek acıklı bir azab
vardır.»
[182] rivayetini yapmıştır.

İkinci
incelik:
Kısasla alakalı olarak Zeccâc; «öldüreceği
kimsenin hayat bedelini, kendi hayatıyla ödeyeceğini bilen kimse, adam
öldürmek­ten vazgeçtiği gibi. öldüreceği adamın ve kendisinin de hayatını
kurtarır. Bu kurtarışın nedeni ise. «...Kısasta sizin için (umumi) bir hayat
vardır. Ta ki (katilden) sokmasınız» âyetlndeki kısas hükmüdür. Bu âyetten İlham
alan bir Arap şairi, kısası mısralarında şöyle dile getiriyor: «Ebu Mallk'e
benden bir mektup ulaştırınız, itap (kısas)'ta kavimler için hayat vardır.» Yani
kısas yoluyla kavimler arasında barış olduğu gibi hayat da vardır.»
[183] der.

Üçüncü
incelik:
Allah (cc). Kur'an'ın en belagattı ve en veciz
ayetinin ki kısas âyetidir- hikmetini, belagatın en yüksek üslubuyla beyan etmiş
tir. Belagat latifelerinden olan bir zıt kelime, kendi zıddı olan diğer bir
kelimenin yerine geçerek onun anlamını ifade eder. Âyette, «hayat» keli­mesi,
«imatet (öldürme)» kelimesi yerine kullanılmıştır. «El-Kısas» kelime­sinin
marife (bilinmiş), «hayat» kelimesinin nekire (bilinmeyen) tabiriyle İfade
edilmeleri, kısasta büyük bir hayat olduğunu bildirir. Kısastaki ha yat.
başlangıçta canileri başkalarına tecavüz etmekten alıkoymakla başlar, Bu
beşeriyyete hayat kazandırır. Bu âyetteki veciz oluşluk. Kurandaki İcazın en
yüksek mertebesldir. Kısas âyetinin anlamını taşıyan keli mo ve cümleler
söyleyen Arap beliğlerine göre. ondan daha veciz bir sözün söylenmesi
düşünülemez, işte Arap beliğlerinin sözlerinden birkaç İanesi: «Adam öldürmek,
öldürülmeyi daha çok nefyeder». «Bir kısmını Öldürmek, topluma hayat
vermektedir.» «öldürme olayını çoğaltınız Kİ öldürme azatsın». Araplar bu
vecizeler içersinde belagatın en yüksek mer­tebesinde «adam öldürmek, öldürmeyi
daha çok nefyeder» vecizesini gö­rüyorlardı. Ve onda ittifak etmişlerdi.
Arapların, «adam öldürmek, öldür­meyi daha çok nefyeder» vecizesi İle Allah
(cc)'ın «...Sizin tçm kısasta (umumi) bir hayat vardır...» buyruğu mukayese
edildiği zaman, onların en veciz ifadesi dahi ilahi kelamın karşısında yok olur.
6u hususu İmam Fahreddin er-Râzî (ra)'nin ifadeleri ile izah etmek daha doğru
olur: «Kısas âyetinin nazmı ile Arap vecizeleri arasında bir kaç açıdan fark
vardır:

1. tKısasta, hayat vardır» nazmı celili,
Arapların «öldürmek, öldürül­meyi daha çok nefyeder» vecizesinden daha kısa ve
kapsam bakımından daha geniştir. Zira nazmı cemllin harfleri daha
azdır.

2. Araplar, «öldürmek, öldürülmeyi daha çok
nefyeder» vecizelerinin zahiri anlamı şudur: Gerçekten bir şeyin kendi yokluğuna
sebep olması lazımdır. Böyle bir şeyde görünüşte mümkün
değildir.

3. Arapların «öldürmek, öldürülmeyi daha çok
nefyeder» vecizelerin­de «öldürmek» tekrar edilmektedir. Halbuki nazmı celilde
bu tekrar yoktur., Arap edebiyatında bir kelimenin aynı cümlede tekrar edilişi,
onu beliğ ve veciz olmaktan çıkarır.

4. Arapların, «öldürmek, öldürülmeyi nefyeder»
beliğ sözleri, yalnız insanı adam öldürmekten alıkor. Geniş muhtevası ile nazmı
celil ise. kişi­yi hem adam öldürmeden, hem de yaralamadan men eder. Âyetin
muhte­vasından, bir kimseyi yaralayan kişinin de yaralanması gerektiği
anlaşılır.

5. Zulüm yaparak öldürmek, hiç bir zaman
öldürmeyi ortadan kaldır­madığı gibi. bilakis çoğalmasına sebeb olur. Arapların
o veciz sözlerinin za­hiri, hiçbir şeyi ifade etmeyen batıl (boş) bir söz olur.
Yaptığımız tahlil­lerin ışığında meseleye baktığımız da. nazmı celil ile
Arapların o veciz sözleri arasındaki farkı açıkça görürüz.»
[184]

 


 


 

Fakihler. hür bir kimse, bir köleyi, müslüman bir
kimse, bir zımmiyi öldürdüğü takdirde hür kimseyle, müslümanın kısas edilip
edilmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Cumhura (Maliki, Şafiî. Hanbeli) göre. hür köleyi,
müslüman zımmi­yi öldürürse, hür ve müslümana kısas
yapılamaz.

Hanefi'ye göre ise hür köleyi, müslüman zımmiyi
öldürürse, hür ve müslümon kimselere kısas yapılır.

Cumhurun delilleri:

Cumhur. Kur'andan, hadisten ve akli yoldan delil
getirerek, görüşünü isbatlamıştır.

A. Kur'andan delilleri: «Ey İman edenler,
maktuller hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (farz kılındı)...» âyetinde,
kısasta eşitliği emreden Allah (cc). daha sonra «...Hür hür ile, köle köle ile,
dişi dişi ile (kısas olu­nur)...» âyetiyle de kısasta eşitliğin nasıl olacağını
beyan etmiştir. Allah (cc). sanki âyette «öldüren, öldürülene eşit ise onu
öldürünüz» der gibidir. Hür ile köle. müslüman ile zımmi arasında kısas
bakımından bir eşitlik İre yoktur. O halde hür. köle ile, müslüman, zımmi İle
kısas (misilleme) yapılarak öldürülemez.

B. Hadis'ten delilleri:   Buharinin Hz. Ali (ra)'dan rivayet ettiği şu
ha­distir: «Müslüman, kafirle kısas yapılamaz»

C. Aklî delilleri:   Köle. küfür eseri hürriyetsizliği nedeniyle
bir meta (eşya) gibidir. Kâfir ise, küfründen dolayı bir hayvan mesabesindedir.
Bu hususa Allah (cc): «Yeryüzünde yürüyen hayvanların Allah katında sn kö-tutu
şüphesiz ki kafir olanlardır. Artık onlar iman etmezler.» (Enfal: 55) Âyetiyle
işaret eder.

Böyle meta (eşya) ve hayvan mesabesinde olan köle
ile kâfir, hür vs müslümana nasıl eşit olabilir ve kısas yapılabilir?
'

Hanefinin delilleri:

Hanefilerin getirdiği bir kaç delil, kısa ve öz
olarak şöyledir:

1. Allah (cc), «Ey iman edenler, maktuller
hakkında size kısas (mltll-"Ume) yazıldı (farz kılındı)...» âyetinde, katilin
öldürülmesini farz kılmıştır,

Bu âyet. umumu ifade ettiği için hür, köle,
müslüman ve zımmî bütün ka­tilleri kapsar.

«Hür hür ile, köle köle ile...» âyeti ise.
cahiliyet devrindeki zulmü orta dan kaldırmak için Allah (cc) tarafından ferman
edilmiştir. Zira Araplar, cahiliyet devrinde bir hür karşılığı, bir kaç hürü.
bir köle karşılığı, bir hürü, bir dişi karşılığında da bir hür erkeği haddi
aşarak öldürürlerdi, işts on­ların bu zulümlerinin iptali için bu âyeti inzal
buyuran Allah (cc), kısanın yalnız katile uygulanacağını te'kitle beyan
etmiştir. Bu durum, nüzul sebe­binden de anlaşılır.

2. «Biz onda (Tevrat'ta) onların üzerine (şunu
da) yazdık. Cana can, göz» göz, buruna burun, kulağa kulok. dişe dis
(karşılıktır, hülasa bütün) yaralar birbirine kısastır...» (Mâide: 45) âyeti,
öldürenlerin kısasını gerekil gördüğünden umumi bir ifadedir. «Bu âyet. islâm
şeriatının hükümlerinden biri değildir. Eski ümmetlerin şeriatlarında bildirilen
kısas hakkındaki bir hükümdür. Bizim için bir hüküm ifade etmez» diyecek
olanlara şunu deriz: «Eski ümmetlerin şeriatlarını nesneden bir âyet veya
mütevatir bir hadis bulunmadığı takdirde, bizim de şeriatımız sayılır.
Araştırmamızda bu âye­ti nesheden bir âyet veya mütevatir bir hadis
bulamadık.»

3. «Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep
olmadıkça, kıymayın. Kim mazlum olarak öldürülürse biz onun velisine
(mirasçısına maktulün hakkını talep hususunda) bir selahiyet vermişizdir...»
(isrâ; 33) âyeti, zu­lüm yapılarak öldürülen köle, hür müslüman ve zımmilerin
hepsini nazmı! ile kapsamına almış, velilerine «sultan» tabir ettiği velayet
(kısas) hak-j kını tanımıştır.

4. Resulüllah (sav)'ın,   «Müslümanların kanları eşittir.   Onlar,  
gayri müslimlere karşı kuvvetli bir güçtürler» hadisine göre. köle İle
hür, bilhassa! kısas hükmünde eşittirler.                                                                                    

5. Resulüllah (sav)'ın  «Kim, kölesini öldürürse, onu öldürürüz.
Kim.J kölesinin burnunu keserse, onun burnunu keseriz. Kim, kölesini hadımlaş-*
tırırsa onu hadımlaştırırız» hadisi, hür, köleyi öldürürse, onun da
öldürü­leceğine delildir.            

6. Muhaddis imam Beyhâki'nin. Abdurrahman
el-Bılemâni'den rivayet ettiği, «Resulüllah (sav), bir zımmi öldüren bir
müslumanın kısasını icra et­tikten sonra «Ahdine vefa gösterenlerin en
kerimiyim» buyurdu.»
[186] hadi­si, hürün de köle karşısında kısas edileceğini
gösterir.

7.Bir müslumanın bir zımmî ile kısas edilmesinde   tüm  
müslüman-lar ittifak etmişlerdir. Zımmî malı çalan bir müslumanın,
hırsızlığından dolayı kolu kesilir, öyleyse bir müsiüman, bir zımmiyi öldürürse,
kısas ya­pılması farz olur. Zira kana hürmet etmek, mala saygı göstermekten daha
büyük ve önemlidir.

Özetle delillerini aktardığımız her iki gurup
arasındaki ihtilaf, kısas âyetlerinden ayrı ayrı anladıkları manalara
dayanır.

Hanefilere göre, âyetin başlangıç kısmı, başlı
başına bir delildir. Çün­kü âyet. «Ey iman edenler, maktuller hakkında size
kısas (misilleme) yazıldı (farz kılındı)», kelamıyla
tamamlanıyor.

Cumhur'a (Maliki, Şafiî ve Hanbeli) göre ise. «Ey
iman edenler, mak­tuller hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (farz kılındı)»
âyetinde, kısas­la ilgili söz tamamlanmamaktadır. Ancak söz, âyetin sonuna doğru
«...dişi, dişiyi* (kısa* olunur)» cümlesiyle tamamlanmaktadır. Zira âyeti tamam
layıcı İfade, âyetin başındoki «size kısas farz kılındı» cümlesini tefsir eder
v« manasını da tamamlar.

Kısas âyeti, onun çeşitleri ve kısımlarını beyan
etmek için varit ol­muştur. Eğer böyle olmasaydı, âyetin başlangıç kısmını
anlamak güç olur­du.

Hanefiler. cumhur'un görüşüne itiraz ederek şöyle
derler: «Hür erkek, hür kadını veya bir köle. bir hür kimseyi öldürürse uygun
olan, hür erkek ve kölenin öldürülmemesldlr. Halbuki cumhur, «köle, hür kimseyi
veya hür erkek, bir hür kadını öldürürse, köle ve hür kimseye kısas yapılır*
diyorlar».

Cumhur (Malikl-Şafli-Hanbelî) da Hanefilerin
görüşüne itiraz ederak, •Kısas âyetinin zahiri, köle, hür adamı öldürürse. Onun
öldürülmemeslnl amirdir. Ayetin manasına baktığımız zaman, kölenin köle İle
kısaı yapıl­dığını görürüz, öyleyse köle, hürü öldürürse, kölenin kısas yapılmam
duna uygun olur. Hür kadın öldüren hür erkeğin öldürülmesi, icma İle ııubillir
Eğer icma olmasaydı «hür erkek, dişi (hür kadın) ile öldürülemez» deullkı
demektedirler.

Faziletli Şeyh es-Sâyis. «Ahkâm Ayetlerinin
Tefsiri» isimli eserimi», •Akıl. bu mesele de imam-ı Azam Ebu Hanife (ra)'nin
görüşünün dııhd kuvvetli olduğuna temayül eder. Zira cumhur'un «âyetin sonunda
kınosla İlgili taksim ve nevilendirme de muteber olan. eşitliğin beyanıdır» dama
lor!, yanlış beyan ettiklerini gösterir. Onlar, hür erkeğin, hür kadınla, hür
kadının da hür bir erkekle kısas edilmesi görüşün de oldukları hakin, hdr bir
kimsenin, köleyle kısas edilmesini uygun görmemişlerdir. Fakat köle­nin, hür bir
kimseyle kısas edilmesini de caiz bulmuşlardır. Bu tutum, on­ların görüşünü
zayıflatmaktadır. İmam-ı Azam (ra)'ın görüşünde i»s, bu /oyıflık yoktur. O zaman
köle hüre, müslüman da zımmiye eşittir Bun ların hepsinin kanının dökülmesi -
islâm şeriatının beyan ettiği şartlar vo ölçüler dışında - haramdır»
[187] der.

imam-ı Azam. «Hürün köleyle öldürülmesi mana
bakımından akla uygundur» görüşü, Resulüllah (sav)'ın. «Kim kölesini öldürürse,
onu öldürürüz» hadisi ile de te'yid edilir, islâm, hür ile kölenin kanlarını
birbiri ne eşit görmüştür. Kölenin nefis ve hakkının korunması, hürün nefl» v«
hakkının 'korunması gibidir. Bunun için hür. köle ile kısas
yapılır.

Mü'mlnln kafirle kısas yapılması hususunda imam-ı
Azam. her ne ka­dar «Mü'min, kafirle kısas yapılır» derse de, tercih olunan
cumhur'un görü­şüdür. Zira onların görüşü, Buhari'nin «Müslüman, kafirle kısas
yapıla­maz» rivayetine istinad eder.

ibn-i Kesir de. «Cumhur'un görüşüne karşı bir
te'vil veya sahih bir hadis yoktur»
[188] sözlerine devamla «Mümin, kafirle eşit olabilir mi? Ka­fir, Allah (cc)
katında yerde yürüyen canlı varlıkların en şerefsizidir. Mü­min ise temizdir.
Zira Allah (cc): «Müşrikler ancak bir neclstir» (Tevbe: 28), «De ki: Murdarla
temiz-murdann çokluğu hoşunuza gitse de- (hiçbir zaman) bir olmaz» (Mâide: 100)
buyuruyor. Buna göre, temiz bir mü'minl, murdar bir müşrikle nasıl
öldürebiliriz? inşallah bu hususta tercih edilecek olan, Cumhurun görüşüdür»
[189]
demektedir.
[190]

 


 

Allâme Ebu Bekir bin el-Arabî, «Ahkâmü'l Kur'an»
isimli eserinde şu münazarayı anar; «Biz. Mescid-I Aksa (H. 487) Sahra Mescidi
(muallak taş) harlminde oturuyorduk. Burada İlmi mevzuları konuşmak, gelenek
ha­lindeydi. Yanınıza Hanefi mezhebinin büyük alimlerinden Ez-Zevzenl. «Ha­lil
er-Rahman»ı ziyaret için geldi. O'na «Müslüman, kâfir ile kısas yapılır mı?»
diye soruldu. Ez-Zevzeni de, «Evet, müslüman, kafiri öldürürse, o da kısas
yapılarak öldürülür» cevabını verdi. O'na bu husustaki delilinin ne olduğu
sorulunca, «Bu mevzu da delilim. Allah (cc) in «Ey iman edenler, maktuller
hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (farz kılındı)...» âyetidir. Bu âyet.
umumu ifade ettiğinden, öldürenler hangi ırk ve dinden olursa ol­sun, kısas
hükmünün kapsamına girerler» dedi.

Bu toplantıda bulunan Şafii faklhlerinden Atâ
el-Makdesi ile Zevzenî arasında latif bir münazara başladı. El-Makdesi, Şeyh
Zevzeni'nln âyetten çıkardığı hükmün, üc acıdan hücceti bulunmadığını söyleyerek
şöyle der: «1. Allah (cc), «...Size kısas yazıldı (farzedildl)» âyetinde,
cezalandırmada eşitliğin şart olduğunu açık şekilde ifade etmiştir. Yalnız
müslüman ile kâ­fir arasında eşitlik yoktur. Zira küfür, onun insanlıktaki yeri
ve derecesini alçaltmıştır. 2. Allah (cc). âyetin sonunu, evveli ile bağlayarak,
açık beya­nını «...Maktuller hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (fon
edldl). Hür hür ile, köle köle ile, dişi dişi He, (kısas olunur)...» biçiminde
buyurdu. Kö­lenin köleliği, küfrün eserindendir. Dolayısıyla köle, hüre eşit
değildir. Kâ(İrin. müslümandan daha aşağı bir derecede olacağı ,hiç bir surette
eşit olmayacağı açıktır. 3. «...Kimin (hangi katilin) lehinde maktulün kardeşi
(velisi tarafından) cüzi bir şey afv olunursa (hemen kısas düşer)...» âye­timle
müslüman, müslümanın kardeşi olduğu gibi, maktulün de neseben Mırdüşidir.
Müslümanla. kâfir'arasında ise hiçbir hususta kardeşlik yok İm   Kısas âyeti, kafirin bu hükme girmediğine
delâlet eder.»

Zevzenî de, Atâ el-Makdesi'ye şöyle cevap verdi:
«Deliliniz sahihtir Amn delillerinizle -hüküm vermek, benim için gerekmez. Allah
(ne) n«ioilinekte eşitliği emretmiştir.» sözünüzü aynen kabul ediyorum   «Kiminin iıFIrle müslüman orasında eşitlik
yoktur» görüşünüz ise doğru (Inflilıllr

luı müslümanla kafir, ecn güvenliği acısından islâm
hukukunda açltllr ( ıı eşitlik kısas için kafidir. Müslüman ve kafir, islâm
ülkesinde yaşarlar. I ılnm hukuku, zımmi malı çalan müslümanın kolunun
kesilmesini konin-iıklu emreder. Bu da zımmi malının, müslüman malına korunma
hununun-'in asit olduğunu gösterir. Bu durum zımmi kanının da, müslüman kanı gl
il korunacağına işaret eder. Çünkü zımmînin malı gibi. hayatı da l«lom
inıkııkunun teminatı altındadır. «Âyetin sonu, başlangıç kısmıyla irtibatlı ılım
sözünüz kabul edilemez. Çünkü âyetin başlangıcı umumu İfade adar • nn, sonu da
hususi bir hükmü ifade eder. Âyetin sonunun hususi oluşu, İHiflongıcıntn umumi
oluşuna mani değildir.    Umumu ifade
eden âyetin hükmü umumi, hususi ifade eden âyetin hükmü, hususi icra
edilir.

«Hür, köle ile kısas yapılamaz» görüşünüzü kabul
etmiyorum. Hür, M*aıı rffedip yerine diyet almak başka mütalaa edilir...»
EzZevzanİ lln «ünü ben de söylüyorum. Yalnız affetme hususunda müslümanla, kâfir
ıurdeş değildir. Ve eşitte olamaz. Bir zımmî, bir müslümanı öldürmüş olsa,
öldürülenin kardeşi katilden diyet alarak affetse, affı kabul edllmei. Hal-ı
ııkl bir müslüman, bir müslümanı öldürse, öldürülenin kardeşi İslam hu-' ııkunun
tayin ettiği diyeti alarak katil müslümanı affedebilir. Af hıınıınun-tukl 6yet.
kısasın umumiliğine engel değildir. Yanf kısas hükmü başka, ••nonı affedip
yerine diyet almak başka mütalaa edilir... «Ez-Zevrenl İl* ^ıfl el Makdesî
arasında gecen büyük münazaradan cok faydalandık Mü-mı/aranın tümünü «Nüzhetü'n
Nazır» isimli kitabımda yazdım.»
[191]

 


 

Cumhur'a (Şafiî. Hanbelî, Hanefî) göre. oğlunu
öldüren babaya, kıtoı yııpılmoz. Zira Resuiullah (sav), «oğlunu öldüren babaya,
kısas yapılman buyurdu.

Cessâs, bu hususta, «Resulullah (sav)'ın «Oğlunu
öldüren babaya, kısas yapılmaz» hadisi meşhurdur. Sahabilerden hiç biri, Haz.
Ömer (ra)'-In bu hadisle ilgili uygulamasına muhalefet etmemiştir. O'nurt bu
icrası, hadisi manen mütevatir kılmaktadır»
[192] der.

İmam MalU (ra) ise, «Bir baba, oğlunu işkence
yaparak kasten öl­dürürse, kısas yapılır»
[193] demektedir.

Kurtubi de bununla ilgili olarak şöyle diyor:
«Maliki mezhebi içersin­de bu hususta hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bir baba.
oğlunu kasten -iş­kence yaparak, keserek, bir yere hapsederek, ölüme terkederek-
öldürürse kısas yapılır. Yalnız öldürmek kastı ile değil, terbiye için döverken
ölürse kısas yapılmaz, babadan diyet alınır.»
[194]

Cumhür'un görüşü, delil aldıkları hadise istinaben
daha tercih edi­lir. Çünkü babadaki evlatlık şefkati, onu kasten öldürmeye
manidir. Eğer oğul, babayı öldürürse, oğul kısas yapılır. Fahrü'l İslâm
Eş-Şâ'şi; «Baba, evladın varlık sebebidir. Evlat, varlık sebebi babanın nasıl
yokluk sebebi olabilir?» der.
[195]

 


 

Fakihler. bir insanın öldürülmesine, bütün fertler
katılırsa o toplulu-^ ğun tamamına  kısas
yapılıp yapılmayacağı hususunda ihtilafa düşerek İki görüşe
ayrılmışlardır.

Cumhur'a (4 mezheb alimlerine) göre. bir adamı
öldüren bir topluj luğun tüm fertleri kısas yapılır.

Zahirî mezhebi alimleri ile Ahmed bin Hanbel
(ra)'den golen bir rivajj yete göre ise. bir adamı öldüren bir toplumun, bütün
fertleri öldürülme

Zahlri'lerin delilleri:

A. «...MaktüHer hakkında size kısas yazıldı (farz
kılındı)...» âyeti eşitliği ve misillemeyi şart kılmıştır. Halbuki fertle toplum
arasında eşitlij olmaz.

B. «Biz onda (Tevrat'ta) onların üzerine (şunu
do) yazdık. Cana can, «öi* aöz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dis
(karşılıktır)...» Mâido: 45) âyetinde, bir insan, bir insan karşılığıdır. Bir
çok insanın, bir İnsan kar­şılığı olması düşünülemez. Zira birkaç adam, bir adam
karşılığı kısai yapılırsa, âyetin nassına muhalefet edilmiş
olur.

Cumhür'un delilleri:

A. Hz. Ömer (ra) zamanında Sana kentinde bir
genç, 7 kişi tarafın* dun öldürüldü. 7 kişiyi de kısas yaptıran Hz. Ömer, daha
sonra «Bu gencin öldürülmesine Sana kenti insanları iştirak etseydi, tümünü
kısas yaptırır­dım» buyurdu.

lbn-i Kesir'e göre, Hz. Ömer tarafından verilen bu
hükme, herhangi bir aahabî tarafından itiraz edildiği bilinmemektedir. Buna
muhalefet edil-ıntımesl de icma'dır.
[196]

B. Resulullah (sav)tan rivayet edilen «Eğer
mü'min kanının dökülme-bine yer ve gök ehli iştirak ederse. Allah (cc) tümünü
ateşte yüzüstü yo< Kur»
[197] hadisidir.

Cumhur'a göre bir adamın öldürülmesine iştirak eden
topluluğun lıl-mUnun ceza görmesi muhakkaktır. Ahirette verilecek cezada ortak
olduk­ları gibi, dünyada verilecek cezada -ki kısastır- da
ortaktırlar.

C. Allah (cc), kısası hayatın korunması için va'z
etmiştir. «Ey tullın akıl sahipleri, kısasta sizin için (umumi) bir hayat
vardır...» âyeti do bunu bildirmektedir. İnsanlar, bir topluluğun bir adam
için    öldürülmeyocaglııi lılluaierdi.
düşmanlarını öldürmek için birbirlerine yardım ederlerdi. O /(iııuın halkın kanı
zayi olduğu gibi, fitne ve fesadın yeryüzüne yayılmaaınu vo-■İla
olunurdu.

lbn-i Arabi bu hususta şöyle der; «Alimlerimiz
(Hanefî, Şafii vn Muli-ki) «...Maktuller hakkında size kısas yazıldı (farz
edildi)...» âyeti ile dtlll unllren Ahmed bin Hanbel (ra)'in. «Bir topluluk, bir
kişi için öldurülmtl, Cıınkü Allah (cc) kısasta eşitliği şart kılmıştır. Halbuki
fert ile topluluk oro-•ında kısas için eşitlik olmaz» görüşüne karşı. «Genel
kaidelere uymak, lııfulara uymaktan daha hayırlıdır. Adam öldüren bir topluluk;
oldurulma ynceklerini bilirlerse düşmanlarını öldürmek için birbirlerine yardım
edeı v* arzularına kavuşurlardı. Bu ise islâm'ın yasakladığı fitnenin yeryüzüne
yayılmasına vesile olurdu. Kısastan maksat, adam öldüreni öldürmektir. Cdhiliyet
devrinde Araplar, bir adamlarına karşılık, çok zaman yüz kişi öldürür ve bununla
da öğünürlerdi. Allah (cc) ise eşitlik ve adaletle em­retmiştir. Bu eşitlik ve
adalet ise, adam öldüreni kısas yapmakla olur. Kısas edilen kimse, bir veya daha
çok olabilir.» diye cevap verirler.»
[198]

 


 

Fakihler kısas yapılırken katilin ne ile
öldürüleceği hususunda İhtila­fa düşerek iki görüşe
ayrılmışlardır.

Maliki, Şafiî ve İmam Ahmed bin Hanbel'in bir
rivayetine göre kısas; katil, maktulü ne ile öldürmüşse aynen öyle öldürülür.
Mesela: Katil, bir kimseyi boğarak öldürmüşse boğarak, taş vurarak öldürmüşse.
taş vuru­larak öldürülür. Çünkü. «...Maktuller hakkında size kısas (misilleme)
yazıl­dı (farz edildi)» âyeti ve Enes (ra)'den rivayet edilen. «Bir Yahudi, bir
ka­dının başına taş vurarak öldürmüştü. Resulullah (sav) da onu taş vurarak
öldürttü» hadisi, katil ne ile ve nasıl öldürmüşse. öylece öldürüleceğine
delildir.
[199]

İmam-ı Azam (ra) ve İmam Ahmed bin Hanbel (ra)'in
diğer bir rivayeti­ne göre ise, kısas ancak kılıçla yapılır. Çünkü kısastan
taleb edilen, bir canı. bir can karşılığın da öldürmektir. Resulullah (sav)
efendimiz. «Kısas, ancak kılıçladır» ve «Öldürdüğünüz zaman güzelce öldürün,
kestiğiniz za­man güzelce kesin» buyurmuştur. Hz. Enes (ra)'in rivayet ettiği
hadisin hükmü, misillemeyi yasaklayan hadisle neshedilmiştir. Kılıçtan başka
yak­ma, parçaiama. başı taşla kırma ve ölünceye kadar hapsetme gibi öldür­me
türleri, çoğu kez misillemeyi geçer. Eğer böyle yapılırsa Allah (cc)'ın «...O
halde kim bu (afivden ye edadan) sonra (katile veya taraflarına mu-haseme ve)
tecavüzde bulunursa onun için pek acıklı bir azab vardır» âyeti İle yasakladığı,
tecavüz yapılmış olur.

Alim Kasım bin Ma'n, sultanlardan birinin yanında,
alim Şerik bin Abdullah ile bulunduğu bir gün de aralarında şu konuşma geçer:
Ma'n. Şerik bin Abdullah'a «Bir kimseye ok atarak öldüren kimsenin, kısasıyla
İlgili olarak ne dersiniz?» diye sordu. O da, «ok atılarak öldürülür» deyin-co
«Katil, birinci okla ölmezse ne yapılır?» diye tekrar sorunca «ikinci ok atılır»
dedi. Bunun üzerine Kasım bin Ma'n. «Allah (cc)'ın yarattığı bir nıcihluku
oklarınıza hedef mi yapıyorsunuz? Zira Resulullah (sav), canlı varlıklardan
herhangi birisinin ok ve benzeri silahlara hedef yapılmasını yasak etmiştir.»
cevabını verdi.
[200]

 


 

Kurtubî bu hususta şöyle der: «Fetva alimleri, hiç
bir kimsenin, İslâm Devlet Başkanının müsadesi ve zamanın kadısının yazılı
fetvası olmadık­ça kısas yapma hakkına sahip olmadığını, bu hakkın ancak islâm
Devlet-Başkanı veya tayin ettiği kişiye ait olduğun da ittifak etmişlerdir.
Çünkü Allah (cc). müslümanların başlarına emir (imam) seçmelerini farz
kılmış-tır. Ki imam. fenalık ve kötülüklere meydan vermeden aralarındaki
dün­yevi işleri ve davaları âdil bir şekilde icra etsin.»
[201]

 


 

1. Allah (cc), mü'minlerin saadet ve selameti
için kısası farz kılmış­tır.

2. Kısas, cinayetlerin azalmasına, insanların
içersindeki kinin yok ol masına ve neslin artmasına vesile
olur.

3. Kısas'ta insanlar için umumi bir hayat vardır.
Fert ve toplulukları korur.

4. Katillerin yakınlarına tecavüz etmek,
cahiliyet adetleriııdendir lâm. onu kaldırmıştır. Çünkü islâm'da kan
davası'yoktur.

5. Zulüm, düşmanlık ve halklar arasında tecavüz
olaylarının yayılma-maçı için kısasta, misilleme farz
kılınmıştır.

6. Öldürülen kişinin velisi, diyet almayı kabul
ederse, katilin diyeli lf-hir etmeksizin vermesi farzdır.

7. Kısas hükmünün hafifletilerek diyete
çevrilmesi. Allah (cc)'ın mü­minlere bir rahmetidir. Bu hafifletme ve rahmet
karşısında kulların tükrtl-ınosi farzdır.
[202]

 


 

Hakim ve Alîm olan Allah (cc), halkın hayatını
korumak, İyi İnsanları muhafaza altına almak ve fitne henüz küçükken onu önlemek
için kıtan hükmünü farz kılmıştır. Çünkü bir kimse cinayet işlemezse, kendisinin
ve başkalarının o fili yapmamasına, halk içersindeki düşmanlık ve tecavüz
hareketlerin de durmasına vesile olur.

Kısastan korkarak müslüman kardeşini öldürmekten
vazgeçen kişi, bu hareketiyle kendi hayatını, öldüreceği kimsenin hayatını ve
toplum fert­lerinin hayatını kurtarmış olur.

Bir kişiyi öldüren kimse, ceza görmeden dolaşırsa,
fitnenin yayılma­sına, can emniyetinin ortadan kalkmasına ve intikam alma
duygusuyla kan akıtılmasına vesile olur. Çünkü kan akıtmaya karşı düşmanlık,
insan­ların fıtratında mevcuttur. Kalblerdeki kin, tecavüz, husumet ve
düşman­lığın ortadan kalkması için islâm, kısas hükmünü va'z
etmiştir.

Kısası farz kılan islâm, diğer taraftan insanları
affetmeye teşvik et­mek de ve hudutlarını çizmektedir. Allah (cc)'ın kısas
hükmünü bildirdikten sonra maktul tarafını affa teşvik etmesi, bir adalet ve
onları itaat yolunda yüceltmeye davettir. Çünkü afv, Allah (cc)'ın bir
sıfatıdır. O, «...Kimin (ka­tilin) lehinde maktulün kardeşi tarafından cüzi bir
şey afvolunursa (hemen kısas düşer). Artık örfe uymak, ona (maktulün velisine)
güzellikle ödemek (lazımdır)» âyetiyle de, kısas hükmünü intikam, kin ve
düşmanlıktan; bü­yük ve ulvi bir manaya dönüştürmüştür. Geçmiş kavimler, suç
işleyenlerden intikam almak için hiçbir şekilde afv ve diyet kabul etmez, onları
ceza­landırırdı. Çoğu kez öldürülen .bir adam karşılığında yüz kişi öldürülür,
bununla da övünülürdü.

«Sizin için kısasta intikam vardır» değil, «sizin
İçin kısasta hayat var­dır» buyuran Allah (cc)'ın kısastan kastı, toplum
barışını temin etmektir.

Kanun yapıcılarına göre, katilin öldürülmesi, bir
şiddet hareketidir. Ona şefkat göstererek ölümden kurtarmak gerekir. Halbuki
öncelikle zulüm yapılarak öldürülen kişiye, merhamet ve şefkat göstermek daha
iyi olmaz mı? Katillere merhamet gösterildiği takdirde, bozguncuların ve
canilerin saldırıları karşısında topluma kim merhamet edecektir? Toplumda gün
geçtikçe çoğalan saldırı, yaralama ve öldürme olayları karşısında ne
ya­pacağız?

Meseleye dar bir çerçeveden, salim olmayan bir
akılla bakanlar, ka­tile merhamet ediyorlar. Konuya derin bir düşünceyle, geniş
bir açıdan bakanlarsa katillere, canilere karşı topluma merhamet edeceklerdir.
Çünkü halkı sevenler, toplumdaki kötülüklerin azami derecede azalmasına
ça­lışacakları gibi, mütecavizlerin tecavüzlerine de mani olurlar.
[203]

 


 

183  — Ey
tanan edenler, sizden evvelki (ümmet) lere yazıldığı gibi tizin üzerinize de
oruç yazıldı (farzedlldl). Tâ ki korunağınız.

184  — (O)
sayılı günler(dlr). Artık sizden kim (o günlerde) hasta ya­hut sefer ürerinde
oiur (ve orucunu yemiş bulunursa) tutamadığı günler sayısınca başka günlerde
(tutar, ihtiyarlığından yahut şifa bulması ümit edilmeyen bir hastalıktan dolayı
oruç tutmaya) gücü yetmeyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye (lazımdır).
Bununla beraber kim gönül isteğiy­le bir hayır yaparsa, işte bu, onun için daha
hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin hakkınızda (yemenizden ve fidye vermenizden)
hayırlıdır, bilirseniz.

185  — (O
sayılı günler) Ramazan ayıdır ki Kur'an onda (Kadir gece­sinde levh-l mahfuzdan
semâ-l dünyaya) indirilmiştir. (O Kur'an ki) İnsan­lara (mchz-ı) hidayettir.
Doğru yolun ve Hak ite batılı ayırt eden hüküm­lerin nice acık delilleridir.
Öyleyse içinizden kim o aya erişir (hazır olur, mlscfh- olmazsa) onu (orucunu)
tutsun. Kim

ler üzerinde bulunursa o halde başka günlerde, oruç
tutmadığı günler sayısınca (orucunu kaza etsin). Allah (cc) size kolaylık diler,
size güç­lük İstemez. (Bu kolaylığı istemezse), o sayıyı (kaza borcunuzu) İkmal
•tmenlz Allah'ı -sizi muvaffak buyurduğu şeyden dolayı- da büyük tanıma­nız
İçindir. Olur ki şükr «dersiniz.

186 — Kullarım (Habibim), sana beni sorunca (haber
ver ki) işte ben muhakkak yakınımdır. Bana dua edince ben o dua edenin davetine
ioabet ederim. O halele onlarda benim davetime (itaatle) icabet ve bana İman (da
devam) etsinler. Tâ ki (o sayede) yola ulaşmış olalar.

187 — Oruç (günlerinizin) gecesinde kadınlarınıza
yaklaşmak size helal edildi. Onlar sizin için, sizde onlar için birer
libassınız. Allah (cc), hallilerinize karşı zaaf göstermekte olduğunuzu bildi ve
tevbenlzi kabul et­ti, 8lz| bağışladı. Artık (bundan sonra geceleri) onlara
yaklaşın ve Allah'ın Ih kkınızda yazdığını isteyin. (Bütün gece) fecr-i (sadık)
olan ak İplik kara İplikten size seçilinceye kadar yeyin, için, sonra geceye
kadar orucu ta marnlayın. Mescidlerde i'tikafta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza
(geoe-lerl de) yaklaşmayın. Bu (hükümler) Allah'ın sınırlarıdır. Sakın onlara (a
sınırlara) yaklaşmayın, işte Allah, âyetlerini böylece insanlara açıklar, TA ki
korunsunlar.                                      

 


 

(Essiyâmü): Lügatta savm kelimesi, herhangi bir
şeyden çekinmek, onu yapmamak ve terketmek anlamındadır. Râgıb'a göre savm,
yemek, konuşmak ve yürümekten uzak durmak manasına dır.

Şeriatta savm. fecr-i sadıktan güneş batıncaya
kadar niyet edersk yeme. içme ve cinsî münasebet yapmayı terketmektir. Orucun
kemâli İse. şarlatın mahzurlu gördüğünden kaçınmak, haram kıldığı şeylerden de
u-lak durmaktır.

(Feıddetün): Râgıb; «iddet kelimesi, sayılacak
herhangi bir şey demektir. Müdessir suresinin 31. âyetinde de sayılacak şey
manasında kullanılmıştır. Bu kelimenin bulunduğu cümlenin icmali anla­mı şudur:
«Bir kimse için. Ramazan ayında özür-hastalık ve seferilik hali gibi- ünden
dolayı oruç tutamadığı günler sayısınca, diğer günlerde tut­ması farzdır»
[204] der.

Kurtubi ise, «Fa'let vezninde «add» kökünden
türeyen iddet kelimesi, sayılacak şey anlamındadır»
[205] demektedir.

(Uhare): Uhrâ'nın çoğulu olan ühare kelimesi,
diğeri manasındadır.

(Yutîgûnehu): «Oruç tutmakta meşakkat ve zorluk
çekenler.» «Lisanü'l Aıap» kitabı yazarı «İtakat kelimesi, bir şeye güç
yetir­menin en son sınırı anlamındadır»
[206] der.

(Fidyetün): Fidye kelimesi, bir kimsenin şahsı
için feda ettiği şey manasınadır. Şeı kıtta ise. gücünün yetmediği bir ibâdeti
terk eden kimsenin, onun karşılığı olarak verdiği mala denir. Fidye, bazı
yön­leriyle de kefaretlere benzer.

(Şehrü): Ay demektir

(Ramazâne): Râgıb. bu kelimeyle ilgili olarak
şöyle der: «Ramazan kelimesi, «remd» kökünden türemiştir. Güneşin yakıcı
sı­caklığı anlamındadır. Oruç ayına bu ismin verilmesi, ateşin herhangi bir şeyi
yakıp bitirmesi gibi, orucun da insanların günahını yok ettiği için­dir.»
[207]

Zemahşerî ise; «Araplar, ayların isimlerini yenj
adlarla değiştirdikleri zaman, her ayın ismini o ayın bulunduğu mevsime uygun
olarak koyar­lardı. 6u değişikliği yaptıkları sırada oruç. sıcağın en şiddetli
mevsimi­ne rastgeldiğinden ona Ramazan adını vermişlerdir»
[208] demektedir.

(Errefesü): Cima ve öncesi münasebetler
manasına-im Gerçekte fahiş söz anlamında olan refes kelimesi, sonradan  cima lıjıuk anılmıştır. İbn-i Abbas, «Refes,
cimadır»
[209] der.

(Tahtânûne): İhtiyan kelimesi, hiyanet    kökünden

türemiş olup hiyaneti düşünmek
anlamındadır.

Mâgıb; «Hiyanet, emanetin zıttıdır. ihtiyan
kelimesi ise, hiyaneti dıı •Uhlnek manasınadır»
demektedir.

(Akifüne): İ'tikâf kelimesi, bir yerde durup
ayrılma

mıık manasınadır. «Onlar ise: Biz demişlerdi. Musa
bize dönüp gelinceye kınlar o (buzağı) ya (tapmakta) kaim ve daim olmaktan
katiyyen ayrılma yHiiiığız» (Tâ, hâ: 91) âyetinde de ou anlamda gelmiştir.
Şeriatta İtikat |«n  Allah (cc) için
ibâdet maksadıyla bir camide durmaya denir.

(Hudûdullâhi): Had kelimesinin çoğulu olan hudud
Nillınesi, menetmek anlamındadır. Zeccâc; «Allah (cc), tayin ettiği sınır |mı 11
tecavüz etmeyi menetmiştir.»
[210] der.[211]

 


 

Allah  (cc),
geçmiş ümmetlere orucu farz kıldığı gibi müminlere de İni t kıldığını haber
vermiş, onun büyük hikmet ve faydalarını beyan «I nılşllr. Oruç tutan kimse,
büyük sevaba nail olmak arzusuyla Allah (cc) İtin •ııkındığı için nefsinin arzu
ettiği bir çok mubah şeyleri terkeder ve O'min ıııllllukl kullarından
olur.

Allah (cc)'ın farz kıldığı oruç, yalnız sayılı
Ramazan ayı günleridir. O, imür boyu oruç tutmayı farz kılmamakla, kullarını ne
kadar çok sevdlflinl VI merhamet ettiğini gösterir. Allah (cc), orucun zarar
verdiği hastalar ile Oruçta zorluk çeken misafirlere, oruçlarını yeme müsadesi
vermiş ve oruü yedikleri günler sayısınca diğer günlerde oruç tutmalarını da
emretmiştir. İU İse müminlere bir kolaylık ve şefkattir.

Allah (cc)'ın, oruç tutulmasını emrettiği Ramazan
ayı. Büyük Kur-an'ın nazil olmaya başladığı aydır. Bir düstur, bir nizam olan
büyük Kur'an, kendisine uyanları dünyada selâmete, ahirette saadete
kavuşturur.

Allah (cc). bu ayda oruç tutulmasını te'kiden
söylemiştir. Çünkü O ay. Allah (cc)'ın rahmetini kulları üzerine yağmur gibi
indirdiği aydır. O. kulları için yalnız kolaylık ister. Bundan dolayı da hasta
ve misafir için. Ramazan günlerinde oruç yeme müsadesi
vermiştir.

Allah (cc). kullara yakınlığını, dilekte
bulunanların dileklerine icabet edeciğini. ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını
karşılayacağını ve kendisi ile kullarının herhangi birisi arasında perde
olmadığını bildirmiştir. Kullara düşen vazife, ellerini göğe doğru kaldırıp dua
ettikleri zaman, ihlasla ona yönelmek ve ibadet etmektir.

Allah (cc), bütün buyruklarında kulların kolaylıkla
yapabilecekleri şeyleri beyan etmiştir. Ramazan ayı gecelerinde ise yemek, içmek
ve karı­larından faydalanmak mubah kılınmıştır. Halbuki daha önceki ümmetlere
Ramazan ayı gecelerinde ailelerinden faydalanma haramdı. Muhammed (sav) ümmetine
ailelerinden faydalanmanın mubah kılınması, Allah (cc)'ın fazi ve rahmetinin bir
izharıdır. Cenab-ı Hak. âyette kadını vücudu örten elbiseye benzetmiştir. Çünkü
elbise, insan vücudunu dış etkilerden nasıl korursa, kadın, kocasının koca da
kadının, beşeri istek ve arzularını kar­şılayarak, elbise örneği birbirlerini
haramlardan muhafaza ederler. İbn-i Abbas (ra). «Onlar sizin için siz de onlar
için birer libassınız...» âyetini tef­sir ederken «Onlar sizin için, siz de
onlar için birer meskensiniz. Mesken nasıl insanın barınağı ise. kadın erkek
için. erkek de kadın için karşılıklı bir barınak gibidir. Birbirlerini korurlar»
der.

Allah (cc), Ramazan ayı gecelerinde, fecr-i sadıka
kadar eşlerin bir­birleriyle münasebetlerini umumi olarak mubah kılmıştır.
Yalnız i'tikâfa gi­ren kimseler için cinsi münasebeti yasaklamıştır. Çünkü
i'tikâf. inziva ve ibâdete ayrılma vaktidir. Elbette ibâdet ve inziva zamanında,
bütün dün­ya münasebetlerinden uzak durmak gerekir.

Allah (cc), oruçla ilgili âyetlerini, buyruklarına
muhalefet etmek ve ha­ramlardan kaçınmayı emrederek sona erdirir. O'nun emir ve
yasakları sı­nırlarıdır.
[212]

 


 

A. İbn-i Cerir et-Taberî'nin. Muaz bin Oebel
(ra)'den; «Resulullah (sav) Medine'ye teşrif ettikleri zaman. Aşure günü ile her
aydan üc gün Srııo tüterlerdi. Sonra Allah (cc): «Ey İman edenler, sizden
evvelki (ümmet) Isı a yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz
edildi). Tâ ki koru niMinıi.», «(O) sayılı günler (dir). Artık sizden kim (o
günlerde) hasta, ya­hut Mtor üzerinde olur (ve orucunu yemiş bulunur) sa
tutamadığı günler Hymınca başka günlerde tutar. Gücü yetmeyenler üzerine de bir
yoksul • toyumu fidye (lazımdır). Bununla beraber kim gönül isteğiyle bir hayır
yııparta İşte bu, onun için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin hakkımı Mu
hayırlıdır, bilirseniz.» âyetleriyle oruç tutmayı farz kıldı. Bu âyetlnrln nü
«illimden sonra isteyen oruç tuttu. İsteyen oruç tutmayarak bir miskini fld yr
vruorok doyurdu. Daha sonra Allah (cc): «(O sayılı günler) Ramaian •lyKİıı ki
Kur'an onda indirilmiştir. (O Kur'an ki) insanlara (mah-ı) hidayet-Ilı   Dofiıu yolun ve îlek ile betili ayırt
ed&n hükümlerin nice acık d«llll«rl •Ur Öylayse içinizden kim o aya erişirse
onu (orucunu) tutsun...» âyetlyli >ln mukim ve sağlıklı kişilerin kesinlikle
oruç tutmalarını farz kıldı. Orucu illimi yetmeyen için, fidye hükmü baki
kaldı.»
[213] rivayetidir.

B. Selmete bin el-Ekvâ (ra)'nın rivayetidir:
«...Gücü yetmeyenler 0i« ılna d* bir yoksul doyumu fidye (lazımdır)...» âyetj
nazil olunca dllnynn o ma tuttu, dileyen karşılığında fidye verdi. Daha sonra,
«...içinizden kim o t yıı «rltirse onu (orucu) tutsun...» âyeti nazil olunca,
bir önceki âyette olan unuhcyyerllk» hükmünü neshetti. Bundan sonra sağlıklı ve
mukim hir şa­lın Knnlnlikle oruç tuttu.»
[214]

C.«Bir Arap topluluğu. Resulullah (sav)'a gelerek,  «Ya Renulullah (ıııv), Allah (cc)'ımızın
yakınlığından mı münacatımızı sessizce yapıyorııi, yıtk«o uzaklığından mı yüksek
sesle yapıyoruz?» diye sorunca: «Kullarım ıınn beni sorunca (haber ver ki) işte
ben muhakkak yakınımdır. Bana dua »Hince ben o dua edenin davetine icabet
ederim...» âyeti nazil oldu »
[215] ı v/oyotldlr.

D.Buhari. Berrâ bin Azlb (ra)'den: «Sahabilerden bazısı
oruç tuttuk Idiı /aman iftar yemeği hazır olsa dahi çoğu kez iftar etmez,
yatarlardı ttftylellkle gece ve gündüz hiçbir şey yememiş olurlardı. Ramazan
ayındı» lltldrdon Kays bin Sermet (ra) hem oruç tutuyor, hem de hurma
bahon

çalışıyordu, iftar zamanı evine gelerek
hanımına. «Yenecek bir ş«y var mı?» diye sordu. Hanımı, «Yok, hemen hazırlamaya
çalışayım» di­yerek hazırlığa başladı. O sırada yorgunluktan ve isteğinin yerine
gel­memesinden dolayı hanımı gelinceye kadar uyudu. Hanımı onu uyur gö­rünce
«Sana yazıklar olsun» dedi. Ertesi günü öğle vaktine doğru Kays bin Sermet (ra)
halsiz kalınca, bir önceki gece hanımıyla kendisi arasın­da geçenleri Resulullah
(sav)'a gelerek anlattı. Bunun üzerine, «Oruç (günlerinizin) gecesinde
kadınlarınıza yaklaşmak size helal edildi...» âyeti nazil oldu. Müslümanlar buna
cok sevindiler. Daha sonra «(Bütün gece) fecr(i sadık) olan ak iplik kara
iplikten size seçilinceye kadar yeyin, İçin, sonra geceye kadar orucu
tamamlayın» âyeti nazil oldu»
[216] rivayet etmiştir.[217]

 


 

Birinci
incelik:
«Ey iman edenler, sizden evvelki (ümmet)lere
yazıldığı gibi sizin'üzerinize de oruç yazıldı (farz edildi)...» âyeti, orucun
daha ön­ceki ümmetlere de farz olan cok eski bir ibadet olduğuna işaret ediyor.
Kitap ehli (hristiyan ve yahudiler), oruç farzında değişiklikler yapmışlar­dır.
Oruç ayı. cok sıcak veya cok soğuk bir mevsime rastgeldiğinde on­ların
bilginleri toplanarak orucun baharda bir ay tutulmasına karar ve­rerek, gün
sayısını artırmışlardır. Böylelikle Ramazan ayı orucunu artıra artıra 50 güne
çıkarmışlardır. Bir aylık Ramazan orucuna karşılık 20 gün­lük artış, onların
oruç vaktinin tayininde yapmış oldukları hatanın
kefa­retidir.

Taberî, bu hususta Ed-Düyyi'den senetle:
«Hristiyanlara. Ramazan orucunu tutmak farzdır. Onlara uyuduktan sonra sahurda
kalkıp yemek, içmek, oruç ayında evlenmek ve ailesiyle cinsi münasebette
bulunmak yasaktır. Ramazan ayı cok sıcak ve soğuk aylara tesadüf ettiği zaman bu
durum onlara zor geliyordu. HriBtlyanlar, bu zorluğu ortadan kaldır­mak için
ilkbahar mevsimini oruca tahsis
[218] ederek. 20 günlük bir ilave yaptılar. Bu ilaveyi de oruca tayin
ettikleri zaman için kefaret kabul ettiler. Böylece onların orucu 50 gün oldu.»
[219] diye rivayet
yapmıştır.

ikinci
incelik:
Arap dili ve edebiyatıyla ilgili olduğundan
yazılmamıştır.

Üçüncü
incelik:
Allah (cc) orucu insanların takva olmasına
vesile olan bir yol olarak beyan etmiştir. Mubah olan tabii istek ve arzularını
yalnıi Allah (cc)'ın emrine uyarak terkeden ve sevab kazanacağına inanmak ti­me
tutan kimse, kendisini takva olmaya hazırlamış olur. Böylollklo olu­şan takva
melekesi, yasak arzu ve istekleri terk ettirdiği gibi, şüpholl soylar-den de
insanı uzaklaştırır.

Oruç, insanın yemek, içmek ve cinsi münasebette
bulunmak gibi İm şerl arzularını kırar. Herhangi bir şeye karşı, insanın arzusu
çok oldu mu ondan kaçınmak ta o kadar zordur. Yeme içme ve kadın ar/usu lea
yaradılış itibariyle diğer arzulardan daha çoktur.  Bunları 
tork  İta, oncak oruçla mümkündür.
İnsan kendisini felakete sürükleyen bu iki unu yu oruç tutarak terk etmeyi adet
edinirse, diğer istek ve arzularını kolay, lıkla terkeder. Ne yazık ki insanlar
darb-ı meselde olduğu gibi, bu İki af. /unun tahakkuku için çalışır.
[220]

Dördüncü
incelik:
Alim Gaffâr'a göre Allah (cc). orucu tarz
kılmak­la İnsanlara hayret verecek aşağıdaki uyarıları
yapmıştır.

1. Orucun farz oluşuyla, geçmiş ümmetlere uyma
zorunluluğu kulktı,

2. Oruç, insanlarda takvanın vücud bulmasına
vesile olur. Oruç farı olmasaydı, takva gibi şerefli bir sıfata ulaşmak kolay
olmazdı.

3. Allah (cc). orucu tayin edilen zamanda
tutulmak için farz kıldı Egw bütün sene oruç tutmayı emretseydi, insanlar için
çok büyük ıc-rluk ve meşakkat olurdu.

4. Allah (cc), oruca Kur'an'ın inzal olduğu
Ramazan ayını tahtlı »ı mistir. Çünkü Ramazan, ayların en
şereflisidir.

5. Orucun tutulmasında misafir ve hastalara
güçlük ve çetinliği Allcıh (cc) izale etmiş ve onlafın yemelerini mubah
kılmıştır.

Beşinci
incelik:
«...Gücü yetmeyenler üzerine de bir yoksul   doyumu fidye (lazımdır)» âyeti, yaşlı kadın
ye erkeklerin orucu yemelerine karşılık,

fidye vermeleri lazım geldiğini beyan ediyor. Çünkü
Arap diline göre âyet­te gecen «yutîkûne» fiilinin kökü «itâkat» kelimesi, çok
kişinin zor yapabi­lecekleri bir iş için kullandıkları güç anlamındadır. Oruç
tutmak ta rahmete vesile olduğu için. yaşlı kadın ve erkekler oruç tutamadıkları
gün sayısınca fidye verirler. «...Ey Rcbbimiz, tekat getiremeyeciğimizi bize
taşıtma...» (Bakara: 286) âyeti de buna delâlet eder.

Altıncı
incelik:
«...İçinizden kim o aya erişirse (hazır olur,
misafir ol-maısa) onu (orucunu) tutsun...» âyetinden maksat, ayı görmek değil,
Ra­mazan ayı vaktine erişmektir. Çünkü çok az insanın ayı görmesiyle oruç bütün
müslümanlara farz olur.
[221] Ayı araştırıp görmek, farz-ı kifayedir. Bu görevi, en az bir müslümanın
yapmasıyla farz. toplum üzerinden kal­kar. Âyetten murat, herkes için ayı görmek
olsaydı, ayı görmeyen oruç mükellefleri çoğunlukta durdu. Mesela: Gözü
hastalıklı, çok yaşlı, ayın batış ufkunun kapalı olduğu bölge insanlarının oruç
tutmaları, mükel­lef olmalarına rağmen mümkün olmazdı. Bundan dolayı âyetten
maksat ayı görmek değil, vakte hazır olmaktır. Geniş bilgi fıkıh kitaplarında
gö­rülebilir.

Yedinci
incelik:
«...Allah, size kolaylık diler, size güçlük
istemez...» âyetinde. Arap dili ve edebiyatındaki bedi' ilmine göre «Tıbâgus
seib» adı verilen güzei bir ifade tarzı vardır. Fakihler. usul kurallarından
«me­şakkat, kolaylığı celbeder» genel kaidesini bu âyetten almışlardır. Allah
(cc), emir ve yasaklarında kulları için zahmet ve ağırlığı değil, kolaylık ve
hayrı ister.

Sekizinci
incelik:
Allâme Zemahşeri; «...(Bu kolaylığı istemesi),
o sayı­yı (kaza borcunuzu) ikmal etmeniz, Allah'ı -sizi muvaffak buyurduğu o
şeyden dolayı da- büyük tanımanız içindir. Olur ki şükredersiniz» âyetinde Allah
(cc). daha önce oruç ayına ulaşan hasta, misafir ve özürlü kişilerin yedikleri
günleri saymaları gibi hükümlerden sonra, «Sayıyı ikmal edin» cümlesiyle
sayılara dikkat edilmesini. «Allah'ı büyük tanımanız içindir» cümlesiyle de
yenilen oruçların kaza edilmesi gibi bir kolaylık tanındığının bilinmesini.
«Olur ki şükredersiniz» cümlesi ile verilen kolaylık ve ruhsata şükredilmesi
gerektiğini gösteriyor»
[222] der.

Dokuzuncu
İncelik:
Allah (cc). kadın konusundaki terbiye ve edebi
' î "iırnşmlz İçin karı-koca arasındaki cinsi münasebeti, yüksek ve latif
ıilııtıln ifade etmiştir. Çünkü Allah (cc), «...Onlar sizin İçin, >lz d*t
kjln birer Nbassımz...» buyurmuştur. Onun bu güzel ve latif buyruğu, muin vücudu
örttüğü gibi, kadın erkeğin, erkek de kadının noksan ta< iHllıiıım örterek
birbirlerine yardımcı olacaklarını gösterir.

Hu ayetin tefsiriyle ilgili olarak Fahreddln
Er-Râzî; «Kadın, kocasını Itfıiiin haramlardan koruduğu gibi, erkek de karısını
haramlardan elbls* vücudu muhafaza ettiği gibi korur. Çünkü bir hadis-j şerifte
Resulullııh I,  «Evlenen  bir kimse, dininin üçte ikisini korumuş
olur»  buyurur*
[223]

Onuncu
İncelik:
Şerif er-Radî; «(Bütün gece) fecr(l sadık) olan
ak İp­lik, kora İplikten size seçilinceye kadar, yeyin, için sonra aecey» kadar
oru-•ıı Inmamlayın...» âyetinde hayret verici bir istiare
[224] vardır. Istloro'dnn muini, sabah beyazlığının gecenin karanlığından
seçilmesine kadarkl in-Miunılıt Ak ve kara iplik tabirleri mecazi anlamdadır.
Gece karanlığının kum İpliğe, sabah beyazlığının ak ipliğe benzetilmeslndeki
sır, sabah b«-yıiflıQı İlk doğuşunda İplik gibi ince görünür. Gece karanlığı İse
dnvamll lifti ı çekilerek zayıfladığından İpe benzer. Bu sırada sabah beyazlığı
git-Utun yayılırken gece karanlığı da gittikçe azalır»
[225]
demektedir

Adly bin Hâtem (ra)'den: «Bu âyet nazil olunca İki
tane urgana b«n mı siyah ve beyaz iplik alarak yastığımın altına koydum. Gece
kalkarnk yamak yedikten sonra İplikleri alarak dışarı çıktım. Onları yanyana
uialn iıik bakmama rağmen birbirinden seçemedim. Sabah olunca gldsrsk »İti Minin
Resulullah (sav)'a anlattım. O'da gülerek, «Gerçekten akılsızmıttın, Ayattft
gecen ak ve kara iplikten murat, sabah beyazlığı İle gecenin ka> fonlıflıdır»
buyurdu»
[226] diye rivayet edilmiştir.[227]

 


 

Birinci
Hüküm: Ramazan Ayı Orucundan Önce, Müslümanlara Oruç Farz
Mıydı?

 

«(O) sayılı günler(dlr)...* âyetinin zahirine göre
müslümanlara farz olan oruç. Ramazan ayı günleridir. Çoğu müfessir, bu
görüştedir. İbn-i Abbas (ra) ve Hasan (ra)'dan rivayet edilen bu görüşü, İbn-i
Cerir et-Taberi de tercih etmiştir.

Katâde ve Atâ'dan: «Müslümanlara daha önce her
aydan üç gün oruç tutmak farz kılınmıştı. Sonra ise Ramazan ayı orucu farz
kılındı. Buna «...Gücü yetmeyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye
(lazımdır)...» âye­ti delildir. Çünkü sayılı günlerde oruç tutup tutmamakta bir
serbestlik yok­tur. Ramazan ayı orucu için ise âyette zaman ve sayı tayini
yapılmıştır. Bu izahtan anlaşılan şudur-. Âyette geçen «belli günlerde» oruç
tutmak. Ramazan ayı orucunun dışında bir oruçtur» diye rivayet
edilmiştir.

Cumhura göre. «...Sizden evvelki (ümmetlere)
yazıldığı gibi sizin üze­rinize de oruç yazıldı (farz edildi)...» âyetinin
ifadesi, kapalıdır. Buna göre farz olan oruç bir gün, iki gün veya daha fazla
olabilir. Âyetteki kapalılık, «sayılı günler» ifadesiyle açıklanırsa da yine
mücmeldir. Çünkü «sayılı günler» ifadesinden bir hafta, veya bir ay da
anlaşılabilir. Allah (cc), «Ramazan ayı» tabiri ile daha önceki mücmel ifadelere
tam bir açıklık ge­tirmiş ve müslümanlar için farz olan orucun. Ramazan ayı
orucu olduğu­nu beyan etmiştir.

İbn-i Cerir et-Taberi. bu hususta şöyle der: «Bana
göre oruçla ilgili görüşlerin en doğrusu, «Sayılı günlerden maksat, Ramazan ayı
günleri­dir» diyen görüştür. Çünkü hiçbir âyet ve hadis. Ramazan ayı dışında
müs­lümanlara diğer bir orucun farz olduğunu beyan etmemiştir. Allah (cc),
âyetin akışında farz orucun, Ramazan orucu olduğunu, «(O sayılı günler) Ramazan
ayıdır ki Kur'an onda indirilmiştir» âyetiyle beyan etmiştir. Bu âyetin te'vili
şöyledir: «Ey mü'minler, sizden önceki ümmetlere oruç farz kılındığı gibi. size
de farz kılındı. Tâ ki korunasınız. işte o belirli günler, Ramazan ayı
günleridir.»
[228]

 


 

Allah (cc), hasta ve misafire rahmeti gereği,
kolaylık olmak üzere Ra­mazan ayı orucunu yemeyi mubah kılmıştır. Fakihier,
hangj hastalığın oruç yaınvyl mubah kılacağı hususunda İhtilaf ederek birkaç
görüşe ayrılmıs-luıdır,

1. Zahirilere göre hastalık ve yolculuk,
insanlara oruç yemeyi mubah Kılrır  
Hatta kısa bir yolculuk veya parmak ve diş ağrısı gibi hastalık ıluhl
olsa, orucu yemek mubahtır. Bu görüş, Atâ ve ibn-i Sirîn'den rlva^ ynt
ndllmlştir.

2. Bazı alimlere göre «oruç yeme ruhsatı», oruç
tuttuğu takdirde çok unluk çekecek hasta ve yolcuya mahsustur. Bu görüş,
El-Esem'lndlr.

3. Çoğu fakihlere göre ise oruç yemeyi mubah
kılan; hastayı yoran, lyiİMşmesinl geciktiren ve hastalığı artıran oruçtur.
Zahmete ve yorgun­luğu uovkeden uzun yolculuk da oruç yemeyi mubah kılar. Ehl-I
sünnetin 4 mezhebi de bu görüştedir.

Zahirilerin delilleri: Zahirilere göre: «...Sizden
kim (o günlerde) hat­ta yahut sefer üzerinde olur (ve orucunu yemiş bulunur)sa,
tutamadığı yünler sayısınca başka günlerde (tutar)...» âyeti, «ağır veya hafif»
hntta-lık lln «uzun veya kısa» yolculuktan hangisi olursa olsun. Ramazan ayı
orununu yemeyi mubah kılar. Çünkü âyette hastalık «ağır oluşla», yolcu­luk
«uzaklıkla» kayıt ve vasıflanmamıştır. ibn-i Sirln'in yanına giden Ta-hirllor
onun parmak ağrısından ötürü oruç yediğini görürler.

Davud-u Zahirî; «Kısa veya uzun tüm yolculuklar
İçin oruç yeme ruh-İnli vardır. Yolculuk takriben 8 km de olsa kişi seferidir.
Kısa yolculuk ya-ponn da misafir denir. Kur'an'ın zahiri anlamı da budur»
der.

Cumhur'un delilleri: Çoğu fakihlere göre, insana
zorluk vermeyon at ^ir hastalık, Ramazan ayı orucu yenilmesini mubah kılmaz.
Çünkü Cenabı Hnk, «Allah, size kolaylık diler, size güçlük istemez» buyurmuştur.
Ayetle ot uç yeme ruhsatı, meşakkat ve zorluğun giderilmesi için verilmiştir.
Ha-ılf hastalık ve yakın yolculukta zorluk yoktur. Parmağı ve dişi ağrıyan
kim-B* Icln, oruç yeme ruhsatı olabilir mi?

Salim aklında kabul edeceği gibi sahih olan,
Cumhur'un görüşüdür, f (inkü oruç yeme ruhsatı, kolaylık sağlamak ve zorluğu
gidermek içindir. Kolnylığın sağlanması, zorluğun bulunduğu yerde mümkündür.
Hafif par-rflıık ve baş ağrıları ile grip gibi hastalıklarda oruçlu kişi İçin
zorluk dü-Şilıımek mümkün değildir. Bu hastalıkların tedavisi, ancak oruçla
olur, Efler hımtalık bu türden ise, oruç yemek mubah olur mu? Allah, (cc), ancak
yıinıımüzün yeteceği ve kolaylıkla yapabileceğimizi emretmiştir. Oruç, haı
Ifllıga veya onun ağırlaşmasına vesile olursa yenebilir.

Kurtubİ, bununla ilgili olarak şöyle der:
«Hastalığın iki çeşidi vardır. Oruç tutamayacak güçte olan hastanın oruç yemesi
mubah değil, farz­dır. Diğeri ise orucu güçlükle tutabilen hastalar için.
Ramazanda oruç yemek müstehaptır. Çoğu alimlere göre hastalık, şiddetli ağrı
veriyor veya oruçlu olursa hastalığının artacağı ve uzayacağını biliyorsa,
kişinin oruç yemesi sahih olur. imam Malik (ra)'den oruç yemeyi mubah kılma
hu­susunda muhtelif rivdyetler vardır. Bir rivayete göre oruç tutmak ölüme
se­bep olursa, kişi orucunu yer. Diğer bir rivayete göre ise oruç, hastalığın
ağırlaşma ve uzamasına vasıta olursa, kişinin orucu yemesi mubah olur. Bu ikinci
rivayet Maliki mezhebindeki sahih görüştür.»
[229]

 


 

Fakihler, bir kimsenin oruç yiyebilmesi için.
yolculuğunun uzun ol­ması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat
uzunluğun miktarı ko­nusunda ihtilaf ederek bir kaç görüşe
ayrılmışlardır.

A. El-Evzâi: «Oruç yemeyi mubah kılan yolculuk 1
gün olmalıdır» der.

B. imam Şafiî (ra) ve imam Ahmed bin Hanbel (ra)
ise: «Oruç yemeyi mubah kılan yolculuk. 2 gün 2 gece olmalıdır. Bu müddet te 16
fersah
[230] olarak takdir edilir» derler.

C. imam-ı Azam Ebu Hanife (ra) ve İmam Sevri (ra)
de: «Oruç yemeyi mubah kılan yolculuk, 3 gün 3 gece olmalıdır. Bu ise 24
fersahtır» de­mektedirler.

El-Evzal'nin delili: Bir günden az olan
yolculuklar, kısadır. Mukim kimse çoğu kez, bir günden az yolculuk yapabilir.
Misafir (yolcu) ekseri­yetle evinden ayrıldığı gün tekrar evine dönmesi mümkün
olmayan kim­sedir. Yolculuk müddeti bir günden az olan kimsenin, oruç yemesi
mu­bah değildir. Bir günden fazla olursa orucunu
yiyebilir.

imom Şafiî (ra) ve imam Ahmed bin Hanbel (ra)'in
delilleri:

1. Şer'î yolculuk, namazın kısaltılarak kılındığı
yolculuktur. Bir günün uzunluğuna tahammül etmek kolay, iki günün uzunluğuna
tahammül etmek ise zordur. Bunun için Ramazan orucunun yenilmesini mubah kılan
ruh­sat, uygundur.

2. imam Şafii (ra)'nin Resulullah (sav)'tan
rivayet ettiği, «Ey Mokkoll lüi, yolculuğunuz 4 bürd'den
[231] az olursa, namazlarınızı tam kılınız. Egor M«kkeden. Asfan'a  kadar giderseniz namazınızı seferi olarak
kılınız»
[232]
hadisidir.

3. imam Şafii (ra)'nin, Atâ'dan: «Atâ, İbn-i
Abbas (ra)'a, «Arafat'a gi­den kimsenin namazı kısaltılır mı?» diye sordu. O'da
«hayır» deyince, İkin ol kez, «Merrü ez-Zehran'a giden seferi olur mu?» İbn-i
Abbas (ra) «Ha­yır, Cidde, Asfan ve Taife giden adam, namazını kısaltabilir»
dadl.»
[233] rivayetidir.

Kurtubi; «Buharî de, «Abdullah bin Ömer (ra) ve
ibn-i Abbas (ra), yolculukları 4 bürde ulaştığında oruçlarını yer ve namazlarını
da seferi ola-fak kılarlardı» denilir»,
[234] der.

Kurtubî'nin naklettiği, Maliki mezhebinin meşhur
olan görüşüdür. An-60k İmam Malik (ra)'den şu rivayette yapılmıştır; «Sefer
müddetinin «n 6l 1 gün, 1 gecedir. Bu görüşün delili, Buharî'nin şu
rivayetidir; «Allah (ec)'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının, yanında
mahremi olmak> İlim bir gün, bir gece yolculuk yapması helal değildir.»
[235]

Imam-ı Azam Ebu Hanife (ra) ve imam Sevri (ra)'nln
delilleri

1. Ebu Hanife (ra); «...içinizden kim o aya
erişirse onu (orucunu) ıııuun   » âyeti,
oruç tutmayı farz kılmıştır. Biz misafir için oruç yomu ruh-■nlını 3 gün olarak
kayıtladık. Çünkü bunda icmâ vardır. Üç günden aı ulcın yolculuklarda oruç
tutmak farzdır» der.

2. Resulullah (savVın hadisidir; «Mukim kimse, 1
gün, 1 geca, aya­ğından meshini çtkarmaksızın mesh yapar. Misafir ise, 3 gün, 3
goct aya­ğından meshini çıkarmaksızın mesh yapar.»
[236]. Sâri (Resulullah). mlınfl

ı in 3 gün 3 gece mesh yapabileceğini beyan
etmiştir. Ruhsatlar, anoak »nılatın tayin ettiği ölçülerdir, öyleyse oruç yemeyi
ve namazı kısaltarak Kılmayı mubah kılan sefer. 3 gün 3 gece
olmalıdır.

3. «Resulullah (sav) efendimiz: «Bir kadın
yanında mahremi olmadan 3 günden fazla yolculuk yapamaz» buyurdu»
[237] hadisidir. Bu hadisten anlaşılan, seferiliğin üç gün oluşudur. Üç günden
az olan yolculuk, sefer hükmüne girmez. Onun İçin oruç yemeyi mubah kılan
seferin, 3 gün ol­ması lazımdır.

ibn-i Arabi bununla ilgili olarak şöyle der:
«Resulullah (sav)ın, «Allah (cc)'a ve ahiret gününe inanan bir kadının, yanında
mahremi olmaksızın bir gün bir gece yolculuk yapması haramdır.» hadisi sabittir.
Peygamber Efendimiz (sav), diğer bir hadisi şeriflerinde de; «sefer, üç gündür»
bu­yurur. Ebu Hanife (ra), seferin ancak birkaç günde tahakkuk edeceği
görüşündedir:

1. Evinden ayrıldığı gün.

2. Yalnız yolculuk yaptığı gün.

3. Gideceği yere ulaştığı gün. Buna göre oruç
yemeyi mubah kılan sefer, 3 gün yapılan yolculuktur.»
[238]

ibâdetlerde ihtiyatlı hareket etmek münasibtir.
Resulullah (sav), bir kadının yanında mahremi olmaksızın 3 gün yolculuk
yapmasını men ettiği gibi, bir gün bir gece yolculuk yapmasını da yasaklamıştır.
Onun bu ha­disleri, sahih kitaplarda bulunmaktadır. Bundan dolayı, yolculuk için
3 gün. 3 gece ile amel etmek, ihtiyata daha uygundur. İmam-ı Azam Ebu Hanife
(ra)'nln görüşü diğerlerine tercih edilir. Allah (cc) doğruyu en iyi
bilendir.
[239]

 


 

Zahirilere göre; hasta ve misafirin oruç yemesi
farzdır. Misafir yolculu­ğu bitirdikten, hasta da iyileştikten sonra. Ramazan
orucundan yedikleri gün sayısınca başka zamanda oruç tutar. Hasta ve misafir
iken tuttuk­ları oruç, Ramazan orucu yerine geçmez. Çünkü Allah (cc), «...Sizden
kim hasta yahut sefer üzerinde olur (ve orucunu yemiş bulunursa) tuta­madığı
günler sayısınca başka günlerde tutar...» buyurmuştur. «Tutamadık­ları günler
sayısınca» tabiri, oruç" yemelerinin farz olduğunu beyandır. Re­sulullah
(sav)'ın, «Seferde oruç tutmak, sevab değildir» buyruğu da hasta ve misafirin
oruç yemelerinin farz olduğunu gösterir.

Zahirilerin bu beyanlarına göre. hasta ve misafirin
oruç yemesi ruh-•St değil, azimettir. Bu görüş bazı selefi alimlerinden rivayet
edilmiştir. Cumhur'a göre de, misafir ve hastanın. Ramazanda oruç yemeleri
ruh­sattır. Dilerse tutar, dilerse yer. Özetle aşağıya aktardığımız delillerle
gö-nişlerini isbat ederler.

A. «(O)  
sayılı günler(dir). Artık sizden kim (O günlerde) hasta yahut ••fer
üzerinde olur (ve orucunu yemiş bulunur)sa tutamadığı günler sayı­lınca başka
günlerde (tutar)...» âyetinde, «sayılı günler» ifadesinden ön ı n «feeftere»
fiili mukadderdir, yani hasta veya misafir orucunu yerse, yedi Ol günler
sayısınca diğer bir zamanda orucunu tutması lazımdır. Bu fiil iukdlrlnin
benzeri. «...Asanı taşa vur, demiştik de ondan onlki pınar kay­namış ve her
sınıf, su alacağı yeri öğrenmiştir...» âyetidir. Âyette «atanı lıişn vur»
cümlesinden sonra, vurdu anlamındaki «Fedarebe» fiili mukcıd ilerdir Buna göre
âyetin takdiri, «asanı taşa vur» cümlesinden sonra «O, (İl/  Musa) da asasını taşa vurdu» cümlesinde
görülür.

«Artık içinizden kim hasta olur, yahut başından bir
eziyeti bulunursa enet oruçtan, ya sadakadan yahutta kurbandan (biriyle) fidye
(voctt> olüf)ı

Aynimde de «fidye» kelimesinden önce tıraş anlamına
gelen «haloga» lllll mukadderdir. Buna göre âyetin takdiri şudur: «Sizden kim
hasta vtyn tuışından rahatsız ise, başını tıraş etsin ve fidye
versin».

Ayetlerdeki takdirlerin benzerleri Kur'an'da pek
çoktur.  Bunları (İti ııllmler değil,
cahiller inkar ederler.

B. «Resulullah (sav), seferde de oruç tutmuştur»
[241] fiili hadisi, yol fuınun oruç yemesinin azimet değil, ruhsat olduğuna
delildir.

C. Enes bin Malik (ra)'den rivayeti sabit olan.
«Resulullah (»ov) II* Hıunazan ayında sefere çıktık. Oruç tutanlar tutmayanları,
tutmayanını ıln intanları ayıplamadılar. Bu durumu müşahede eden Resulullah
(«ov), mı Mit ntti»
[242] hadisidir.

D. Hastalık ve yolculuk, aklen ve şer'an
kolaylığı icabettlrsn İsidir, Onların ikinci defa, zorluğa sebep olmaları doğru
olmaz. Halbuki /a-hirîler, «Misafir ve hasta, Ramazan orucunu yemeyip tutsa,
orucu sahili ol maz. Daha sonra onları yeniden kaza etmesi farzdır»
görüşündedirler. Bu­na göre de hastalık ve sefer, kolaylık vesilesi değil,
bilakis çetinliğe sebep olmuş olur.

Zahirilerin görüşlerini isbat için naklettikleri,
«Seferde oruç tutmak, sevab değildir» hadisi, özel bir sebebe istinaden varit
olmuştur. O da şu­dur: Resulullah (sav), bir yolculuk esnasında bir sahabinin
küçük bir yerde gölgelendiğini gördü. O, sahabllere. «Bu kişinin sıkıntısının
sebebi nedir?» diye sorunca. Onlar, «Oruçtan dolayı cok susadı ve sıkıldı»
dediler. Bu­nun üzerine bu hadis varit olmuştur. Hükümlerde hususi sebeplere
is­tinaden varit olan hadisleri, umumileştlrmek ve onunla umumi bir hük­me
varmak yanlıştır.

ibnü'l Arabi, bu hususta şöyle diyor: «Bir kavimden
Ramazanda yol­culuk yapan bir kimsenin,, orucunu İster tutsun, isterse tutmasın
yolculuk­ta gecen gün sayısı kadar Ramazan dışındaki günlerde, kaza etmesi
la­zımdır. Çünkü o kavme göre seferde oruç yoktur. Böylesine sapık bir hükmü,
islâmi ilimlerden haberdar olmayan kimseler verir. Çünkü âyetteki fesahat gücü,
«(o) sayılı günler» ifadesinin Kur'anda karşılığı (Felddetün mln eyyâmln ühare)
cümlesinden önce «yemek» (oruç açmak) anlamındaki (fe eftare) kelimesinin takdir
edilmesini Ister.'Resulullah (sav)'ın seferde orucunu tuttuğu, hem kavlî, hem de
fiilî hadislerle sabittir.

Bu hususu, Sahih-i Buhari şerhlerinde ve diğer
kitaplarımızda da açıkladık.»
[243]

 


 

Seferde oruç açmanın ruhsat olduğunu söyleyen
alimler, O'nun tutul­ması mı yoksa açılmasının mı daha faziletli olduğu
hususunda ihtilaf et­mişlerdir.

imamı Azam (ra), İmam Şafiî (ra) ve İmam Malik
(ra)'e göre yolculukta rahatlıkla tutabilen kimse için. orucunu tutmak daha
faziletlidir. Çünkü Allah (cc) «Oruç tutmanız sizin hakkınızda (yemenizden ve
fidye varme-nlzden) hayırlıdır, bilirseniz» buyurmuştur.

Seferde ise rahatlıkla tutamayan kimse ic'ın,
orucunu açmak daha faziletlidir. Zira Cenab-t Hakkın, «...Allah size kolaylık
diler, güçlük l«t«-m#z» buyruğu, bunu teyid etmektedir.

imam Ahmed bin Hanbel (ra)'e göre ise, ruhsat
buyruğuna dayana­rak yolculukta oruç açmak daha faziletlidir. Zira Cenab-ı Hak,
azimetle­rin yapılmasını nasıl isterse, verdiği ruhsatlarında yapılmasını öyle
sever ve İster.

Ömer bin Abdulaziz (ra) bu hususta şöyle der:
«Yolculuk sırasında oruç tutmak veya yemekten hangisi daha kolaysa, onu yapmak
faziletli.

fllr.»

Cumhur (Hanefi, Maliki-Şafii)'un görüşü daha tercih
edilir. Çünkıı de­lilleri daha kuvvetlidir. Allah (cc) en iyi
bilendir.
[244]

 


 

Hz. Ali (ra), İbn-i Ömer (ra) ve Şa'bi'ye (ra)
göre, Ramazan orucunu kazaya bırakan hasta ve misafirin daha sonra aralıksız
olarak kaza fiilimsi (arzdır. Çünkü orucu kaza etmek, onu tutmanın benzeridir.
Ramazan om cunu aralıksız tutmak nasıl farz ise, bilahare ara vermeden kazaon
tul-mak ta öylece farzdır.

Cumhur (Ebu Hanife, Şafiî, Maliki. Hanbeli ve diğer
ehl-i sünnol alim. lerlne)'a göre Ice. bir kimse için kazaya kalan Ramazan
orucunu, bafka bir zamanda dilediği şekilde -aralıklı veya aralıksız- tutmak
caizdir Çıın-kü Allah (cc). «...Tutamadığı günler sayısınca başka günlerde
(tutar) » ayetinde, Ramazan'da yenen gün sayısı kadar tutulmasını emrednr Ara.
lıksız tutulmasına işaret eden herhangi bir şey yoktur. «Bir kac fllın»
İfa­desinin Aropcadaki karşılığı «feiddetün» kelimesi, âyetin akışında nnklti
Olarak isbattan sonra gelir. O halde bir kimse orucunu hangi gün tutun, kaza,
yerine geçer Ebu Ubeyde* (ra)'den rivayet edilen hüküm şoyloılir «Allah (cc).
Ramazan orucunu kazaya bırakan özürlülerin; oruçlarını dlflnr bir vakitte kaza
ederken zorlukla karşılaşmalarını istememiştir. Dileyen aralıklı, dileyen
aralıksız olarak Ramazan orucunu kaza eder.»
[245]

Cumhur'un görüşü tercih edilir. Zira delilleri
açıktır. Allah (cc) en iyi bilendir.
[246]

 


 

Çoğu alimlere göre oruç tutmak, başlangıçta
muhayyerdi. İsteyen tu­tar, istemeyen de tutmaz, hergün için fidye verirdi. Daha
sonra bu hü­küm, «...İçinizden kim o aya erişirse onu (orucunu) tutsun...»
âyetiyle nesh edilince, herkese oruç tutmak farz kılındı. Bunların delili.
Buhari ve Müs­lim'in, selmete bin el-Ekvâ (ra)'dan rivayet ettikleri hadistir.
«...Gücü yet­meyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye (lazımdır)...» âyeti
nazil olun­ca bazılarımız oruç tuttu, bazılarımız da oruç tutmayarak fidye
verdi. Daha sonrb, «İçinizden kim o aya erişirse onu (orucunu) tutsun...» âyeti
nazil olunca, bir önceki âyetin hükmünü neshettiğinden herkesin oruç tut­ması
farz oldu»
[247] Bu görüş. İbn-i Meşud (ra), Muaz bin Cebel (ra), İbn-i Ömer (ra) ve bazı
sahabilerden rivayet edilmiştir.

Diğer alimlere göre de: «...Gücü yetmeyenler
üzerine bir yoksul doyu­mu fidye (lazımdır)» âyetinin hükmü, neshedilmemiştir.
Çünkü bu âyet. çok yaşlı insanlar ile orucun cok rahatsız ettiği hasta kimseler
için nazil ol­muştur. Bu görüş. İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet edilmiştir. O'nun
görüşü ise şöyledir: «Cok yaşlı insanların Ramazan orucu yemeleri, yerine hergün
için bir fakir doyurmaları kaydıyla ruhsat olarak verilmiştir Onların
oruç­larını tekrar kaza etmelerine gerek yoktur.»
[248]

Buhari. Atâ (ra)'dan, O'da İbn-i Abbas (ra)'dan:
««Gücü yetmeyenler üzerine de'bir yoksul doyumu fidye (lazımdır)...» âyetinin
hükmü, neshe­dilmemiştir. Çünkü âyet çok yaşlı kadın ve erkekler hakkında nazil
ol­muştur. Onlar oruç tutmaya güçleri olmadığından yerler. Yedikleri her gün
için de birer fakir doyururlar»
[249] rivayetini yapmıştır. Buhari'nin rivayetine göre, hükmü neshedilmeyen bu
âyetin icmali manası şöyledir; «Orucu zorlukla tutabilecek kişiler,
tutamadıkları takdirde, her günü için birer fakir doyururlar.»
[250]

 


 

Hamile ile emzikli kadın, kendisi veya çocuğundan
endişe ederek kor-karsa orucunu açar. Çünkü onların hükmü, hastanın hükmü
gibidir.

Hasan-ı Basri (ra)'ye «Kendisi veya çocuğunun
hayatından korkan ha­mile ve emzikli kadın, oruç tutacak mıdır, yoksa tutmayacak
mıdır?» diye sorulunca, «Hangi hastalık, hamilelikten daha ağırdır? Hasta için
oruç ye­me ruhsatı olur da, daha ağır olan hamilelik için olmaz mı? Elbette
olur» dedi.

Fakihler, hamile ve emzikli kadınların, oruçlarını
yemeleri ve bilahare kaza etmeleri hususunda ittifak, oruçlarını hem kaza
edecekler, hem fidye mi verecekler yoksa sadece kaza mı edecekler? hususunda ise
ihtilaf ot mislerdir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra)'ye göre yalnız kaza
etmeleri geroklr imam Şafiî (ra) ve İmam Ahmed bin Hanbel (ra)'e göre ise, hem
kota eder, hem de fidye verirler.

İmam Şafii (ra) ve İmam Ahmed bin Hanbel (ra)'in
delilleri:

Hamile ile emzikli kadın, «...Gücü yetmeyenler
üzerine bir yoksul doyu­mu fidye (lazımdır)...» âyetinin zahirine dahildir.
Çünkü âyet çok yuşlı er­kek ve kadını kapsadığı gibi orucunu zahmetle tutan her
kişiye de şamil­dir. Öyleyse hamile ve emzikli kadınların, tutamadıkları günler
İçin. oruç­larını hem kaza etmeleri, hem de çok yaşlı erkek ve kadınlar gibi
fidye vermeleri vacibdir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra)'nin
delilleri:

1. Hamile ile emzikli kadın, hasta gibidir.
Hasan-ı Basri (ra) şöyle der: «Hangi hastalık, hamilelikten daha ağırdır? Hamile
veya emzikli ka­dın, orucunu tutamadığı takdirde açar. bilahere yalnız kaza
eder.» O'nun f/alnız koda eder» sözünden anlaşılan, sadeoe kaza
etmeleridir.

2. Çok yaşlı erkeğin orucunu kaza etmesi farz
değildir. Çünkü, yaşlı­lığından ötürü oruç ondan sakıt olur. Yalnız fidye
vermesi gerekir. Onun gelecekte orucunu kaza edebileceği günü olmayabilir.
Halbuki hamile ve emzikli kadının özürleri geçicidir. Onlara orucu kaza etmek,
farzdır. «Onların hem orucu kaza etmeleri, hem de fidye vermeleri farzdır»
dediğimiz takdirde, orucu hem kaza etmeleri, hem de fidye vermeleri gerekir,
ikisinin birarada yapılması ise caiz değildir. Kaza etmek, orucun karşılığı
olduğu gibi. fidye vermekte karşılıktır. Yapılması gereken, orucun ya kaza
edil­mesi veya fidye verilmesidir.
[251]

İmam Şafiî (ra) ve İmam Ahmed bin Hanbel (ra);
«Yalnız çocuklarının hayatından endişe eden hamile ile emzikli kadın, oruçlarını
açarlarsa, hem kaza ederler, hem de fidye verirler. Kendi hayatlarından veya hem
kendi hayatlarından, hem de çocuklarının hayatlarından endişe ederek oruçla­rını
açtıkları takdirde, diğer bir vakitte yalnız kaza etmeleri gerekir»
[252] derler.[253]

 


 

Oruç ayı. hilali (ayı) görmekle tesbit edilir.
Oruca en az adil bir kim­senin ayı görmesinden veya Şaban ayının 30. gününden
hemen sonra başlanır. Ayı görmeksizin, matematik ve astronomik bilgilere itibar
edilerek oruç tutulamaz. Çünkü Resulullah (sav). «Ayı gördüğünüz zaman, oruç
tu­tunuz. Ramazan bayramınızı da ayı görerek yapınız. Eğer hava bulutlu olur­sa
ayı göremezsiniz. Şaban ayını 30'a tamamladıktan hemen sonra oruç tutmaya
başlayınız»
[254] buyurmuştur. Hilali görmek suretiyle, oruç tutma ve hacc yapma vakti
bilinir ve tesbit edilir. Zira Allah (cc). «Sana yeni doğan ayları sorarlar. Oe
ki: O, insanların foidesi için bir de hacc için vakit ölçüleridir,» (Bakara:
189) buyurmuştur. Şu halde itibar edilecek olan, o-ruc tutmaya başlamak için ayı
görmektir.

Cumhur'o göre Ramazan ayininin başlangıcını tesbit
için. adil bir kişinin ayı gördüğüne dair şehaöeti kafidir. Zira İbn-i Ömer
(ra)'in rivayeti buna işarettir: «Halkla beraber Ramazan ayı hilalini görmeye
çalışıyor­dum. Ayı görerek Resulullah (sav)'a haber verdim O. oruç tuttu ve
halka da oruç tutmalarını emretti»
[255]

Şevval ayı hilali, ay görülmediği takdirde. Ramazan
ayı 30'a tamam lanmak suretiyle tesbit edilir. Tüm fakihlere göre, Şevval ayı
hilalini tesbit için, adil bir şahidin 
şehadeti  kafi değildir.  Ancak 
iki adil şahidin, «biz ayı gördük» demeleri
lazımdır.

İmam Malik (ra)'e göre ise, Ramazan ayı hilalini
tesbit için iki adil görgü şahidinin «biz ayı gördük» şehadetleri lazımdır. Zira
ayın iki kişi tarafından görülmesi şehadettir.

Tirmizî. bu hususta şöyle der-. «İlim adamlarının
çoğuna göre, Rama­zan ayı hilalinin tesbiti için. adil bir kişinin şehadeti
yeterlidir.»

Ed-Dârül Gudnî (ra) ise; «Bir kimse, Hz. Ali'nin
(ra) yanına gelerek «Ramazan ayı hilalini gördüm» diye şehadette bulundu. Bunun
üzerine o-ruç tutan ve halka da tutmalarını emreden Hz. Ali (ra) «Benim için
Şa­ban ayından bir gün oruç tutmak. Ramazan ayından bir gün oruç yemek­ten daha
hayırlıdır» buyurdu»
[256] diye rivayet etmiştir.[257]

 


 

Hanefi, Maliki ve Hanbeli'lere göre, ülkelerin
doğuş yerlerinin  farklı oluşuna  itibar edilmez. Bir ülke halkından bir veya
daha çok insan Ro mazan ayı hilalini görür ve haber bütün ülkelere ulaşırsa,
hepsinin oruç tutması  farzdır.
Çünkü  Resulullah   (sav)'ın,  
«Ramazan  hilalini  gördüfllı nüz zaman oruç tutunuz. Şevval ayı
hilalini gördüğünüz zaman do bayram ediniz» buyruğu, ümmetine umumi bir
hitaptır. Bir müslümanın —dünyanın neresinde olursa olsun— Ramazan ayı hilalini
görmesi, tüm ümmetin gör­mesi gibidir.

İmam Şafii (ra)'ye göre ise, Ramazan ayı hilalini
her şehir halkının ayrı ayrı görmesi lazımdır. Bir şehir halkının Ramazan
hilalini görmesi, di ger şehir halklarına teşmil edilemez. Bu husustaki geniş
bilgi fıkıh kitap larında mevcuttur.
[258]

 


 

Fakihler, Ramazan ayında oruç tutan bir kimsenin,
«güneş battı» ian nıyla orucunu açması veya «şafak atmıştır»  zannıyla sahur yemofll yt' meşinden sonra
yanıldığı ortaya çıkarsa, onun oruou kaza edip etmey«0*fl! hususunda ihtilaf
etmişlerdir.

Cumhur (Honefi. Maliki. Şafii ve Hanbeli imamlarıfa
göre «güneş bat­tı» zannıyla orucunu açan kimse ile. «şafak atmamıştır» zannıyla
sahur yemeği yiyen kimsenin orucu sahih değildir. Çünkü oruç tutan kimseden
İstenen, fecr-i sadık ile güneşin batışını tesbit etmesidir. Allah (cc)'ın;
«(Bütün gece) Fecr(i sadık) olan ak İplik, kara iplikten size seçilinceye
ye-yln, için, sonra da geceye kadar orucu tamamlayın» buyruğunda, «güneş
batıncaya kadar, orucunuzu tamamlayın» beyanı vardır. Bu emre aykırı hareket,
orucun kaza edilmesini icabettirir.

Zahirî'ler ve Hasan-ı Basrî (ra)'ye göre ise,
«güneş battı» zannıyla orucunu açan kimse ile «şafak atmamıştır» zannıyla sahur
yemeği yiyen kimsenin orucunu kaza etmesi gerekmez. Çünkü, «...Hata ettikleriniz
de İse üstünüze bir vebal yoktur...» (Ahzâb: 5) âyeti ve «Ümmetimin hata, unutma
ve zorla yaptıkları şeylerin sorumluluğu yoktur» hadisi, buna de­lâlet eder.
Hata yaparak orucunu bozan kimse, unutarak orucunu bozan kimse gibidir. Her
ikisine de oruçlarını kaza etmeleri gerekmez.

Sahih olan, Cumhur'un görüşüdür. Zira kasdedllen;
hükmün değil, gü­nahın kalkmasıdır. Hata İle orucunu bozan kimsenin, onu kaza
etmesi gerekir. Kefaret lazım değildir. Hata ile adam öldüren kimsenin diyet
vermesi gibi, onun da orucunu kaza etmesi lazımdır. Hata ile oruç yiyen kimseyi,
unutarak yiyen kimse ile kıyaslamak yanlıştır. Çünkü unutarak orucunu yiyen
kimse hususunda acık nass varit olmuştur. Allah (cc), en İyi
bilendir.
[259]

 


 

«...Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın hakkınızda
yazdığını  
isteyin...»

âyeti, cünüblüğün orucun sıhhatine zarar
vermediğine delâlet eder. Çünkü Ramazan ayında, gecenin sonuna kadar yemek,
içmek ve cinsî münase­bette bulunmak mubahtır. Bir kimse sabaha doğru cinsî
münasebette bu­lunursa ve cünüb olarak sabaha çıkarsa orucu sahihtir. Cünüb
olarak sa­baha çıkan adamın orucu sahih olmasaydı Allah (cc), «Orucunuzu
ta­mamlayınız» diye emretmezdi.
[260]

Buharı ve Müslim, Hz. Aişe (r. anha)'den:
«Resulullah (sav), oruçlu olduğu halde cünüb olarak yatar, daha sonra guslünü
yaparak sabah na­mazına giderdi,» diye rivayet etmişlerdir. Yeme, içme ve cinsi
münasebet­te bulunmanın yasak olduğu bir vakitte Resulullah (sav)'ın cünüb
olduğu görülmektedir. Eğer cünüblük orucu bozsoydı, Resulullah (sav)'ın mutla-1
ka şafaktan önce yıkanması gerekirdi. Bu da göstermektedir ki, cünüblük hiçbir
zaman orucun sıhatine zarar vermez. Kişinin yalnız namaz kılmak için. gusletmesi
farzdır.
[261]

 


 

Fakihler, nafile oruç tutan kimsenin, orucunu
bozması halinde bilaha­re kaza etmesinin farz olup olmadığı hususunda ihtilaf
etmişlerdir.

Hanefi mezhebine göre. nafile oruç tutan kimse,
orucunu bozarsa da­na sonra kaza etmesi farzdır. Çünkü nafile oruç tutmaya niyet
etmekle, tutacağı günü kendisine borç edinmiştir. Orucunu bozmakla, daha önce
yaptığı niyete muhalefet ettiğinden, o günü kaza etmesi
lazımdır.

Şafiî ve Hanbeli mezheblerine göre ise, nafile oruç
tutan kimse, oru­cunu bozduğu takdirde, kaza etmesi farz değildir. Çünkü nafile
oruç tu­tan kimse, orucunu bozup bozmamakta serbesttir.

Maliki mezhebine göre de, nafile oruç tutan kimse,
orucunu bizzat kendi isteğiyle bozarsa, kaza etmesi farzdır. Eğer kendi
rızasının dışında­ki sebeplerden orucunu bozarsa, kaza etmesi farz
değildir.

Hanefi mezhebinin delilleri:

A. «...Sonra geceye kadar orucu tamamlayın»
âyeti, bütün oruçlar için umumi bir emirdir. Farz veya nafile oruçlardan birini
tutmaya baş­layan insan İçin onu tamamlamak farzdır. Buna göre Ramazan haricinde
tutulan nafile oruçlar bozulduğu takdirde, kaza edilmesi farzdır. Rama zan ayı
orucundan özürsüz olarak bir gün bozan kimsenin, hem bozduğu gün için daha sonra
oruç tutması, hem de İki ay kefaret orucu tutması farzdır.

B. «Ey iman edenler, Allah'a İtaat edin,
Peygamber'e İtaat edin, a-mellerlnlzl boşa çıkarmayın» (Muhammed: 33) âyeti,
ikinci delilleridir. Na­file oruç, insanın amellerinden biridir. Bir kimse
nafile oruç tutarken onu bozarsa, niyetinden ötürü bir farzı da terketmlş olur.
Bu borcu da ancak kaza etmekle ödemiş olur.

C. Hz. Alşe (r. anha)'dan rivayet edilen, «Hz.
Hafsa ile beraber na­file oruç tutmuştuk. Bize beğendiğimiz bazı yiyecekler
hediye edildi. Onlorla orucumuzu hemen bozduk. Resulullah (sav) eve gelince, Hz.
Hafsa (r. onha) benden önce bozduğumuz orucun hükmünü sordu. Resulullah (sav),
«öyleyse ona karşılık olarak bir gün kazaen oruç tutunuz» buyur­du»
[262] hadisinden anlaşılıyor ki, nafile oruç tutan kimse orucunu boz­duğu
takdirde, kaza etmesi lazımdır.

Şafii ve Hanbelî mezheblerinin
delilleri:

A. «...İyilik edenlere karşı (da muahezeye) bir
yol yoktur...» âyeti, nafile oruç tutan bir kimsenin, orucunu bozduğu takdirde
onu kaza etme­sinin farz olmadığına delildir. Çünkü kaza etmek farz olsaydı,
onun için bir zorluk olurdu. Halbuki Allah (cc). dinde zorluk ve çetinlik
olmadığını buyurmaktadır.

B. Resulullah (sav)'ın: «Nafile oruç tutan kimse
serbesttir. Dilerse orucunu tutmaya devam eder. Dilerse acar (bozar)»
[263] hadisidir.

İmam-ı Azam'ın görüşü, diğerlerine tercih edilir.
Çünkü Resulullah (sav), Hz. Aişe (ra) ile, Hz. Hafsa (ra)'ya, bozdukları nafile
oruç yerine bilahare birgün oruç tutmalarını emretmiştir. O'nun emri, nafile
oruç bo­zulduğu takdirde kaza edilmesinin farz olduğuna dair bir nass'dır. Allah
(cc) en iyi bilendir.
[264]

 


 

İmam Şafii'ye göre lügatta i'tikâf, bir kimsenin
günah veya sevab ni­yetiyle üzerinde durarak bir şey yapması anlamındadır,
«...şimdi putları­nın önünde topogelen bir kavme rast geldiler...» âyeti, bu
anlamı te'yid eder.

Şeriatta i'tikâf; ibâdet niyetiyle Beytullah'ta
durmaktır. İ'tikâf eski üm­metlerin şeriatlarında da mevcuttur. Çünkü: «İbrahim
İle ismail'e de, «evi­mi —tavaf edenler, (İbâdet kasdıyla orada) kalanlar, rüku
ve sücud eyle­yenler (namaz kılanlar) İçin— titizlikle temizleyin» diye kuvvetli
emir ver­miştir.» (Bakara: 125), «...Mescidlerde l'tlkâfta (ibâdet niyetiyle)
bulun­duğunuz zaman kadınlarınıza (geceleri de) yaklaşmayın...» (Bakara: 18)
âyetlerinden anlaşılan, i'tikâf, ibadet niyetiyle camilerde bir müddet
durul­masıdır. Allah (cc),   i'tikâfın
mescidlerde yapılmasını beyan etmektedir.

Alimler hongl cami ve mescidlerde i'tikâf
yapılabileceği hususunda İhtilaf etmişlerdir.

1. Bazı alimlere göre l'tikâf, yalnız hadiste
zikredilen «Mescid-i Ha­ram, Mescid-i Nebevi, Mescid-I Aksa» da yapılabilir.
Bunların dışında her­hangi bir mescid veya camide yapılamaz. Çünkü Resulullah
(sav), «Ziyaret ve İbadet maksadıyla ancak MesckJ-i Haram, benim bu mescidim
(Mea-ekJ-l Nebevi) ve Mescld-I Aksa'ya gidilir» buyurmuştur. Bu görüş, Saki bin
Müseyyeb (ra)'in görüşüdür.

2. Diğer bir kısım alime göre İse i'tikâf, ancak
cemaatları çok olan camilerde yapılır. Bu da Ibn-I Mesud (ra)'un görüşüdür. İmam
Malik (ra) de bu görüşü kabul etmiştir.

3. Cumhur'a göre de İ'tikâfın hangi mescldde
olursa olsun yapııması caizdir. Çünkü Allah (cc)'ın; «...Mescidlerde l'tlkâfta
(İbâdet niyetiyle) bu­lunduğunuz zaman» buyruğu, umumidir. Sahih olan da
Cumhur'un görü şüdür. Çünkü âyet, hiç bir cami ve mescidi hususi olarak   belirtmemiş­tir
[265]

Ebu Bekir el-Çessâs, bu hususla ilgili olarak şöyle
der: «İ'tikâfın an cnk mescidlerde yapılması hususunda bütün selef ittifak
etmiştir. İhtilaf konusu olan Itikâfın. hususi veya umumi, mescidlerde mi
yapılacağıdır « ..Mescidlerde l'tlkâfta bulunduğunuz zaman...» âyetinin zahiri,
bütün ınescidlerde i'tikâfın yapılabileceğini gösteriyor. Çünkü âyette çoğul
ola-ınk «mescldler» tabiri kullanılmıştır, «i'tikâf, yalnız belli mescidlerde
ya­pılır» diyenlerin âyet veya hadisten kesin delil getirmeleri lazımdır,
«l'tikâf, yalnız Peygamber mesçldlerinde-Mescld-l Nebevi, Mescid-I Haram. Met
çld-l Aksa- yapılır ve onlara hastır.» 
İddiasında olanların İse sözlerine İtibar edilmez. Çünkü delilleri
yoktur.»
[266]

Kadınlar ise i'tikâfı kendi evlerinde yaparlar.
Çünkü onlar, âyetin hük mi) dıştndadırlar.

Onbeslncl hüküm:  
i'tikâf müddeti ne kadardır? i'tikâf suretine» o ruo tutmak, o'nun
şartlarından mıdır?

Fakihler, i'tikâfın -süresi konusunda ihtilaf
etmişlerdir.

1. Hanefilere göre, i'tikâfın süresi, en az 1
gün, 1 gece olmalıdır.

2. İmam Malik (ra)'den rivayet edilen bir görüşe
göre ise, i'tlkâfın en az süresi 10 gündür.

3. Şafii (ra)'ye göre de, i'tikâfta süre bir
andır. Süre hususunda sınır yoktur.

İmam Şafii (ra) ile Ahmed bin Hanbel (ra)'in bir
görüşüne göre i'tikâf, oruç tutmadan da yapılır.

Cumhur (Ebu Hanife (ra), İmam Malik (ra), imam
Ahmed bin Hanbel'in (ra) diğer bir görüşüne) göre ise; oruç tutmadan yapılan
i'tikâf. sahih de­ğildir. Çünkü Hz. Aişe (ra)'nin rivayet ettiği, Resululloh
(sav)'ın; «Oruçsuz itikâf olmaz»
[267] ve «i'tikâf yap ve oruç tut» [268] hadisleri buna
delildir. Allah (cc), i'tikâfı oruçla beraber anmıştır. Onun bu zikri, i'tikâfın
oruçla beraber yapılabileceğine en acık bir
işarettir.

İmam Fahreddin er-Râzi bu hususta şöyle der; «Oruç
tutmadan i'tikâf yapmak caizdir. Ancak faziletli olan, i'tlkâfto iken oruçlu
olmaktır, imam Şafii (ra) de bu görüştedir. İmam-ı Azam (ra)'a göre. oruç
tutmaksızın i'ti­kâf yapmak caiz değildir. İmam Şafiî (ra)"nin delili; «...Siz
mescldlerd» İ'tikâfta olduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın...» âyetidir.
Çünkü âyette, i'tikâfın orucsuz olduğu görülür. Allah (cc), i'tikâfa giren
kimselere kadınlara yaklaşmayı yasaklamıştır.»
[269]

Hanefi fakihleri, i'tikâfı üc kısma
ayırmışlardır.

1. Mendup olan i'tikâftır. Az bir zaman için dahi
olsa, i'tikâf niyetiyle mescide girmektir.

2. Sünnet olan i'tikâftır. Ramazan ayının son on
gününü mescidde i'tikâf niyetiyle geçirmektir.

3. Vacib olan i'tikâftır. Bu da nezir
i'tikâfıdır. Onda oruçlu olmak şart­tır. Geniş İzahat fıkıh kitaplarında
mevcuttur.
[270]

 


 

1. Oruc. bütün ümmetlere, Allah (cc)'ın farz
kıldığı bir ibâdettir.

2. Oruc. ruhu terbiye eden bir medrese gibidir.
Nefsi tüm kötülükler­den temizler ve sabretmeye alıştırır.

3. Allah (cc). Kuranı inzal ettiği Ramazan ayını,
oruca tahsis etmiş­tir.

4. Cenab-ı Hak, kullarına kolaylık olmak üzere,
rahmetinden, özürlü kimselere oruçlarını bozma (yeme) ruhsatı
vermiştir.

5. Allah (cc) çizdiği sınırlara, emir ve
yasaklarına uymayı ve haddi aşmamayı buyurmuştur. Onlar insanların iyiliği
içindir.
[271]

 


 

1. Şüphesiz oruc tutmanın çok büyük faydaları
vardır. Gafil ve onhll kimseler, orucun insan hürriyetini kıstığı, vücudunu
zayıf düşürdüğü vt» acıktırdığı iddiasındadırlar.    Halbuki  
oruçtaki büyük hikmet ve sinirimi, alimler ve salim akıl sahipleri bilir.
Doktorlar da bunu te'yld eder. COnku bir cok hastalığın tedavisinde en iyi ilaç
oruçtur. Bir müddet yemek, lorrmk ve diğer beşeri arzulardan Allah (cc)'ın
emrine uyarak uzaklaşan kul, vll cuduna istirahat vermiş olur. Burada orucun
vücud sağlığı üzerindeki «I kilerinden bahsetmeyeceğiz. O, modern tıp
uzmanlarına aittir.

Büroda yapmak istediğimiz, orucun ruh üzerindeki
etkileri ve »flrhly» ediciliğini bilmek ve bildirmektir. Oruc emrindeki amaç
budur. Çünkü Al lah (cc). oruc ve diğer ibâdetleri İnsanlarda takvalık
melekesinin yor loş mesi ve tabii bir hal alması Icin emretmiştir. Oruç
İnsanlarda Allah (no)'ıı kulluk yapmayı, ©mirlerine sımsıkı sarılmayı ve
yasaklarından kaçınmayı adet haline getirir. Allah (cc), bir hadis-i kutsi'de
buna İşaret edtn «İn san oğlunun yaptoğı hor şey kendisi .oruç tutması ise
yalnız benim İçindir Mükafatın» da ancok ben veririm. Çünkü oruç tutan kimse,
yoma. Içiım ve diğer bütün beşeri arzularını benim İçin terketmiştir.»
[272]

Allah (cc)'a kulluk yapma ve emirlerine teslim olma
şuuru, Ibadnlln en yüksek hedefidir. Belki insanların yaradılış hikmetinin
temeli do budur Çünkü Allah (cc) şöyle buyurur: «Biz (kendimizi) kainatın
Rabblnt tMlIm etmenizle emrolunmuşuzdur» (En'âm: 71)

2. Orucun emrediliş hikmeti, nefsi terbiye etmek,
sabretmeye nlıştır mak ve Allah (cc) yolunda zorluklara tahammül ettirmektir.
Oruç, njlm ve iradeyi kuvvetlendirir. İnsanı, arzu ve isteklerine hâkim yapar.
C«n»di ne kul ve şehvetine de esir etmez. Yalnız insanlara basiret ve akıl nuru
verir. Elbette arzu ve İsteklerinin esiri olan. midesi ve şehveti İçin yoşıyan
insanlar ile nefsine galib gelen ve şehevi arzularına hakim olan in­sanlar bir
olmaz. Çünkü Allah (cc)'ın «...Küfredenlerle gelince —ki) onlar (dünyada sadece)
zevkü sefa ederler, hayvanların yediği gibi yerler— on­ların yeri de ateştir»
(Muhammed: 12) buyruğu buna delildir.

3. Oruç, insanlarda sevgi ve merhamet gibi
duyguların doğmasına sebep olur. Kalbleri yumuşatıp, imanın gereği İyi huyların
canlanmasına vasıta olur. Oruç yalnız insanları yemek, içmek ve diğer beşeri
arzulardan alıkoymak için farz kılınmamıştır. Belki ruhun güç kaynağı için
emredil­miştir. Bu güç kaynağını elde eden insan, müslüman kardeşinin duyduğu
gibi duyar. Yardım ederek gözyaşlarını eliyle siler. Kederlerini  ortadan kaldırmaya çalışır. Çünkü orucun
verdiği terbiye ile insan, açlığın, susuz­luğun ne kadar elem verici olduğunu
daha iyi anlar. Şu olay ne kadar ib­ret vericidir: «Hazinelere sahip olduğun
halde niçin yemeyip aç duruyor­sun?» diyenlere Hz. Yusuf (as). «Tok olduğum
takdirde, açların halini unut­maktan korkuyorum», cevabını
verir.

4. Oruç. insanların kalbine Allah (ca)'ın korku
ve murakabesini yer­leştirerek, nefsi kötülüklerden temizler, insanı bütün
kötülük ve haramlar­dan uzaklaştırır. Oruç ibadetinin esas gayesi, özellikle
insanı takvalık mer­tebesine ulaştırmaktır. Çünkü Allah (cc), oruç farzının
hikmetini anarken, elem duymak, acıkmak veya sıhhat bulmak için değil, «Ta ki
konmasınız» diye buyurmuştur.

Takva, ancak oruç gibi bir İbâdetin meyvesidir.
Çünkü oruç, nefsi Allah (ac)'ın hududlarında durmaya ve insan fıtratındaki mubah
beşeri arzuları yalnız O'nun emrine uymak için, O'ndan mükafat beklemeye
ha­zırlar.

Bu yazdıklarımız oruç tutmanın büyük gayelerinin
neler olduğunu gös­termektedir. Allah (cc), her şeyi en iyi
bilendir.
[273]

 


 

190  — Size
harb açanlarla, Allah yolunda sizde doğuşun (Müdafaa, harbi yapın) Ancak aşırı
gitmeyin. Şüphesiz ki Allah, aşırı gidenleri sev­mez.

191  — Onlan
(size harb açanları) nerede yakalarsanız öldürün, on­ları, sizi çıkardıktan
yerden (Mekke'den) çıkarın. Fitne katilden beterdir. Onlar Mescld-j Haram
yanında, orada sizinle döğüşünceye kadar 
(yani döğüşmedlkçe) sizde orada kendileriyle döğüşmeyin. Fakot (orada)
sizi öldürürlerse sizde onları öldürün. Kafirlerin cezası
böyled/r.

192  —
Bununla beraber (muharebeden) vazgeçerlerse (siz de bıra­kın), şüphesiz ki
Allah, çok yartıgayıcı, hakkıyla esirgeyicidir.

193  — Fitne
(den eser) kalmayıncaya, dinde (şunun bunun değil) yal­nız Allanın (dini diye
tanılmış) oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçer­lerse artık zalimlerden
başkasına hiç bir husumet yoktur.

194  — Haram
ay, haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun İçin kim sizin üzerinize
saldırırsa siz de, tıbkı onların üstünüze saldırdık­ları gibi, ona saldırın.
(Fakat daima) AKahtan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah takva sahipleriyle
beraberdir.

195  — Allah
yolunda mallarınızı harcayın. Kendinizi tehlikeye atma yın. (Dalma da) İyilik
edin. Allah, muhakkak İyilik edenleri sever.

 



(Segrftümûhüm): Lugatta segif kelimesi, tut­mak,
idrak etmek ve zafer kazanmak anlamındadır.

(Et-fltnetü): Lügatta fitne kelimesi, bir şeyi
tecrübe etmek ve denemek anlamındadır.

(Vel
hurumâtü kısâsun):
Dinde yapılması

yasak şeyleri yapma anlamındaki hurumat, hürmet
kelimesinin çoğuludur. Kısas İse, misilleme manasınadır.

(Ettehlüketi): Tehlike kelimesi, yok olma
anlamındadır.

(El-muhsinîne): Muhsinln
kelimesi,

mutîsin kelimesinin çoğuludur ve kendisinden
başkasıno en güzel şekil­de menfaat verenler anlamındadır.
[274]

 


 

Allah (cc), icmâlen şöyle buyuruyor: «Ey müminler,
tevhid davasının yükselmesi ve İslâmın yeryüzüne hâkim olması için, sizinle
savaşan kafir­lerle harb ediniz. Yalnız savaşta çocukları, kadınları, çok yaşlı
ihtiyarları, savaşa gücü yetmeyen aciz, zayıf, çaresiz kişi ve hastalan
öldürmeyiniz. Çünkü Allah (cc), zulüm ve düşmanlığı
sevmez.

Müşrik kâfirleri nerede görür ve karşılaşırsanız
öldürünüz. Mekke ha-rlminde bulunmaları, sizi onları öldürmekten alıkoymasın.
Sizi .asıl belde­niz Mekke'den —zulüm yaparak ve dininizden dolayı düşman
oldukları İçin— çıkardıkları gibi, siz de onları o mukaddes yerden çıkarınız.
Mümin­lere her türlü azabı uygulamak, İslâm'dan nefret ettirmek, asıl
vatanların­dan uzaklaştırmak ve mallarına el koymak, öldürmekten daha da
çirkindir

Ey müminler, onlar Mescid-i Haram'da iken, size
saldırıncaya kadar öldürmeyiniz, eğer saldınnarsa, onlara teslim olmayınız ve
öldürünüz. Çün­kü savaşı başlatan zalimdir, savunan ise günahkâr değildir. Onlar
size düşmanlıktan vazgeçerlerse, sizde saldırmayınız. Çünkü Allah (cc),
hak­kıyla bağışlayan ve esirgeyendir.

Daha sonra Allah (cc;), savaşın asıl gayesinin ne
olduğunu bildirerek kâfirlerle savaşma emrini te'kit etmiş ve «Siz onlarla
—galip gellncey», din yalnız Allah (cc) için oluncaya, ibadet ve taat putlara
değil, yalnız O'na yapılıncaya kadar— savaşarak öldürünüz»,
buyurmuştur.

Onlar, sizinle savaşı bırakarak dininize girerlerse
öldürmeyiniz. Zira sizin için ancak zalimleri öldürmek uygundur. Allah (cc),
müşriklerin mut-lümanlara eziyet yapmakta israr ettiklerini ve yaptıklarının
adam öldürmek­ten daha çirkin olduğunu haber vererek, «Haram ay, haram ay
karşılığıdır, Ona hürmet etmemek, hürmet etmemekle karşılanır» buyurmuştur. Yani
«Onlar haram aylara saygısızlık yaparak size saldırırlarsa, sizde haram aylarda
onlara karşı müdafaya geçin» demektir.

Ey müminler, haram ayda dininizin müdafası ve
tevhid davasının yü­celmesi için zarurete düşerseniz, sizde onlarla savaşınız,
misliyle karşılık veriniz. Allah (cc)'tan sakınınız ve zulüm yapmayınız. Allah
(cc)'ın muhak­kak muttakileri sevdiğini biliniz. Bedenen cihad yapma emrinden
sonra malla cihad yapmayı emreden Allah (cc); «Malınızı Allah (cc)'ın dinine
yardım ve Hakkın müdafası için sarfedinlz. Cimrilik yaparsanız, düşmana fırsat
vermiş ve helak olmuş olursunuz. İyilik yapınız. Çünkü Allah (cc). İyilik
yapanları sever» buyurmuştur.
[275]

 


 

A. ibn-i Abbas (ra)'ın rivayetidir: «Hudeybiye
anlaşması yılı. müşrik­ler Resulullah (sav)'ın. Beytullah'ta  umre yapmasına engel oldular. Bir yıl sonra
ise müşriklerle Resulullah (sav) arasında. Beytullah'ı ziyaret için anlaşma
yapıldı. Resulullah (sav)'ta Hudeybiye'de kurbanını keserek dön­dü. Resulullah
(sav), Hudeybiye anlaşmasında Beytullah'ı ziyaret için ta­yin edilen seneyle
ilgili hazırlık yaparken sahabiler. Kureyşilerin anlaşma metnini ihlal ederek
saldıracaklarından korktular. Çünkü sahabiler. haram ayda savaşmayı
sevmiyorlardı. Bunun üzerine, «Size harb açanlarla, Allah (cc) yolunda, sizde
döğüşün» âyeti nazil oldu.»
[276]

B. Müşrikler. Resulullah (sav)'a «Bizimle haram
ayda savaşmaktan men mi edildin?» deyince O da, «Evet» buyurdu. Haram ayda
müslüman-ların hazırlıksız olduklarını bilen müşrikler, o ayda savaşmaya
hazırlandı­lar. Bunun üzerine, «Haram ay, horam aya bedeldir» âyeti nazil oldu.
[277]

C. İbn-i Abbas (ra)'tan: ««Haram ay, haram aya
bedeldir» âyeti. Re­sulullah (sav), umresini hicretin 7. yılında kaza yaptıktan
sonra nazil oldu. Çünkü Hudeybiye anlaşması, hicretin 6. senesi Zilkade ayında
yapılmıştı. Kureyş müşrikleri tarafından 
Beytullah'a girmesi engellenen 
Resulullah (sav), Medine'ye geri dönmüştü. Bunun üzerine Allah (cc),    ertesi sene muhakkak Mekke'ye giderek umre
yapacağını Peygamber efendimize vaat etti»
[278] rivayeti yapılmıştır.

D. İbn-i Cerir et-Taberi. Eşlem Ebu İmrâne
(ra)'den şu rivayeti yap­mıştır:  «Biz.
Kostantaniyye (İstanbul)'daki orduda bulunuyorduk.  Akabe bin Âmir (ra) Mısır'daki ordunun
başında, Feddâlet bin Ubeyd (ra) de, Şam'­daki ordunun başında bulunuyordu.
Karşımıza çıkan büyük Rum ordusu­na karşı hemen muharebe düzeni aldığımızda, bir
müslüman Rum ordu­suna saldırarak aralarına girdi. Bu sırada müslümanlar
bağırarak, «Sübhanallah! şu adam kendini tehlikeye attı. Halbuki Allah (cc).
«...Kendinizi tehlikeye atmayın...» buyurmaktadır» dediler. Resulullah (sav)'ın
sancak­tarı, Ebu Eyyub el-Ensari (ra) ayağa kalkarak bizlere hitaben, «Bu âyeti,
öyle mi anlıyorsunuz? Bizler Resulullah (sav)'tan gizlice kendi aramızda,
«Malımız cok sarfedildi. Halbuki Allah (cc). islâmı yüceltmiş, taraftarlarını
çoğaltmıştır. Artık malımızın başında bulunarak çalışsak ve çoğaltsak» derdik.
Bunun üzerine Allah (cc) yanlış düşündüğümüzü ikaz için. «Aliah, yolunda
mallarınızı harcayın. Kendinizi tehlikeye atmayın...» âyetini inzal buyurdular.
Çünkü asıl tehlike, malın başında bulunup, savaşı terketmek-tir.» dedi. Ebu
Eyyub el-Ensari (ra). eceliyle ölünceye kadar savaşı bırak­mamıştır.»
[279]

 


 

Birinci incelik: Kur'anın bir çok yerinde kıtal ve
cihad kelimeleri, se-bilillah kelimesiyle beraber anılmıştır. Bu birlikte anış,
savaşın asıl ama­cının, servete ulaşmak, yiğitliğini ortaya koymak,
diktatörlüğünü göster­mek veya yeryüzünde mutlak bir saltanat kurmak değil,
ilâ-ı Kelimetullah (Allah (cc) isminin yüceltilmesi) olduğuna işaret
içindir.

Bu büyük amacı Resulullah (sav), «İlâ-ı
Kelimetullah için savaşan kimse, yalnız Allah (cc) için cihad etmiştir»
[280] hadisiyle bizlere açıklu mıştır.

İkinci incelik: Zemahşeri: «Fitne, katilden
beterdir...» âyetinde litne kelimesinden murat, mihnet (Allah (cc)'ın imtihan
için verdiği belaj'tlr Kİ İnsanlar onunla azab çeker ve o, öldürmekten daha
beterdir. Bir filozofa, «İnsana ölümden daha ağır gelen bir şey var mıdır?» diye
soruldu. O'da «Evet, ölümü istemeye vesile olan bela, ölümden daha ağırdır,»
dedi Mihnetten maksat, müslümanların Mekke'den zorla, herşeyleri ellerinden
alınarak, müşrikler tarafından çıkartılmalarıdır,»
[281] der.

Üçüncü, dördüncü ve beşinci incelik: Arap dili ve
edebiyatıyla ilgili ol duğundan yazılmamıştır.

Altıncı incelik: Allah (cc) katında, hiçbir şeyle
değeri ölçulemeyen on faziletli ibâdet, cihad'dır. Zira Allah Resulü (sav):
«Cenab-ı Hakk yolunda cihad yapan kimse, gündüzlerini oruç. gecelerini namaz ve
kıraatle geçiren —ki bir an ibâdetten uzak olmayan— kimseden daha faziletlidir.»
[282] buyurmuştur.

Abdullah bin Mübarek (ra), Fudayl bin iyad (ra)a
gönderdiği mektupta şu beyitleri yazar: «Ey haremeyn'de İbadet eden, eğer bize
bakıp görse­niz, ibâdetinizle avunduğunuzu yakinen bilirsiniz, yüzünüzün hatları
göz-lerininden akan kanlı yaşlar ile kına gibi kırmızı olursa, bizim göğsümüz­de
clhad meydanında aldığımız yaraların kanıyla kına gibi kırmızı olur». Mektubu
okuyunca gözleri yaşaran Fudayl bin iyad; «Abdullah bin Mü­barek (ra), doğru
yazmış, nasihati ile bizleri irşad etti»
[283] der.[284]

 


 


 

Savaşın, müslümanlar için hicretten önce sakıncalı
olduğunda alim­ler İttifak etmişlerdir. Zira bu hususta Kur'an'da bir çok
nass'lar vardır.

«...Sen yine onların suçundan geç, aldırış etme.
Şüphe yok ki Allah, İyilik edenleri sever.» (Mâide: 13)

«...Sen (kötülüğü) en güzel (haslet ne ise) onunla
önle. O zaman (gö­rürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile sanki
yakın dost (un olmuş) olur». (Fussilet: 34)

«...Eğer yüz çevirirlerse artık sana düşen (vazife)
ancak tebliğdir. Al­lah kullarını layıkıyla görücüdür». (Âli İmrân:
20)

«(Habibim) iman edenlere söyle: Allanın günlerinin
(çatıp geleceği)ni ümit etmeyenlerin (ezalarına) aldırış etmesinler. Çünkü
(Allah) herhangi bir kavme (ancak) kazanmakta olduklartyla mukabele eder»
(Câsiye: 14)

«O çok esirgeyen Allah'ın has kullan, ki onlor
yeryüzünde vefakar ve tevazu İle yürürler. Kendilerine beyinsizler (hoşa
gitmeyecek) lafları attığı zaman «selam (etle) de (yip geçerler).» (Furkân: 63)
âyetleri ve benzeri âyetler, daha cok müminlerin, düşmanları ile savaşmalarının
yasak oldu­ğuna delalet eder. Zaten; «(Evvelce) kendilerine (ellerinizi
muharebeden) çekin, dosdoğru namazı kılın, zekatı verin, denilen kimselere
bakmaz mı­sın? Şimdi onların üzerine muharebe yazılınca (farzedllince)
içlerinden bir zümre insan(dan başka bir şey olmayan düşmanlardan) Allah'tan
korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korku İle korkuyorlar...» (Nisa: 77) âyeti
de. Ooıkca müslümanların savaş yapmaktan men edildiğini
göstermektedir.

Ibn-l Cerir et-Taberî, bu hususla ilgili olarak
İbn-i Abbas (ra)tan: «Ab-tlurrahman bin Avf (ra) ve arkadaşları Resulullaha
(sav) gelerek, «Ya Re-»ulullah (sav), müşrik iken aziz ve zengin, iman ettikten
sonra zelil ve fa-Mr olduk,» deyince, O, «Ben affetmekle emrolundum. Siz
müşriklerle sa­yışmayınız» buyurdular. Mekke'den Medine'ye hicret ettikten
sonra, müş-nklnrle savaş yapma emri gelince bir çok kişi savaşmaktan çekindi.
Bu­nun üzerine Cenab-ı Hakk, «(Evvelce) kendilerine «ellerinizi (muharebe-ılin)
çekin, namazı dosdoğru kılın, zekatı verin» denilen kimselere bak­ındı mısın?
Şimdi onların üzerine muharebe yazılınca (farzedilince) içlerin­dim bir zümre,
insanlardan Allahtan korkar gibi, hatta daha siddstll bir korku İle
korkuyorlar...» (Nisa: 77) âyetini inzal buyurdular»
[285] diye rlva-ynt etmiştir. Bu âyetin başlangıcı, savaşın Mekke devrinde
yasaklandığını ımcak Medine'ye hicretten sonra izin verildiğini, savaştan
korkarak kaçan kimselerin yanlış yolda olduklarını
gösteriyor..

Islâmın ilk yıllarında savaş yapmanın yasak
oluşundaki hikmeti va »nlmplerini şöyle özetleyebiliriz :

A. Müslümanlar Mekke'de iken azınlıktaydılar ve
mahsur idiler. Güç İmi ve kudretleri de yoktu. Müşriklerle aralarında olabilecek
bir savaşta yuh olma ihtimalleri daha çoktu. Halbuki Allah (cc) onların
çoğalmnmnı v» kendilerine her hususta yardımcı olacak insanların bulunacağını
rllln misil. Emin bir yerde deflet haline gelmelerini de arzu etmişti. Medine'ye
tın rnt ettlkden sonra oradaki müslümanların yardımlarıyla hem güç ka nmdılar,
hem de sayıları arttı. İşte o zaman müminlerin, müşriklerle tavaf yııpmasına
Allah (cc) izin verdi.

B. Asıl gaye, müminleri, Allah  (cc)'ın emrini tutmaya ve büyük kıı ınundan
(Resulullah)'ın idaresine saygılı olmaya alıştırmaktı. Çünkü Arnp hır onhiliyet
devrinde kahramanlığa ve zulüm karşısında çok rahatlıkla karşılık vermeye
alışkındılar.

Onların eza ve cefaya dayanmalarını, büyük
komutanın emri altına yitmeye alıştırılmalarını, cahiliyet devrinde aldıkları
lüzumsuz, fnldnul/ ıılılok anlayışlarının silinerek insana yakışır, hakimiyet,
sabır ve metanet uilıl güzel hasletlerle bezenerek onları tabiat haline
getirmelerini Allah (i'f)'ın İradesi, islâm gibi büyük bir dava İçin
hazırlamıştır.

C. Arapların yaradılışları ve yaşadıkları
çevrede, gururlanma ve kah­ramanlık duygulan yüksek seviyede idi. Müslümanlar
arasında 3-5 kişiye bedel bir çok yiğit ve kahraman olmasına rağmen, onlardan
gelen eza ve cefaya karşı sabrediyor,. «İslâm'a ve müslümanlara zarar gelmesin»
di­yorlardı. Müslümanların eza ve cefalara karşı sabretmeleri,  müşriklerin gururlarını kırıyor, kalblerinl
de islâma çekiyordu. Nitekim onların Haşim-oğulları çevresini ablukaya almaları
sırasında bu durum müşahade edildi. Çünkü müşrik Kureyşliler, Resulullah (sav)'ı
himayeden vazgeçirmek mak­sadıyla Haşimoğullarını muhasara ettiler. O zaman
islâma hiç inanmayan müşrikler dahi. yaradılışlarındaki gurur ve kahramanlık
duyguları galeyana geldiğinden daha önce muhasara hususunda aralarında
yaptıkları sözleş­meyi yırtıp attılar. Böylece muhasara sona
erdi.

D. Müslümanlar Mekke'de iken babaları ve
yakınlarıyla aynı binalar­da yaşıyorlardı. Yakınları müşrikler, onları daima
dinlerinden döndürmek İçin akla ve hayale gelmeyen eza ve cefalar
uyguluyorlardı. Eğer müslü­manlara, onlarla savaşma İzni verilseydi, her evde
ayrı ayrı savaş mey­dana gelir ve kan akardı. Halbuki islâmın davet metodunda
aynı çatı altın­da yaşayanlar arasında kan dökme yoktur. Hicret emri ile
Mekke'den Medine'ye hicret gerçekleşince baba evladından, kardeş kardeşinden
ay­rıldı. O zaman müşriklerle savaşma izni müslümanlara verildi.
[286]

 


 

Selef, savaşı meşru kılan ilk âyetin hangisi
olduğunda ihtilâf etmiş­lerdin. Bu hususta Rebi bin Enes (ra)'ten şu rivayet
yapılmıştır: «Size harb açanlarla Allah yolunda, siz de döğüşün...» (Bakara:
190) âyeti, savaş konusunda nazil olan İlk âyettir. Çünkü o Medine'de nazil
olmuştur. Re­sulullah (sav), müslümanlara saldıranlar ile savaşır, islâma ve
müslüman­lara dokunmayanlara da dokunmazdı»

Sahabilerden Hz. Ebubekir (ra), Hz. İbn-i Abbas
(ra) ve Hz. Said bin Cübeyr (ra)'in de bulunduğu bir cemaatten, «Kendileriyle
mukatele edilen­lere uğradıkları o zulümden dolayı (bil mukabele harbe) izin
verildi. Şüp­hesiz ki Allah, onlara yardım etmeye elbette kemaliyle kadirdir»
(Hacc: 39) âyetinin, savaş hakkında nazil olan ilk âyet olduğu rivayet
edilmiş­tir.

Ebu Bekir İbnü'l-Arabî; «Sahih olan, savaş hakkında
ilk nazil olan â-yetin, Hacc suresinin 39. âyeti oluşudur. Daha sonra Bakara
suresinin 190, âyeti nazil oldu. Savaşa Allah (cc) önce izin verdi, daha sonra
farz kıldı. Savaşa izin veren âyet Mekki, farz kılan âyet ise Medeni'dlr»
[287] der.[288]

 


 

«...Onlar Mescidi Haram yanında, orada sizini»
döğüşünceye kadar (yani döğüşmedikçe) sizde orada kendileriyle döğüşmeyin...»
âyeti, sava­şın Mekke hariminde yapılmasını yasaklar Müşrikler, Mescid-i Haramda
savaşmaya başlarlarsa şerlerinden korunmak için müslümanlar müdafaa savaşına
başlarlar. Âyete göre kafirler saldırmaksızın Mekke hariminde savaşa başlamamız
caiz değildir. Buna göre âyetin hükmü neshedilme-miştir.

Mücâhid bununla İlgili olarak: «...Fakat (orada)
sizi öldürürlerse »İz­de onları öldürün» âyetine göre, Mekke hariminde
kesinlikle savaş yapıl­maz. Diğer bir müşrik orada size saldırır, döğüşmek
isterse elbette ona teslim olmak değil, nefis müdafası İçin döğüşmek farzdır»
[289] der.

Katadeden ise şu rivayet yapılmıştır: «...Onlar
Mescid-I Haram ya­nında, orada sizinle döğüşünceye kadar (yani dönüşmedikçe)
sizde orada kendileriyle döğüşmeyin...» âyeti, Tevbe süresindeki, «Dokunulması),
ho­ram olan aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri, onları nerede bulursan»
öldürün...» (Tevbe: 5) âyeti İle neshedildi.»
[290]

Allâme. Kurtubî de «Alimler, «...Onlgr Mescid-i
Haram yanında silini* döğüşünceye kadar...» (Bakara: 191) âyetinin hükmü
hususunda İki gö­rüşe ayrılmışlardır. Bi( guruba göre, âyetin hükmü
neshedilmlştlr. Dlfler guruba göre ise, hükmü neshedilmeyen, ifadesi sarih bir
âyettir» demek­tedir.

Mücahid, «Âyet, hükmü neshedilmeyen, ifadesi sarih
bir âyettir, Mm cid-i Haramda bir kimsenin döğüşmesl haramdır. Müşrikler
tarafından orada döğüş başlatılırsa, elbette onlara döğüşte karşılık vermek,
müslü-mantarın hakkıdır» derken, Tavus da bu görüşe katılır. Ayetin açık nastı
da Mücahid'in görüşünü teyid etmektedir. Sahih olan da İkinci görüştür. Imam-ı
Azam Ebu Hanife (ra) ve arkadaşları da bu görüştedirler.

Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'de, Ibn-i Abbas
(ra)'tan; «Mekke fet-hedildiği gün halka hitaben Resulullah (sav), «Ey
müslümanlar, şüpheli!

Allah (cc) gökleri ve yeri yarattığı günden bugüne
kadar. Mekke harimin-de kan dökmeyi haram kılmıştır. Benden önceki ve sonraki
kişiler İçin kan dökmek, haramdır. Ancak bugün bir müddet bana Mekke harimlnde
sa­vaşmak helal kılınmıştır. Şimdi ise Mekke fethedilmiştir. Kıyamet gününe
kadar da burada kan dökmek haramdır.» buyurdu.» diye rivayet edilen ha­dis de bu
âyetin hükmünün cari Olduğuna ve neshedilmedlğine delâlet eder»
[291] der.[292]

 


 

Ebu Bekir İbnü'l-Arabî: «Bir cuma günü Mescld-i
AksaauKi uuu nrv~ be medresesinde Kadı Zencani'nin derslerini dinliyorduk.
Blrara İçeriye güzel bakışlı, sırtında eski kaftan bulunan bir zat, alimler gibi
selam ve­rerek girdi ve dershanenin ön ktsmına geçerek oturdu. Bunun üzerine
Ka­dı Zencani, «Gelen misafirimizi tanımak istiyoruz» deymce o. «Dün hırsız­lar
tarafından soyuton bir kişty-rm. Asıl maksadım, Mescid-i Aksa harimine
gelmektir. Gerçek hüviyetimi sorarsanız Sağan şehri İlim taliblllerindenim,»
dedi. Kadı Zencanî hemen ilim adamlarına sarartan adet üzere bu .zata.
«Öldürülecek bir kâfir, Mescid-i Harama sığınırsa arada iken öldürülür mü?» diye
sordu. O da «Öldürülmez» fetvasını verince,, Zencarçj «Deliliniz nedir?» dedi.
O. «Mescidi Haram yanında, orada sîzinle d&güsünceye kadar, siz de orada
kendileriyle döğüşmeyin...» âyetidir. Ayette, «Tükâ-tilühüm» (siz onlarla
döğüşmeyin) fifli. «velâ taktHûrttim» (siz anlar) öl­dürmeyiniz) şeklinde
kurralar tarafından okunmuştur. Eğer âfet. «mala taktilûhüm» şeklinde okunursa,
onların Mescid-i Haramda öldürütemeye-ceklerine dair açık bir nass, velâ
tükâtüûhüm (siz onlarla döğüşmeyin) şeklinde okunursa müslürnanların
döğüşmemeleri tein bir uyarı olur. Çün­kü ölüme sebep olan döğüşmeyi Allah
(cc)'ın yasak etmesi, acıkca öldür­me fiilini yasak ettiğine delildir»
dedi.

Şafii ve Maliki mezhebinden olmadığı halde, onların
delillerini kendi delilleri edinerek itiraz eden Kadı Zencani. «Okuduğunuz
âyetin hükmü. «...O müşrikleri nerede bulursanız öldürün...» (Tevbe: 5) âyetiyle
neshe-dilmiştir» dedi. Bunun üzerine Soğanlı misafir alim, «itirazınız kadılık
ma­kamına ve ilmine layık değildir. Çünkü müşriklerin görüldüğü her yerde
öldürülmesini emreden lafzı ve manası umumi bir âyeti delil getiriyorsu­nuz.
Benim delil getirdiğim âyet ise. yalnız Mescid-i Harama mahsus bir âyettir Hic
bir alim, umumu İfade eden âyetlerin, hususi bir hükmü İfade eden âyetleri
neshettiğini söylememiştir ve doğru da değildir» dedi. Bunun üzerine Kadı
Zencani sükut etti.»
[293] der.

İbnü'l-Arabi ise: «Mescid-i Haramda {öldürmeye
vesile olan) döğüş yapmanın haram olduğu Kur'an ve hadiste sabittir. Mescid-i
Harama sığı­nan bir kafiri orada öldürmek caiz değildir. Yalnız sucu kadı
tarafından tesbit edilmiş bîr zâni veya katil sonradan oraya sığınırsa şer'i
hat, cı-karılamadığı veya kendisi çıkmadığı takdirde orada icra edilir. Eğer
orada döğüşen kafir ise, Kur'an nassına göre hemen orada öldürülür,»
demek­tedir.
[294]

 


 

Allah (cc), "...Aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah,
aşırı giden leri sevmez." âyetiyle "aşırı gitmeyi yasaklamıştır.Haddi tecavü zü
bir kaç noktadan inceleyebiliriz

A. Hosan-ı Basri (ra)'nin dediği gibi insanın
burnunu, kulağını ve du­dağını kesmek, kadınları, çocukları, savaş gücü olmayan
yaşlı ve sakatlar İle gayr-i müslim din adamlarını öldürmek, meyve ve sebze
bahcelorinl yakmak, sebepsiz yere hayvanlarını kesmek veya katletmek, gibi huşun
lar âyetteki, «aşırı gitme»nin kapsamı içindedir. Bu saydıklarımıza Mut lım'in
Beridete'den rivayet ettiği. «Allah (cc)a inanmayan, kafir olan her şahısla
doğuşunuz, savaşınız. Kaddarlık yapmayınız. İnsanların kulak, bu­run ve
dudaklarını, çocukları, kilise ve havralarda ibadet eden rahipleri öldürmeyiniz»
[295] hadfei de işaret eder. Buhari ve Müslim'in ibn-i Ömor (ra)'den rivayet
ettikleri diğer bir hadiste şöyledir: «Bir savaşta öldürülmüş bir kadın cesedi
bulundu. Bunun üzerine Resulullah (sav) kadın ve çocuk­ların öldürülmesini
yasakladı.»
[296]

B. Bazı alimler de, Mügâtil (ra)'den; «Âyette
«aşırı gitmeyin» »mrln den maksat, «müşrikler ile savaşa ilk başlayan siz
olmayınız» demektir.» diye rivayet etmişlerdir.

C. Bir kısım alimler de Said bin Cübeyr (ra) ve
Ebu'l Aliye (ra)'den «Âyette  «aşırı
gitmeyin»  buyruğundan  maksat, sizinle döğüşmeyen  İle döğüşmemenizdlr» diye rivayet
etmişlerdir.

Kurtubi İse bununla ilgili olarak şöyle der: «Arap
dili ve edebiyatına göre «gâtele» fiili, iki kişi arasında karşılıklı döğüşmeye
denir. Âyetteki bu tabirden, döğüşün, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, kilise ve
havralardakl din adamları ile yapılmayacağı anlaşılır, öyleyse savaşta bunlar
öldürüle­mez. Halife Hz. Ebu Bekir (ra) bu hususu, Şam'a gönderdiği Yezid bin
ebi Süfyan (ra)'a da tavsiyede bulunmuştur. Yalnız bunlar, savaşta,
savaşçı­larına yardımda bulunurlarsa o zaman
öldürülebilirler.

Alimler bu konuyu altı kısma
ayırmışlardır.

1. Kadınlar, savaşırsa elbette öldürülürler.
Çünkü Allah (cc) umumi bir ifade ile, «Size harb açanlarla, Allah yolunda siz de
doğuşun...» buyur­muştur.

2. Savaşta çocuklar mükellef olmadıklarından
öldürülemezler. Çünkü çocukları öldürmenin yasak olduğuna dair nass
vardır.

3. Savaşta goyr-i müslim din adamları öldürülmez.
Köle de edinilmez. Çünkü Hz. Ebu Bekir (ra), «Onları kendi hallerine terkediniz»
demiştir.

4. Savaşta yandaşlarına yardım eden ve
müslümanlara zarar veren sakatlar öldürülür. Yardım etmezlerse kendi hallerine
bırakılır.

5. İmam Malik (ra)'e göre kendi yandaşlarına
fiilen yardım eden çok yaşlı erkekler öldürülür. Yoksa öldürülmezler. Cumhurun
görüşü budur.

6. Müşriklerin ücretle çalıştırdıkları işçiler
ile çiftçiler de savaşta öl­dürülmezler. Zira Hz. Ömer (ra), «Siz müşriklerin
çocukları, ücretli işçileri ve çiftçileri -kj savaşta karşımıza dikilmezler-
hususunda Allah (cc)'tan sakınınız» dedi.»
[297]

 


 

1- Savaş yalnız dinin hakimiyeti ve ilâ'ı
kelimetullah İçin yapılır.

2- Allah (cc). düşmanlığı, zulmü ve haddi
tecavüzü sevmez.

3- Müşriklerin mü'minleri dinlerinden döndürmek
için yaptıkları eza ve cefalar, öldürmek gibidir.

4- Savaşta 
kadınlar, çocuklar, hastalar ve savaş gücü olmayan kimseler
öldürülmez.

5- Cihad, müşriklerin eza.  cefa, fitne ve fesatlıklarını gidermek,
tebliğ ve davet görevinin yapılmasını temin etmek içindir.

6- Allah (cc) yolunda mal ve canıyla cihad
yapmayı terketmek, in­sanın helakine sebep olur.
[298]

 


 

İnsanlık tarihiyle başlayan hak-batıl mücadelesi,
kryamete kadar de­vam edecektir. Rahat ve huzur içinde yaşamak isteyen her
kavim, düş­manları tarafından yapılacak bir saldırıya karşı azami derecede hazır
ol­malıdır. Çünkü dünyada ancak kuvvetliler yaşıyor ve konuşabiliyor. Allah
(cc)'ın insanlığa gönderdiği emniyet, İstikrar ve dilediği yaşama biçimi olan
islâm dini, beşeriyeti topyekün hidayete çağırır. Kendi sancağı altın­da
toplanmalarına önem verir ve yaşamalarını ister.

İslâmın yücelmesi, ilâ-ı kelimetullah davası ve
islâmın tüm kavimlere ulaştırılması için Allah (cc)'ın seçtiği ümmet, İslâm
ümmetidir.

islâm dininin beşerlyyete yayılmasına ve islâm
akidesinin yücelmesi­ne mani olmak isteyenleri uzaklaştırmak ve yeryüzünü
şerlerinden koru­mak lazımdır. Ki halk. din hürriyeti ve iman etmek konusunda
emniyet İçinde olsun. Bundan dolayı Allah (cc), «Fitneden (eser) kalmayıncaya
din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın» âyetiyle islâmın
da­vetine mani olan bütün kuvvetlerin bertaraf edilmesi için kafirlerle cihad
yapmayı emretmiştir.
[299]

 
 
  Bugün 7 ziyaretçi (9 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol